Tüketilemeyen kitaplar!

İhsan KUTLU

‘Felsefe, aslında ŞİİR formunda yazılmalıdır.’

                                                       Witgenstein

 

   ‘Bir ROMAN imgelere dökülmüş bir felsefdenen ibarettir daima.

    Filozof olmak istiyorsan roman yaz.’  

                                                          Camus

 

İlk kez isveççede karşılaştım bu sözcükle; ‘outtömliga böcker’ diye yazılıyor, ancak sözcük olarak çevirirsek ‘boşaltılamayan’ dememiz gerek. Oysa bu sözcük aynı anlamı vermiyor. Bu nedenle, çeviri çok zor bir alan ve ‘Şiir çevrilemez, başka bir dilde yeniden yazılır’ tanımını doğru buluyorum.

Bir roman, öykü, şiir ve genel olarak sanatta tüketilemiyen nedir? Romanı okuyup bitiriyorsunuz, sonra kapatıyorsunuz. Herşeyden önce, okur olarak sizde, duygu ve düşünce dünyanızda okuduğunuz sürüyorsa; yani farkında olmasanız da, duygu ve düşünce dünyanızda bir iz bırakmış ise, bu kitap bitmemiş demektir. Birçok kitap okumuşuzdur; bunlardan bazıları bilinçaltımızda olsun izler bırakmış ve Yaşam tecrübemize bir artı olarak eklenmiştir; gördüğümüz filmlerin, dinlediğimizin şarkı ve türkülerin de böyle olanları vardır. Hatta, birden, çok eski bir türkü sizi bir anda duygulandırır ve bilmediğiniz bir an’a ve yer’e götürür. Belki, bu türküyü ilk duyduğunuzda belki gizlice birine aşıktınız, o an adını bile unuttuğunuz birine; müzik sizi ona götürmüştür ama siz farkında değilsinizdir.

Ama, bu subjektif, yani size göre tüketilemeyen’dir. Edebiyat açısından kasdedilen ne bu tür size özgü olandır ne de müzik ve görsel sanatlar: burada vurgulanmak istenen, insanlık tarihinde rol oynamış, teknik olarak yeni bir çığır açmış ve bugün de edebiyatçılar için hala üzerinde yazı yazılabilen, tartışma yapılabilen ve yeniden ve yeniden yorumlanabilen kitaplardır.

Amacım, bu tür kitaplar ormanında kısa ama kestirme yollardan giderek bir gezinti yapmaktır; yoksa edebiyatseverlere bilinenleri yinelemek değil. Bu arada dostlara bazı kitapları da dolaylı yoldan önermiş, ya da neden hala tükenmediklerini vurgulamış olabilirsem, kandimi şanslı sayacağım; çünkü, eleştiri yazıları, tartışmalar, düşünce açıklamaları edebiyatın gelişmesi için bir zorunluluktur.

BOCCACCIO: 14 yy Florensa’sında veba salgını vardır ve Decamerone kitabı bu anı anlatır. İnsanlar bulaşıcı hastalıktan dolayı kırlara kaçarlar ve izole yaşamaya başlarlar. Bir saraya sığınan 7 si bayan 3′ü erkek bir grup insan zaman geçirmek için her biri sırasıyla her gün birer öykü anlatırlar. Kural, bayanlardan biri o günün Kraliçesi olur ve grubu yönetir. Günlerce süren bu anlatılar, kanımca İnsanlığın BİNBİR Halini ortaya serer. Veba, Kilisenin mutlak gücünün artması için gerekçe haline gelmişken ve milyonlarca insan vebadan kırılıp – onbinlercesi de CADI suçlamasıyla ve Kilise kararıyla cayır cayır yakılırken bu öykülerin yazılmasına insan inanamıyor. Diyebilirim ki, bugün insanlığın hazinesi sayılan tüm romanların en az yarısını öykü olarak bu kitapta bulabilirsiniz. Kısa öyküler ama sanki Binbir Gece Masalları gibi, sonu olmayan anlatılar.

Çığır açmasının, bence ikinci yanı şu; buradaki öyküler (bunlara başka bir ad bulamıyorum) ile Doğuda söylenilen Masal arasında önemli bir ayrım ortaya çıkıyor: Masal, bildiğimiz gibi adı olmayan insanların adı olmayan bir yerde ve zamanda yaşam öyküleridir; ya da belli dönemlerini anlatır. Yani anonimdirler; masal kahramanlarının ünvanları belirtilir, nitelikleri söylenir, pek azının ise adı vardır; Sinbad gibi.

Ancak Boccaccio’da anlatılan öykülerde kişilerinin adı, sanı, nereli olduğu, ne iş yaptığı… vs tümü var; yani roman ve öyküde anlatılan etli-canlı kişilikler gibidir. Konu ne? HAYATA ait her şey! İnsanın binbir hali, diyorum. Genel bir mesaj çıkarırsak; Kilise – Bağnazlık – Baskı ve doğalı yasaklayan tüm düşüncelerin ve kuralların reddi. Rönesans yaşamamış olan biz ve İslam dünyası ne yazık ki, bu tür yapıtların toplumsal hayatta hangi büyük rolü oynadığını anlayamayız.

Buna koşut Ömer Hayyam’ı verebilirim; onun da reddettiği Boccaccio ile benzerdir; ancak ŞİİR olduğu için bir yanıyla edebiyat – bir yanıyla felsefedir. Boccaccio’nın da, edebiyat yanında çağının Devrimci Felsefesi olduğunu söyleyebiliriz. Ne Hayyam ve ne de Boccaccio tüketilebilir.

ŞÜKRÜ DEDE: Masal anlatıcısıydı. Sanırım Binbir Gece masallarını anlatan Şahrazat’tan daha fazla masal biliyor; elektrik olmayan köyümde, hergün evine doluşanlara birkaç tanesini anlatıyordu. Sanki bir sahne sanatçısı gibiydi; ses, vurgu, anlatım tekniğini çok sonra anımsadığımda bu yargıya varabildim. Antakya’ya indiğinde bir aydan önce köye dönemezdi. Misafir kaldığı eve mahallenin kadınları doluşur, gece yarılarına kadar ona masal anlattırırlardı. Bir keresinde, biz çocuklar da aynı evdeydik; bizi dışarıda gitmeye zorladılar, adeta kovdular. Gitmedik; niçin kovulduğumuzu da anlayamıştık. Sonra para verip sinemaya yolladılar. Ertesi gece gene öyle. Bir başka gece öbür odaya yollandık. Kahkahalar karşısında kulağımızı kapıya dayayıp, dinledik. Allahım, ne açık – saçık (o zaman porno lafını duymaıştık) masallar varmış!

Sabah, korkarak, ‘Şükrü dede, bu anlatıkların günah değil mi?’ diye sordum.

‘Bre oğlum’ dedi, ‘Metellerin çoğu böyle. Ne yapyım, beni mecbur ediyolar.’ Biraz daha üsteleyince, ‘Bre, Hocaların ne kadar Vaazı var, vallahi ondan fazla böyle metel var,’ demesin mi! sonra ekledi; ‘Müslümanlığın gözel yanı bu, Hacci olursun, bütün günahların silinir, anandan yeni doğmuş kimin olursun.’

‘Sen ne zaman Hacca gidicin?’ diye sordum.

‘Valla gitmeye korkuyom’, diye bir süre düşündükten sonra yanıtladı: ‘Çoğu adam azıcık günahla oralara gidiyo, Hacci olduktan sonra azıyo ve en böyyük günahları işliyo. Öteki dünyada çok çok dilimi koparırlar, benim başka ne günahım var! Zaten orada dilim bir işe yaramaycı. Başıma avratlar mı toplanıcı, haydi bize metel anlat, diye!’

O günün dünyasında, bu günün mantığıyla, iletişimin hemen hiç olmadığı gibi düşüncelerimiz var; oysa, Decamerone’daki öyküleri okudukça, bir kısmının bana yabancı gelmediğini anladım; ve birden Şükrü dedeye gittim. Masal halini dinlemişim; bu sonuca geldim.

İsveç’e yeni geldiğimde, dili öğrenmeye çalışırken, kütüphanelerin birinde Nasreddin Hoca’nın bir çevirisini bulmuştum. İlk çeviriymiş; bu nedenle başta Türk dili ve Hoca hakkında uzun bir açıklama yazısı vardı. Türk dilinin sözcük sayısına bakarak Fakir olduğu yargısına varmanın yanlış olduğunu; sözcük sayısı kadar deyim ve atasözü bulunduğunu… anlatıyor ve Nasreddin Hoca’nın her fıkrasının da Atasözüne, deyime dönüştüğünü vurguluyordu. (Bu ülkede ülkem hakkında okuduğum tek olumlu yazı olduğu için gururlanmıştım.) Daha daha, Cervantes’in Türk korsanların elinde yıllarca tutsak kaldığında bol bol bu fıkraları dinlediğini, böylece Don Kişot romanına bu fıkraların malzeme olduğunu da belirtiyordu. Ayrıca bazı atasözlerini de almıştı ama bunlardan birini hiç duymamıştım.

    “Kärt barn har många namn - Yaramaz (haylaz) çocuğun çok adı olur  gibi…

Yunanlı bir dostuma bunu yıllar sonra söyledim: ‘Bizim her zaman TEK adımız oldu. Hatta biz kullanmazken bile başkaları bize hep Türk dedi. Sizin çok fazla adınız var: Grek – Ellas – Yunan – Rum…vs’ dedim.

‘Almanlar da öyle’ dedi Grek dostum. ‘Alman – German – Deutsc – Nemçe – Nemse – Tysk… vs. Nasreddin Hoca doğruyu söylemiş. Yalnız, biz geçmişte haylazdık; Almanlar son yüzyılda… ‘ dedi.

Biz ikimiz de Hayyam, Boccaccio, Şükrü Dede, Nasreddin Hoca gibileri severiz ve değerlerini biliriz. Ne yazık ki, bir teype Şükrü dedenin masallarını ne ben, ne de bir köylüm aldı. Bu nedenle aklıma geldikçe kendimi azap çekercesine suçlarım. Sık sık aklıma gelir. Örnek; Radyonuzu açın ve türkü kanalını bir saat dinleyin. Her üç türküden biri için ‘Muzaffer Sarısözen’in derlediği’ lafını duyarsınız. Ama, benim yıllarca yaptığıma benzer tarzda, bu adı pek önemsemezsiniz. Her ile bu eşsiz insanın heykelini diksek, Konservatuvarların, parkların bir – ikisine adını versek, yanlış mı yaparız? Bu tür insanlar, adı anılanlardan daha mı az değerli?

Grek dostuma dönelim: ‘Her pazar kilise vaazlarında, Türkler – Müslümanlar bizi şöyle ezdi, böyle ezdi, lafından geçilmez… Sonra, belediye ile ya da devletle kilisenin bir arazi uyşmazlığı olur; hemen Osmanlı tapularını çıkarırlar, burası bizim, derler. Bu tapulara göre Yunanistan’ın üştebiri KİLİSELERE ait, vakıf arazisi. Hani sizi ezdiler, aç bıraktılar, herşeyinizi aldılar… diye soruyoruz, cevap yok…’

İşte size bu sevdiğimiz yazarların KONUSU! Bu kitaplarda bunu bile bulabilirsiniz. Bu nedenle bu kitaplar tüketilemez!

Don Kişot’ta her çağa ve her yere uygun olan ne? Bir yanda Akıl, yani uşağı; diğer yanda hayal, ütopya, rüya ve fantezi, yani Don Kişot. Burada trajik olan, aslında AKLI temsil eden uşağın durumu. Don kişotu biz görüyoruz, biliyoruz, o kendi durumundan habersiz ve fantezi dünyasında mutlu biri olarak yaşıyor. Peki, Sanço Panço!

Nietzsche’de bu iki ZIT tip Dionysus ile Apollon olur; trajedi böyle doğar. Biri dağıtır, diğeri sistemleştirir ve akla uygun olarak düzenler. Bu da Don Kişot romanına sızan felsefedir.

HOMEROS: Manas destanı gibi onun iki dev yapıtı, İliada – Odysseus nazım olarak yazılmıştır; çünkü akılda tutulması, sazla söylenmesi ve kulağa hoş gelmesi, sonu uyaklı olduğundan dolayı daha belirgindir. Şiir, bugün biliyoruz, nazım olmaktan ayrılmıştır. Yani her dikt şiir değildir. Çeviri ise hiçbir dilde orjinalini veremez; bu nedenle usta bir kalem, bu destanları düz yazı olarak yeniden yazmış, çevirisi de bence çok güzel, bunun doğru bir iş olduğuna inanıyorum. Okuyunca dikt ile düzyazı hali arasındaki TAD ayrımına hemen varıyoruz.

Şükrü dedeyi ve Kur’an kursunda ezberlettiğim Hafız’ı düşündükçe, görmeyen aşıkları – trabadurları daha iyi kafamda canlandırıyorum; bu kadar uzun yapıtları ezbere okuyabildiklerine gerçekten inanıyorum. Beyin, Hafıza bazı insanlar için silinmeyen ana minne gibi olsa gerek. Bulgaristan’da okurken, Georgı Dmitrof’un da yanında bir adamı olduğunu anlatmışlardı. Dimitrof, herhengi bir yazıyı, ya da belgeyi aramaz, ona sorarmış; adam hemen ne olduğunu, numarasını vs. söyleyiverirmiş. Batıl hiçbir inancım yok, ama bazı insanlarda FİL hafızası olduğuna inanıyorum.

Filmini de gördüğümüz (Troya) destanının en tüketilemez yapıt olduğunu söylemiyecek hiçbir edebiyatçı bulamazsınız. Akillesi’in Öfkesi bu destanın ikinci adıdır. Yazılmış en BÜYÜK ve Yüce aşkı orada buluyoruz; en büyük dram ve trajedi bu yapıtta dile gelmiştir. Bütün edebi İZM’ler de bu destanda gizlenmiştir. Hakkında yüzlerce – binlerce kitap ve yazı yazıldığı halde bitilemiyen okyanus da bu kitaptır. İnsanlık Halleri, durumları… hiçbir yerde böylesine anlatılamamıştır. Ben bir – iki noktayı vurgulayarak, – haddim olmayarak – o okyanus denizine dalıp çıkma cesaretini göstereceğim.

Akilles’in seçimi: Bin yıl adının söylenmesi ile mtulak ölmek arasında bir seçim yapmalıdır ve o en trajik olanını seçiyor. İsa, Che Guavera, düşüncesi ve inançları için can verenler… acaba neyin seçimini yapıyorlar? Mutlu, normal bir yaşam, iyi bir meslek ile ölmek ve adını yaşatmak, arasında değil mi?

Suçlu kim: Hektor’u öldüren Akilles’in elini öpen baba! Oğlunu gömmez ise, Hades’e gidemez ve ruhu ortada azap çekerek dolanır durur. Ve Akillles’in ona sözü: ‘Sen, uğruna savaştığım kraldan bin kat daha asilsin!’ Yani, Akilles safını yanlış seçmiş… İşte trajik olan budur. Bu insanların tümü tanrıların elinde birer oyuncak. En tepede ZEUS var, sonra hiyererşik Olimpos düzenine göre tanrılar ve tanrıçalar. Yani dünyamızın binlerce yıldır varolan düzeni! Bugün çok mu farklıyız?

Belki de bizi hala bu destanın dışına çıkamamaya mahkum eden bir gerçek daha var, bu destanlarda: tanrılar, sadece Doğa güçlerine hükmetmekle kalmıyorlar; insan ruhuyla ilgili olan, psikolojik tüm güdülerimizi de yönetiyorlar. Kıskançlık yaratıyorlar, korku ve panik estiriyorlar ve hatta aşk, dedikodu tanrısı bile var. Bu durumda, biz insanların, orada birbirini acımasızca boğazlıyanların sorumluluğu, suçu, günahı var mı? Hepimiz Olimpos’un elinde basit figüransak, bizimle oynanıyorsa, bizim suçumuz ne? İşte size Camus ya da Kafka.

Bu soru, Akilles varoldukça onunla birlikte yaşayacaktır. Bu destan yazılmış tüm edebiyatın tüketemediği bir kaynaktır. Moby Dıck’teki Ahab; Şato’daki görünmez, erişilmez Klamm; Yabancı’daki, Kafka’daki Mahkeme… vs Zeus’un kılık değiştirmiş olanı değil midir? Odysseus’un evine dönme macerası ise, tüm doğu masallarının ana temasıdır; Kahramanımız Kaf dağına varır ve altın elmayı aldıktan sonra döner. Armağanı kazanır. Odysseus’daki fark, Poseidon gibi tanrıların işe karışması ve onu cezalandırmasıdır. Dünya Savaşları belgeseline baktıkça bu aklıma gelir; askerler daha yola çıkarken, kafalarında tek bir düşünce ve dilek vardır; sağ salim evlerine dönmek. Onların Posedion’u kim ve kimler?

 Kutsal Kitaplar: Ben kökleri aynı olan üç dinin de kutsal kitaplarını okudum; az-çok Asya dinlerinin metinlerini de gözden geçirdim. Teologların alanına girmek gibi bir amacım yok. Edebiyat açısından bu yazılı metinleri anlamaya çalıştım. Ne yazık ki, toplumun ezici bir çoğunluğu bu açıdan metinelere bakmıyorlar.

Tevrat ve İncil diye söylediğimiz ilk iki kitapta tüketilemez olan nelerdir?, sorusuna yanıt bulmaya çalıştım. Öyle ya, onbinlerce ikon, resim, heykel yapılan, kitap, roman, öykü ve yazı yazılan, filmlerini seyrettiğimiz bu iki kitabın dünya tarihinde oynadığı rolü belirtmem gerksiz. Özellikle, İsa merkezli İncildeki öyküleri az ya da çok bir çok romanda, öyküde mutlaka bulursunuz. Gelecekte de bulacağımızdan kuşkum yok. Tarihçiler, arkeoljik bulgular, metinler, kaynaklar temelinde korkmadan ve özgürce İSA konusunda düşüncelerini söylerler, yazarlar, filmlerini görürsünüz. Bu tartışmalar ülkemize kadar ulaşır; ancak bu tartışmaya hiçbir aydın ve edebiyatçı katılamaz. Çünkü biz TABU toplumuyuz. Zeus’tan daha zorba yargıç var tepemizde. ‘Dinimize dil uzatıldı – İslam düşmanı – Peygamberimiz aşağılandı…’

     Edebiyat olarak bile bu Yasak alana girilemez, o Putlaştırılmış alan hakkında asla yazılıp çizilemez. İstediğiniz gibi Anayasa yapın, yasalar koyun, toplumsal TABU varoldukça bu tür konuları dostlarınızla konuşabilirsiniz; ama yazmazsınız.

Her neyse, Kutsal kitaba bağlı kalınarak bile binlerce kitap yazılmış, yazılıyor ve yazılacak; yeniden ve yeniden İsa’yı, onun yaşamını, vaazlarını okuyacağız.

Edebiyat açısından; İncil, edebiyatın en gelişmiş olduğu, uygarlığın en ileri noktasında bulunan Roma imparatorluğunda kaleme alındı. Elbette, kompozisyon olarak, iç kurguları, konuşmalar, öykü haline getirilmesi edebiyat açısından bu damgayı taşıyor. Öyküler açık, tümceler arasındaki bağlantılar, giriş – gelişme- yayılma ve sonra bir sonuca bağlanma ustaca yapılmış. Bu bakımdan Eedebi değeri olan ve gelecekte de bu değeri koruyacak bir metin. Ve aynı zamanda bu yanıyla Camus’ü haklı çıkarıyor; bir insanın yaşamında bir felsefe gizlidirve bu formla dile geliyor.

Tevrat ise İbrahim’den başlayarak soyağacı tarihi; biz de Osmanlı tarihini Sultan adlarına göre okur, ezberlerdik. Babadan oğula geçen Kral – Peygamberler. Her birinin yaşam öyküsü. Öyküler arasında elbette bağlantılar sağlam; gene kompozisyon açısından tümceler mantıksal olarak birbirinin devamı ve sonunda herkesin anlayabileceği bir metin çıkıyor ortaya. (Bu çok önemli; bir metin düşünün, bir tümce alıyorsunuz, bir önceki ve bir sonraki tümceleri okuyorsunuz; aralarında hiçbir bağ ve ilişki yok. Edebiyat açısından bunun değerlendirmesini yapamazsınız, çünkü tabudur.)

Bu öyküler hakkında da sayısız kitaplar yazıldı, filmleri yapıldı; On Emir, Samson ve Dalila, Ben Hur… vs çocukluğumuzun filmleriydi. Yani bu metinler de tüketilemiyenler arasında olup; özgürce tartışılır. İsveç’te Gılgamış destanı ile Bu kutsal sayılan metinleri edebiyat kitaplarında  yanyana konulur ve benzerliklerini Lisede ders olarak okutulur. Gılgamış daha eski olduğundan, oradan Tevrat’a, İncil’e nasıl aktarıldığı gözler önüne korkmadan sererler.

80′li yıllarda Sufiler (çünkü onların yazdıkları da aynı zamanda edebiyatttır) çok revaçtaydı; edebiyatseverler bunları ilgi ile okuyorlardı; ancak Salman Rüşdi olayı sonrası ve bugünkü manzara karşısında bu konuları batı aydını tümden bıraktı. Çünkü ölüm ve Fetva korkusu ta buralara kadar sindi. Artık, ‘Ne halleri varsa, görsünler!’ tavrına girdiler.

Edebiyat açısından değerlendirme yapmayı, Hırıstiyan dünyası gibi özgürce bu konularda yazı yazmayı, edebiyat, film ve sanat konusu haline getirmeyi bizden sonraki kuşaklar yaşayacak mı?, diye düşünmek en büyük işkencedir. Ta İzlanda’da yaşayan aydın insan, üzerinde bu karanlık ve kör baskıyı duyuyorsa, yazık, böyle bir dünya Ömer Hayyam zamanında bile yoktu; ama şimdi var.

Hayırını görsünler!

İhsan KUTLU

     

    

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.