Jean-Jacques Rousseau’nun yaşamı ve yapıtları (Andaç ÇUHADAR)
“ İnsan özgür olarak doğmuştur fakat her yerde zincire vurulmuştur”
JEAN-JACQUES ROUSSEAU’NUN YAŞAMI VE YAPITLARI
Öğr. Gör. Andaç Çuhadar
Çukurova Üniversitesi, Eğitim Fakültesi
Jean-Jacques Rousseau, 28 Haziran 1712’de Cenevre’de doğdu. Annesi henüz doğumdan dokuz gün geçmişti ki öldü. 10 yaşına dek babasıyla kalan Jean-Jacques, bu süre içinde babasından sevgi ve şefkat göremedi. Kendine romanlar ve Plutarkhos’un yapıtlarıyla düşsel bir dünya kuran çocuk, 10 yaşından sonra bir rahibin korumasına verildi. Ancak buradaki baskıcı ortama dayanamayınca teyzesine sığındı. Bu dönemdeki yaşantıları da kendisini oldukça mutsuz etti ve kendi anlatımıyla 1728’de bir gezinti dönüşü kentin kapılarını kapalı bulunca da Fransa’ya doğru yol almaya başladı.
Önce yanında barındığı bir Katolik rahipten sonra da rahip aracılığı ile tanıştığı Madam de Warens’ten oldukça etkilendi. Farklı şehirler gezdi, farklı işlerde çalıştı ve müziğe merak sardı. 1732–1741 arası yıllar Rousseau’nun kendini yetiştirdiği zamanlardır. Durmadan okumuş, müzik dersleri almış, doğaya çok yakın olmuş, kısaca aklını ve duyarlığını oldukça geliştirmiştir.
1741’de Paris’e gelen Rousseau, Fransız Bilimler Akademisi’ne “Müzik çin Yeni mlerle lgili Tasarım” adı altında yeni bir notalama sistemi sunmuş ancak bu yöntem ilgi görmemiştir. 1743’te kısa süre Venedik’te Fransız Büyükelçiliğinde görev almıştır. 1743’te Paris’e dönen Rousseau, bir opera için Voltaire ile çalışmış, 1744’te Diderot ile dostluk kurmuş ve “Ansiklopedi” uğraşısına katılmıştır. 1746’da ise bir kadın yazar ile birlikte kadınlarla ilgili bir kitap yazmış ve tüm
bunlar kendisinin Paris’in seçkin insanlarıyla tanışıp kaynaşmasına vesile olmuştur.
Paris sosyetesine kendini kabul ettiren Rousseau’nun bir hizmetçi ile aşk yaşaması her şeyi alt üst eder. Bu olay sosyetede bir skandal olarak görülünce artık eski değerini yitirmeye başlar. Oysa Rousseau için kendini kanıtlamak artık bir tutku halini almıştır. Bir süre kendine sırt çeviren insanlardan uzak yaşasa da onlarla birlikte olmak uğruna hizmetçi Thérése ile beraberliğinden olan beş çocuğunu yetimhaneye bırakmayı göze alacaktır.
Kahramanımız, 1749’ta Dijon Akademisi’nin “ Bilimlerin ve Sanatların İlerlemesinin Törelerin Arındırılmasına Katkıda Bulunup Bulunmadığı” konulu yarışmasına “Uygarlığın Kötü Sonuçları: Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev” başlıklı yazısıyla katılır. Başta Voltaire olmak üzere birçok aydını karşısına alan Rousseau “ nsan doğası gereği iyidir, onu toplum ve uygarlık bozar”
öğretisinin çekirdeğini de bu yazısıyla oluşturmuş olur. Dijon Akademisi’nin armağanını kazanan Rousseau’nun ünü bir anda bütün Avrupa’ya yayılır. Böylece düşünürümüz aydınlanma çağına bir başına karşı çıkmanın övüncünü de taşımaya başlayacaktır.
Rousseau’ya göre birkaç yüzyıl önce Avrupalılar bu güne göre daha bilgisiz ama daha mutlu ve erdemliydiler. Müslümanlar ve Bizans yüzünden edebiyat sanatı dirilince insanlar düşünmeye de başladılar. Bundan sonrası da Avrupa için “mutsuz bilgiçlik ve erdemsiz uygarlık” dönemidir. Çünkü edebiyat, sanat ve bilim insanları kuşatan zincirleri çiçeklerle süsler, özgür yaşamak için doğmuş görünen insanlardaki o doğal duyguyu boğar, tutsaklıklarını sevmelerine neden olur. Onları sözde uygar uluslar kılığına sokar. Rousseau’ya göre bilim ve sanatların gelişmesi, toplumsallık ve kültür, başlangıçta iyi olan insanın doğasını bozmaktadır. Yani, insanın doğuştan iyi olan doğası, toplum haline gelme süreci içinde bozulmaktadır ve bu kaçınılmaz bir durumdur. Toplum halinde yaşama, insana, doğal yanını ve bencilliğini dizginlemesini öğretmiştir. Bu nedenle o, doğallığını yitirmeye ve doğal bir varlık olmak yerine bir kültür varlığı olmaya başlamıştır. Artık bu konumunu terk edemez, doğallığına ve bencilliğine dönemez. Bu durumda onun amacı artık doğallığına dönmek değil, tersine ancak eşitlik ve özgürlük ilkelerine dayalı bir hukuk devletini gerçekleştirmek olmalıdır.
Düşünürümüze göre, bilim ve sanat yükseldikçe erdem silinir. Rousseau yazısında “Lüks onları beslemese sanatlar ne işe yarardı, haksızlık olmasa hukukun ne yararı olurdu?” diye sormaktadır. Toplumsal insan her zaman doyumsuzdur. Çıkarları çatışır, birbirlerine düşmanlıkları ancak bir nezaket maskesi ardına gizlenebilir. Lüks ve sanatlar ruhları ve bedenleri
uyuşturmaktadırlar.
Yapıtının sonunda da şu sözler yer almaktadır. “Ey erdem, sade ruhların ince ve yüksek bilgisi, seni öğrenmek için bu kadar araca ve zahmete ne gerek var? Senin ilkelerin bütün yüreklerde kazılı değil mi? Senin kanunlarını öğrenmek için kendine kapanmak, hırsızlardan uzak kalındığı bir anda, vicdanının sesini dinlemek yetmez mi? şte asıl felsefe budur, bununla yetinelim.”
Aslında önceki zamanlarda bu düşüncelere oldukça ters bir şekilde yaşayan Rousseau, söylevinin getirdiği ünden sonra yaşam biçimini değiştirdi. Zanaatkârlar gibi mütevazı iş giysileriyle dolaşmaya ve yaşamını müzik ile kazanmaya başladı. Bu arada bir operası ve bir de komedisi sahnelendi. 1754’e kadar kendini felsefi düşünceye adayan ve yeni bir eser yayınlamayan Rousseau, o yıl Dijon Akademisi’nin düzenlediği yeni yarışma için yazmaya karar verdi. Konusu “İnsanlararası
eşitsizliğin kaynağı nedir? Bu kaynak doğal yasanın bir sonucu olabilir mi?” soruları olan bu yarışmaya “Mülkiyetin Kötülükleri: Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Söylev” başlıklı yazısı ile katıldı.
Rousseau, Söylev’ine, insanın tarihini yalancı kitaplardan okuması yerine doğadan öğrenmesi gerektiğini söyleyerek başlar. Rousseau’ya göre, doğa halinde birey özgür ve bağımsızdır. Doğa insanı iyi bir varlık olarak, özgür ve mutlu yaratmıştır. nsan temelde iyi ve ahlaki bir varlıktır. Onu kötüleştiren topluluk yaşamıdır. Yozlaşmanın önemli adımlarından biri mülkiyettir. Mülkiyet, eşitsizliği daha da ileri boyutlara götürmüştür. nsanlar mülkiyeti korumak için yasal ve siyasal bir düzen oluşturmuş, böylece dünyanın hiç kimseye ait olmadığı doğal durumdan biraz daha uzaklaşmışlardır.
Eşitsizlik, ayrı bir sorun olarak değil, insanın doğallığını ve saflığını yitirmesine yol açan uzun toplumsallaşma sürecinin parçası olarak görülmelidir. O’na göre iki türlü eşitsizlik vardır: Doğal eşitsizlik ve siyasal eşitsizlik. Doğal eşitsizlik gerçek eşitsizlik değildir. Gerçek eşitsizlik uygarlıkla başlamaktadır. lkel insan eşit ve özgürdü. Toplumsal insan da herkesin eşit haklara sahip olarak yapacağı toplumsal sözleşme ve yasalarla kendi özgürlüğünü kendisi sağlayacaktır. Olması gereken
devlet biçimi halk egemenliğidir.
Rousseau’ya göre başlangıçta doğal özgürlük, töre, eşitlik vardı. Mülkiyetin ortaya çıkması uygar toplumları doğurdu ve özgürlüğün, törenin, eşitliğin çöküşü başladı. Devlet baskısı bu çöküşün en tepe noktasıdır. Din konusunu da bu olumsuz gelişmeden farklı yerde tutmamak gerekir. Tanrı en yüksek özdür. Yeter ki tapınmadaki şekilcilik, baskıcı kurallar ve din adamları onu bozmasın. İnsan iyidir, yabancı bir şey onu değiştirmedikçe de iyi kalacaktır.
“Eşitsizlik Üzerine Söylev”in ikinci bölümü, bu gün artık ünlenmiş olan şu sözlerle başlamaktadır: Bir toprağı ilk olarak çevirip, “burası benimdir” demeye cesaret eden ve çevresinde buna inanacak kadar budalalar bulan adam, uygar toplumun babasıdır. Kazıkları çekip atarak ya da hendeği doldurarak öteki insanlara “bu adamı dinlemeyiniz, meyvelerin herkesin olduğu ve toprağın hiç kimsenin olmadığını unutursanız mahvolursunuz” diyebilecek bir adam, insanlığı suçlardan, savaşlardan, yoksulluktan ve acılardan ne kadar da korumuş olurdu. Rousseau, zaman içinde giderek toplumsal eşitsizlik üzerine yaptığı vurguyu artırmış ve miras üzerine vergi getirilmesini de önermiştir.
Voltaire ise kendisine yapıtını gönderen Rousseau’ya eseri için şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur(1755): Bizi yeniden hayvan yapmak için kimse bu kadar kafa patlatmamıştır. Yapıtınızı okuyan, elinde olmadan, dört ayak üzerinde yürümek isteği duyuyor. Oysa kötüye kullanılsa bile bilimi ve sanatı sevmek gerekir, kötülükler bulunduğu halde toplumu sevmek gerektiği gibi. Oysa Rousseau’nun gönlü doğaya dönüşten yana olsa da bunun olanaksız olduğunu bilmektedir. İnsanın ve
insanlığın yapacağı şey bencilliğe değil, eşitlik ve özgürlüğe dayalı bir toplumsal sözleşme zemininde erdemli bir yaşama ulaşmak, artık olamayacak doğal mutluluk yerine bir ahlaksal mutluluk gerçekleştirmektir.
Yaşadığı XV. Louis dönemini son derece ustalıkla yeren Rousseau bu kez ödül alamadı çünkü Dijon’lu akademisyenler bu söylevden oldukça ürkmüşlerdi.
Bundan sonra geçen birkaç yıl boyunca ise Rousseau’yu özel hayatının çalkantıları içinde görürüz. Çevresindeki pek çok insanı kaybeder ve 1758’de yalnız yaşamaya karar vererek bir köye (Montmorency) yerleşir. Burada önce bir aşk romanı olan “Yeni Héloise” ve sonra da arzuladığı bir toplum düzenini anlattığı “Toplum Sözleşmesi”ni yazar.
Son Yorumlar