Film’e Dair Birkaç Not: Godzilla
“İnsanoğlunun kibri doğanın bizi kontrol ettiğini değil de, bizim doğayı kontrol ettiğimizi düşünmektir.” Dr. Serizawa
1954 yılında, Japonya’daki Toho Co. Ltd. şirketi, hâlen 2. Dünya Savaşı’nın yıkımından toparlanmaya çalışan bir ülkede, Ishiro Honda’nın çığır açan canavar filmi “Godzilla”yı gösterime sundu. Japonya’da dev bir başarıya imza atan film, 60 yıl sonra, atom çağının korku ve dehşetini huşu uyandıran bir doğa gücüne, Godzilla’ya katarak ses getirmeye devam ediyor.
Toho’nun ikonik yaratımının destansı yeni vizyonunun başındaki Britanyalı yönetmen Gareth Edwards, “‘Godzilla’ canavar filmlerinin mihenk taşı” diyor. Edwards, Honda’nın 1954 tarihli başyapıtını DVD’de keşfetmeden önce de Japon canavar filmleriyle büyüdü. Ama bu filmin yalın alegorik alt metninden ve çağdaş zamanlarda da güncelliğini korumasından çok etkilendi. “Elinizde, bir şehre tepeden bakan dev bir dinozor siluetiyle dünyanın neresine giderseniz gidin, herkes onun ne olduğunu tam olarak bilecektir —bir Godzilla filmi izlemiş olsalar da, olmasalar da. Fakat çoğu insanın fark etmediği şey, orijinal Japon ‘Godzilla’sının aslında çok ciddi bir film olduğudur. Bence filmin Japon kültürü tarafından böylesine benimsenmesinin nedeni bu —çünkü hem harika bir canavar filmiydi, hem de bu görüntüleri perdede böylesine organik ve gerçekçi bir şekilde görmek insanlar için büyük bir duygusal boşalma yarattı.”
Kısmen yeniden çekilen, mecazi anlatımlarından bir kısmı yumuşatılan ve çeşitli dillerde dublajı yapılan film, iki yıl sonra yurtdışında yeniden gösterime girdi ve bir efsane böylece doğmuş oldu. Son altmış yıl boyunca, yıldızı yükselen “Canavarların Kralı” popüler kültürde dikkat çekti, çeşitli devam filmleri, sayısız oyuncağı yapıldı ve çizgi romandan video oyunlarına birçok kez yeniden hayat buldu. Yepyeni bir sinema türü doğdu —kaiju eiga— ve Godzilla 20. yüzyılın, şimdi de 21. yüzyılın en sevilen ve tanınan film kahramanlarından biri oldu.
Yeni filmin yıldızlarından Bryan Cranston, çocukluğu boyunca televizyon ekranında canavarın önüne gelen her şeyi yıkışını izlerken büyülendiğine ilişkin çok canlı anıları olduğunu aktarıyor: “Godzilla ve ateş püskürtüşü… önüne çıkan her şeyi yakıp yıkıveriyordu. Aslında kostüm giymiş bir adam minyatür bir Tokyo’yu yerle bir ediyordu, ama küçük bir çocuk için bu muhteşemdi. Bir yanım hep o küçük çocuk olarak kalacaksa da, böyle bir filmin nasıl yapıldığına dair tüm hassasiyetim olgunlaştı elbette. Olay sadece Godzilla’nın bir şeyleri parçalaması değil. İnsanlar yine onu destekleyecekler; öte yandan, olup bitenle de bağlantı kurmak ve hayatta kalmaları için karakterlere de destek olmak istiyorsunuz.”
Cranston gibi, Legendary Pictures’dan Thomas Tull da canavar filmlerinin tadını çıkararak büyüdü; fakat Toho’nun ekibinin başlıca mücevheri aklında daima üstün bir yere sahip oldu. “Godzilla imzası hâline gelen kükremesinden sırtındaki yüzgeçlere ve üflediği radyoaktif ateşe kadar, her şeyiyle tam bir küresel ikon” diyor Tull ve ekliyor: “Toho, yıllar içinde, karakteri çeşitli şekillerde inceledi ve onu çeşit çeşit dev canavar formlarına soktu. Fakat benim en sevdiğim, her zaman Japon orijinali olacak; o hem dehşet verici bir canavar filmiydi hem de derin bir eğitici öyküydü.”
Edwards’ın “Godzilla”sının yapımcılığını Legendary Pictures’ın başkanı Jon Jashni, emektar yapımcı Mary Parent ve Britanyalı sinemacı Brian Rogers’la birlikte gerçekleştiren Tull, bu dev yaratığı orijinalinin yüreği ve insani öğeleriyle beyaz perdeye bir yaz filmi olarak yeniden getirmeyi uzun süredir arzu ediyordu. “Niyetimiz daima bu karakterin şimdiye kadar olduğu gibi güncel kalmasına olanak tanıyan esas öğelerinin hakkını vermekti” diyen Tull, şöyle devam ediyor: “Planımız Godzilla’yı, hayranları olarak, görmek isteyeceğimiz şekilde hayata geçirmekti —sırf heyecanlı olması için yapılmış bir film değil, köklerine geri dönen ve günümüz dünyası bağlamında insani bir hikaye anlatan bir film olmasıydı. Bu filmi bütün hayatım boyunca bekledim.”
Böylesine ikonlaşmış bir karakteri yeniden hayata geçirmenin kaçınılmaz bir unsuru, filmin başına bir yandan yepyeni bir bakış açısı ve yoğun bir sinema estetiği sunabilecek, bir yandan da Godzilla’nın bütünlüğüne ve efsanesine sadık kalacak bir yönetmen getirmekti. Tüm bu nitelikleri, ödüllü filmi “Monsters”la bağımsız sinema dünyasında fırtınalar estiren, yeni sinemacı Gareth Edwards’da buldular. Edwards “Monsters”ı yazıp yönetmekle kalmamış, tüm görsel efektleri kendi dizüstü bilgisayarında yaratarak filmin tasarımını ve çekimini de tek başına gerçekleştirmişti.
Tull, “Gareth’la daha ilk sohbetimizde, tutkulu bir Godzilla hayranı olduğunu anlıyordunuz. Ve kesinlikle son derece düşük bir bütçeyle yaptığı ‘Monsters’ı izledikten sonra, daha fazla kaynağı ve daha büyük bir tuvali olduğu takdirde, olağanüstü bir şey çıkaracağı hissini yaşadık.”
Jon Jashni ise genç yönetmenin yaratıcılık ile insan gerçeği arasında mükemmel bir denge kurduğunu ekliyor: “Perdeye bir ton dijital kaynak aktarabiliyor olmanız, bunu yapmanız gerektiği anlamına gelmiyor; tıpkı izleyicinin, sizin yaratmaya çalıştığınız dünyaya girmesine pek yardımcı olmadığı gibi. Gareth, ‘Monsters’da, göstermeye imkanlarının yettiğinden çok daha fazlasını ima yoluyla anlatmak zorundaydı. Karakter merkezli bir bakış açısı seçti, gerçek dünyayı temel aldı ve onun üzerine dünyevi olmayan öğeler oturttu. ‘Monsters’ bizim yeni Godzilla’yla yaratmayı umduğumuz şeyin bir mikro kozmosu: Gerçek ve hakiki bir şey.”
Yapımcı Mary Parent da Edwards’ın bağımsız hitinden etkilendiğini, onun hikaye anlatımındaki hassasiyetlerinin ve sinema geçmişinin herkeste Goszilla’nın emin ellerde olduğu konusunda güven oluşturduğunu kaydediyor: “Gareth’ın bir sanatçı ve hikaye anlatıcı olarak tüm vizyonunu, görsel efektler teknolojisindeki hakimiyetiyle birlikte, bu karakteri hak ettiği ve daha önce hiç görülmemiş biçimde beyaz perdeye yansıtmaya layık bir film yapmaya aktaracağını biliyorduk. Ama şunu da biliyorduk ki özdeşleşeceğimiz ve önemseyeceğimiz karakterler de yaratabilir; ve izleyiciye ‘Godzilla’ deneyimini onu gerçekten yaşayan insanların penceresinden izletebilirdi.”
Kendisine bir efsanenin dizginlerinin verildiğini bilen Edwards, ilham için —kendisinden önce Ishiro Honda’nın yaptığı gibi— etrafında gördüğü dünyaya döndü. “Kulağa imkansız geldiğini biliyorum, fakat bir an için insanoğlunun bırakın kontrol etmeyi iletişim bile kuramadığı dev bir yaratığın çıkageldiğini düşünün… böyle bir şeyi yaşamak nasıl bir deneyim olurdu? Dünya nasıl tepki verirdi?” diye soran yönetmen, şöyle devam ediyor: “Hepimiz doğal ya da başka türde, gerçekten olmasalardı bir film senaryosu gibi görünecek, akıl almaz felaketler görmüş ya da yaşamışızdır. Dolayısıyla, nihai Godzilla filmini yapmanın zorluğu o gerçekliği yansıtmaktı ki bu da bizi Godzilla’nın gerçekte ne olduğunun özüne götürüyor.”
Tull, “Bu filmle yapmak istediğimiz şeylerden biri, ki bu Toho’daki ortaklarımızla paylaştığımız bir amaçtı, hikayenin bir kısmını Japonya’da geçirmek ve Godzilla’nın nükleer enerjiye bağlantısını korumak, fakat bir yandan da bunu mevcut olayların ışığında, saygı ve hassasiyet çerçevesinde Yapımcı Brian Rogers ise şunu ekliyor: “1954 filminde konu alınan insan ile doğa arasındaki denge ve bunun sonuna kadar zorlanmasına ilişkin tüm potansiyel yollar, o zaman olduğu gibi şimdi de güncel konular —hatta belki günümüzde ve içinde bulunduğumuz dönemde daha da güncel.”
Londra dışında çalışan Edwards, hem Godzilla’nın kökenine ilişkin ipuçları veren hem de onun bugünkü dünya bağlamında ortaya çıkışının habercisi olan gizemli olayları aydınlatan bir hikaye şekillendirmek için, filmin Los Angeles’taki senaristi Max Borenstein’le Skype üzerinden bir görüşme Oyunculardan Ken Watanabe, Japonya’da büyümüş olsa da, 1954 filmini yakın zamana kadar izlememişti ve Edwards’ın filmi onore etmek için titiz çabalarını takdirle karşıladı. “Orijinal ‘Godzilla’ Japon toplumunun o dönemde —bombalardan dokuz yıl sonra— duygusal ve fiziksel yaralar hâlâ son derece tazeyken, aklından çıkaramadığı kışkırtıcı bir soruyu işliyordu” diyor aktör ve ekliyor: “Gareth’ın o filme ilişkin derin bir anlayışı var. O fikirleri yeniden canlandırmadaki cesaretine hayran Borenstein senaryoyu David Callaham’in hikayesine dayanarak yazdı ama önce büyük çaplı bir araştırmaya girişerek, Toho Co. Ltd. tarafından yapılmış 28 “Godzilla” filminin hepsini izledi; Showa, Heisei ve Millennium serilerini gözden geçirdi. “Arzumuz bu hikayeye, günümüzde geçen, gerçek bir felaketin tüm ağırlını yaşatan, dehşet verici bir olaymış gibi yaklaşmak ama aynı zamanda izlemesi eğlenceli, büyük ve görkemli bir film yapmaktı” diyen Borenstein, şöyle devam ediyor: “Orijinal film insanlığın doğa karşısındaki önemsizliğinin muhteşem hikayesiydi. Ancak, o çapta bir felaket sonrasında insanın hayatta kalma ve yeniden ayağa kalkma gücünü ve azmini de işliyordu.”
“Godzilla”nın tek bir karesi bile çekilmeden önce, yönetmen ve yapımcılar filme vermek istedikleri atmosferi ifade etmek için 90 saniyelik bir fragman yarattılar ve bunu ilk gösterimini yıllık Comic-Con International’da (Uluslararası Çizgi Roman Kongresi) yaklaşık 7.000 çığlık atan hayranın önünde yaptılar. Kumlu görüntüler taş yığınına dönüşmüş bir şehre, toz duman içinden çıkan ve sağır edici şekilde kükreyen dev bir yaratığa yer veriyordu. Edwards, görüntünün üzerine, Japon şehirleri Hiroshima ve Nagasaki’yi radyoaktif birer kül yığınına çeviren atom bombasının “babası” Robert Oppenheimer’ın Hint yazmalarından alıntı yaptığı, unutulmaz sözlerini oturtmuştu: “Ben şimdi ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.” Bu cümleyi, bombaların açtığı, akıllara sığmayan Pandora’nın Kutusu’nu tasvir etmek için sarf etmişti.
Godzilla’nın daima kendine özgü bir gizemi ve ikiliği oldu —insanlıkla uyum içinde olmayan katıksız bir içgüdüye sahip; ve denizden acımasızca çıkıp insanlığın üzerine çöküyor. “Canavarlar daima başka bir şeyin metaforları olagelmişlerdir” diyor Edwards ve ekliyor: “Onlar doğamızın ve kontrol edemediğimiz şeylere duyduğumuz korkunun karanlık yanlarını temsil ederler. Godzilla, bir bakıma, adeta ‘Tanrı’nın gazabına’ vücut veriyor —dini anlamda değil, ama doğanın dünyaya yaptıklarımızdan dolayı bizi cezalandırmak üzere geri dönüşü anlamında. Filmimizde, bu fikirlere kesinlikle parmak basıyoruz.”
Hikaye ve Karakterler
“Godzilla” birden çok kıtaya ve onlarca yıla yayılarak, bir dizi gizemli ve yıkıcı olayın etkisini felakete merkez üssünde yakalanan bir avuç insanın gözünden aktarıyor. “Filmimiz hikayeyi mutlak bir bakış açısından anlatmıyor” diye açıklıyor Tull ve ekliyor: “Bu krizin ortasında, hayatları geriye dönüşü olmayacak şekilde değişen insanlar var. Onlar birer süper kahraman değiller, kendilerini olağanüstü koşullara yakalanmış bulan sıradan insanlar. Oyuncu kadrosunu filmin çok önemli bir unsuru yapan şey de işte bu.”
Edwards bu düşünceden hareketle, filmi, karakterlerin olağanüstü serüvenlerine gerçekçilik getiren düzeyde performans sergileyebilecek oyuncularla doldurmak istedi. “Böyle bir filmde, insanları tek bir abartıya inandırabilirsiniz ve o da dünyada dev canavarların olduğu. Geri kalanı olabildiğince inandırıcı olmak zorundadır; oyuncu kadromuz konusunda kendimi inanılmaz şanslı hissetmemin nedenlerinden biri bu. Sayfalarda yazılı olanı alıp, hayata geçirebildiler ve başka her şeye inanmanıza yardım eden duygusal gerçekçiliği yaratabildiler” diyor yönetmen.
Oyuncu kadrosu açısından, bu sinema ikonu ile Edwards’ın bu destansı yeniden doğuş için vizyonunun bir araya gelişi, “Godzilla”yı karşı konulmaz bir proje hâline getirdi. “Gareth’la film hakkında ilk konuşmamızda, bunun büyük bir canavar filmi olduğunu unutmamı söyledi” diyen Aaron Taylor-Johnson, şöyle devam ediyor: “Godzilla’nın onun için ifade ettiği şeye bayıldım; bu yaratığı beyaz perdeye büyük bir felaket gösterisiyle taşımak istemesi fakat hikayeyi yüksek bir sanat ve duygu düzeyinde anlatmayı seçmesi çok hoşuma gitti. Projeye katılmak istememi sağlayan şey buydu. Ve Gareth bu deneyimi inanılmaz özel kıldı.” Aktör filmin merkezi rollerinden Ford Brody’yi canlandırdı. Bomba imha uzmanı bir deniz subayı olan Brody, başı dertte olan babasına yardım için Japonya’ya çağırıldığında, eşi ve küçük oğluyla daha yeni bir araya gelmiştir.
“Ford filmimizin kahramanı ve bol aksiyon yaşıyor” diyen Edwards, şöyle devam ediyor: “Hikaye anlatımının çok fazlası görsel olduğu için de, onun ne düşündüğünü ve hissettiğini anlamamız elzemdi. Bu yüzden, tek bir bakışla çok şey anlatabilen bir aktöre ihtiyacımız vardı. Aaron’ın John Lennon’ı oynadığı ‘Nowhere Boy’u izlemiştim, ruh dolu bir performanstı. Gözlerinin ardında müthiş bir yoğunluk ve duygu vardı. O andan itibaren aradığımız adamı bulduğumuzu Ford’un bomba imha deneyimi onu insanoğlunun karşılaştığı en büyük tehlike karşısında oluşturulan birleşik savunma hattının ön safhalarına çeker, fakat görevi ile genç ailesini bulup koruma ihtiyacı arasında sıkışıp kalır. “Ford ordunun ihtiyaç duyduğu türde bir uzman ve ortada herkesin görev başına çağırıldığı bir durum var” diyen Taylor-Johnson, şöyle devam ediyor: “Öte yandan, esas görevi ailesine geri dönmek; ve ordudaki işi kendisini San Fransisco’ya yaklaştırmasının tek yolu hâline geliyor. Fakat bu yürek parçalayıcı bir durum çünkü eve asla varamayabileceğini biliyor.”
Godzilla ilk olarak San Francisco’da ortaya çıktığında şehre sıkışıp kalanlardan biri de Ford’un karısı Elle Brody’dir (Elizabeth Olsen). Yoğun bir hastanede hemşirelik yapan Elle, gerek felaketin insani boyutuyla başa çıkmak gerek dört yaşındaki oğlu Sam’i (yeni aktör Carson Bolde) korumak için zor seçimler yapmaya mecbur kalır. “Elle’inki bir kahramanlık hikayesi çünkü hem yapması gereken bir işi var hem de umutsuzca kendi çocuğunu korumak istiyor” diyen Olsen, şöyle devam ediyor: “Onların hikayesi ve Ford’un geri dönmeye çalışırkenki serüveni bu filmin sevdiğim yanları —aile değerinin hikayenin özünde yer alması; ve kriz anlarının herkesin içinde yatan cesaret ve kahramanlığı ortaya çıkarması.”
Edwards’a göre, Olsen‘ın duygusal malzemeye hissettiği şey onu bu rolde izlemeyi çok keyifli kıldı. “Elizabeth’in performansında belgesel tarzı bir şey var —hiç oyunculuk yapıyormuş gibi gelmiyor. Onunla çalışmak tesadüfen bir canavar filmi olan ciddi bir drama filmi yapmak gibi.” Olsen, Edwards’ın filme katmak istediği gerçekçilik düzeyini ilk olarak yönetmenin hazırlamış olduğu fragmanda tattı. “Gareth’ın fragmana yaklaşımı ve fragmanın dünyanın dört bir yanında gördüğümüz görüntülerin bazılarını yansıtış biçimi beni yakaladı” diyor aktris ve ekliyor: “Elle’in bu filmde karşı karşıya olduğu durum bu tür olaylara yakalanan insanlarınkine ve sevdiklerinizi kurtarmak için ne kadar ileri gidebileceğinize işaret ediyor.”
Aynı dürtü yolculuğu boyunca Ford’u da güdümler. Taylor-Johnson filmin muazzam aksiyonunun ortasında bile, rolün fiziksel gerekliliklerinin karakterin karşılaştığı duygusal zorlukların gölgesinde kaldığını itiraf ediyor: “Ford film boyunca hakikaten hem içsel hem de dışsal olarak büyük zorluklarla karşılaşıyor. Onunla ilk tanıştığımızda, o bir eş, baba ve oğul; ve tüm bu görevleri oldukça ağır bazı duygusal yükler altında doğru bir şekilde yerine getirmeye çalışıyor. Babasıyla çözülmemiş meseleleri var. İlişkilerini düzeltme çabaları onu kendisine en çok ihtiyaç duydukları sırada ailesinden Ford 15 yıl önce, anne babasıyla Japonya’da yaşarken, ailesini parçalayan bir olayın yükünü hâlen yaşamaktadır. Fakat 1999’daki o kader gününe öncülük eden olayların kaynağı daha güneyde, filmin başladığı Filipinler’dedir.
Filipin cangılının uzak bir köşesindeki bir maden çökerek, altındaki fosilleşmiş, çok büyük ve çok eski bir şeyin son derece radyoaktif kalıntılarını açığa çıkarır. Gizli bir devlet örgütünden iki bilim insanı, Dr. Ishiro Serizawa ve Dr. Vivienne Graham bu tuhaf kalıntıyı incelemek üzere bölgeye Hayatını Godzilla’yı aramaya adamış olan ve madenin olduğu mağarada mitsel yaratığın varlığına dair kanıt bulmayı uman Japon bilim insanı Serizawa’yı Ken Watanabe canlandırdı. “Onun arayışı bilimsel merakın ötesine geçiyor” diyen Watanabe, şöyle devam ediyor: “Dünyada var olabilecek dehşet türleri konusunda endişeli; ve ‘Alfa Yırtıcı’ adını verdiği şey ve onun gezegendeki rolü konusunda kendine ait teorileri vardır.”
Filmde, Godzilla’nın kökenleri yakın tarihe ilişkin alternatif bir açıklamaya, Serizawa’nın peşini bırakmayan karanlık bir efsaneye dayanmaktadır. Serizawa ismi orijinal Japon filmindeki kilit bir karakterden esinlenmiştir. “Dr. Serizawa yaratık hakkında en derin içgörüye sahip bilimci; Ken de bu karaktere fevkalade bir giriftlik ve duygu derinliği kattı” diyor Edwards ve ekliyor: “Çekimler sırasında, kimsenin Ken’inki kadar farklı bakışları yoktur diye espri yapıyorduk. İzlemesi gerçekten büyüleyici bir aktör çünkü tüm içsel düşüncelerini yüzünde görebiliyorsunuz. Çekim yaptığımız sırada hep başka bir bakış fırlatıyor ya da derin bir nefes alıyor veya odayı terk ediyordu ve biz, ‘Ah hayır, durma, durma’ diyorduk. Kayıtlar uzadıkça uzuyordu çünkü ‘kes’ diye bağırmak içinizden gelmiyordu.”
Watanabe, Edwards’ın orijinal filmdeki tematik öğelerden çağdaş dünya bağlamı içinde yararlanma arzusuna olumlu yanıt verdi. “Bugün Japonya’nın ve aslında gerçekten tüm dünyanın, ilk filmin yapıldığı dönemdeki zorlukların aynısıyla karşı karşıya olduğunu hissediyorum” diyen Watanabe, şöyle devam ediyor: “Godzilla nükleer öğeden ayrılamaz. O bize geleceğe bakmamı ve nasıl bir dünya istediğimize dair düşünmemiz konusunda ivedi bir hatırlatıcı görevi görüyor. Dolayısıyla, senaryoyu okuduğumda, Gareth’ın filminin, ucundan kıyısından anladığımız güçleri dizginlemeye çalışmanın sonuçları ile Godzilla arasındaki bağlantıyı koruyor olmasından etkilendim.”
Serizawa’nın meslektaşı Dr. Graham’i canlandıran Sally Hawkins de Edwards’ın projeye duyduğu tutkunun setteki tüm yaratıcı kararları aydınlattığını ekliyor: “Uğraşması gereken başka bir sürü şey olmasına rağmen, oyunculara ve hikayeye büyük önem verdi, her zaman filmin kalbini ve gerçeğini koruma gerekliliğini vurguladı.” Hawkins tüm sahnelerini Watanabe ile paylaştı. İki oyuncu arasında hemen bir bağ kuruldu. “Graham ve Serizawa bu yolculuğa beraber çıkıyorlar çünkü bu her ikisinin de hayatının çalışması” diyor Hawkins ve ekliyor: “Onlarla tanıştığımızda, iletişim şekillerinin adeta telepatik olduğunu görüyorsunuz. Bence Ken muhteşem bir oyuncu; müthiş bir duruşa sahip. İki bilim insanı arasındaki ilişkiyi yansıtmak için onunla çalışmak gerçek bir keyifti.”
Graham ve Serizawa dağın içerlerine doğru ilerledikçe, tüm mağara sisteminin bir zamanlar dev bir yaratığın iskeletini barındırmakla kalmadığını, içinde başka bir şey daha olduğunu keşfederler. Ve mağara sisteminin sonunda, dağın kendi içinde patladığını, böylece ormanın içinden doğrudan okyanusa uzanan tozla kaplı bir hendek oluştuğunu hayret içinde fark ederler. Kuzeyden Doğu Çin Denizi’ne doğru bir dizi sarsıntı Tokyo yakınlarındaki Janjira Nükleer Santrali’nin sallar. Burası Ford’un (gençliği CJ Adams tarafından canlandırıldı) annesi Sandra (Juliette Binoche) ve babası Joe Brody (Bryan Cranston) ile birlikte yaşadığı yerdir. 1999 yılında, her ikisi de nükleer santralde bilim insanı olarak görev yapmaktadırlar; ve sarsıntıların yaşandığı sabah, alarmları çaldıran ilk kişi babasıdır. Cranston şu ayrıntıları veriyor: “Joe bir nükleer mühendisi ve işinde çok başarılı. Başkalarının birer yer sarsıntısından ibaret olarak geçiştirmeye çalıştığı anormal ses örüntülerini o fark ediyor, fakat elindeki veriler bunu desteklemiyor. Burada daha fazla bir şeyin olduğunu biliyor ve nükleer santralin kapatılmasını istiyor ama kimse onu dinlemiyor. Ve nihayet dinlediklerinde ise, çok geç kalınmış oluyor. Joe, olabilecek tüm iyi anlamlarda bir muhbir; ve bu sorun yaratıcı olma hâli bugün bile peşini bırakmıyor.”
Her ne kadar Cranston, en çok, Walter White’ın heyecan dolu ve trajik serüvenini hayata geçirdiği televizyon dizisi “Breaking Bad”le tanınsa da, Edwards onu “Malcolm in the Middle” dizisindeki baba olarak hatırladığını ve daha en başında onu Joe olarak hayal ettiğini belirtiyor: “O dizinin ateşli bir hayranıydım. Bence iyi bir komedi oyuncusu olmak genellikle iyi bir drama oyuncusu olmaktan zordur; Bryan her seferinde espriyi tam oturtuyor ama bunun yanı sıra, yaptığı her şeyde çok fazla duyguyu yansıtmayı da başarıyor. Dolayısıyla, bu rolü yazdığımız her anda, Bryan’ın aklında hep Joe vardı; şanslıyız ki bize ‘evet’ dedi.”
Cranston ise, Godzilla filmlerine sevgi duyduğunu ifade etmesine rağmen, bu filmlerden birinde yer alacağını hiç aklına getirmediğini söylüyor: “Ama, Gareth’ın bana dediği gibi, bu film farklı. Karakter odaklı ki bu da hikayenin fantastik öğelerini daha doyurucu kılıyor çünkü macera sırasında bu insanları takip ederken, iyi ve kötü kararların verildiğini, ilişkilerin parçalandığını ve bir araya getirildiğini görüyorsunuz. İyi bir dramanın tüm öğeleri burada; büyük, destansı bir canavar filmine paketlenmiş durumda.”
Juliette Binoche bu görüşe katıldığını şu sözlerle dile getiriyor: “Canavarların dışavurum yaratma konusunda muazzam bir güçleri vardır. Bu hikayeler kendimiz hakkında bir şeyi anlamamıza ve duygularımızı büyük bir ölçekte görmemize yardım eder; ve Gareth da bir hikaye anlatıcı olarak bunu içgüdüsel şekilde anlıyor. O büyük bir yetenek; bu filmde onunla çalıştığım için çok mutluyum.” Binoche’un canlandırdığı Sandra Brody karakteri, kocası Joe gibi, kendini işine adamış bir bilim insanı; ama kazanın olduğu sabah, Sandra’nın anne olarak içgüdüleri diğer tüm düşünceleri bastırıyor. “Santraldeki durum krize dönüşünce, Sandra’nın bir seçim yapması gerekiyor. Bu durumlar çoğu zaman tam bir gerçeklik anı olabilir; ve o anda, Sandra’nın davranışlarını yönlendiren şey oğlu ve kocasına olan sevgisi” diyor Binoche.
Ford, on beş yıl sonra, babasıyla tedirgin edici bir yeniden buluşma için Japonya’ya seyahat ettiğinde, Joe’nun santrali yok eden ve ailesini dağıtan kaza yüzünden hâlâ kendini yiyip bitirdiğini görür. Cranston bu konuda şunu söylüyor: “Joe bütün hayatını o gün ortaya çıkan gizemi çözmek için harcıyor, fakat bu saplantının en büyük zayiatı oğluyla olan ilişkisi.” Joe, oğlu onu eve götürmek için geldiğinde bile, 1999’da Janjira Nükleer Santrali’ni yok eden büyük güçlerin tekrarlandığını ve radyasyon sızıntısı haberlerinin hükümetin gerçeği saklamak için uydurduğu yalanlar olduğunu kanıtlamanın peşindedir. Son bir yakarışla, Ford’u yaşanmış felaketin hiç de doğal olmadığına dair kanıt bulmak üzere harabeye dönüşmüş evlerine gitmeye ikna eder. Fakat güvenlik güçleri tarafından pusuya düşürüldükten sonra, karantina bölgesinde keşfettikleri şey tahminlerinden çok daha kötüdür. Janjira’nın boşaltılmış kalıntıları içinde, hükümetin sırrının muazzamlığıyla karşı karşıya kalırlar: Bir şey nükleer santralin reaktörlerinden beslenmektedir; ve o şey 15 yılın ardından sonunda uyanmıştır. Mary Parent bu konuda, “Filmimizde, yıkıcı bir güç sunuyoruz; ve bu güç bazı açılardan insanoğlunun doğaya karşı kibrinin bir sonucu. Bu çatışmanın Godzilla’yla olan ilişkisi bizi gezegenimizin karşısında duran muazzam bir çatışmanın içine sürüklüyor” diyor. Ardından gelen korkunç olaylar sırasında, Ford ve Joe, Dr. Serizawa ve Dr. Graham’le birlikte, hızla tırmanan kriz için kumanda merkezi görevi gören deniz kuvvetleri gemisine sürüklenir. Dehşet verici yeni bir paradigma karşısında gezegeni savunmak için oluşturulan çok uluslu taktik operasyonunun başında Amiral Stenz vardır ve kendisi Godzilla’yı Amerika kıtasına doğru Pasifik Amiral Stenz’i canlandıran ünlü aktör David Strathairn, “Yeryüzünde hiç kimse daha önce bu çapta bir şeyle karşılaşmadı, dolayısıyla Stenz bununla başa çıkmanın yollarını bulmakta biraz zorlanıyor. Canavarları normal cephanelerle deviremezsiniz; o halde, neye başvuracaksınız? Nükleer bir silaha mı? Bu, ordunun son çaresi, ama bu ihtimal gitgide daha güçleniyor; ve Stenz birleşik kuvvetlerden sorumlu bir subay olarak, stratejik anlamda Serizawa’yla karşıt görüşte.” Strathairn bu felsefi çatışmayı Watanabe’yle birlikte irdelemekten keyif aldığını söylüyor: “Serizawa çok tutkulu ve kendini işine adamış bir bilim insanı; ve bizlerin insan ırkı olarak doğaya karşı küstahlığımızdan derin bir üzüntü ve korku duyuyor. Stenz’in vermesi gereken çok önemli bazı kararlar var ama bunlar Serizawa’nın sorunun nasıl çözülmesi gerektiğine dair fikirleriyle çatışıyor. Ken aralarındaki bu çok yoğun anlara müthiş bir incelik kattı. Serizawa bu hikayedeki şefkatin yüreği.”
Rol arkadaşları gibi Strathairn de Edwards’ın Godzilla hikayesinin insani boyutlarını yakalamadaki ustalığından etkilendi. “Bu film, özünde, kırılgan ve çoğunlukla çevre anlamında sorumsuz yaratıklar olan bizlerin, Godzilla simgesine nasıl karşılık verdiğini konu alıyor. Godzilla insan ırkı olarak üzerinde hâlâ çalıştığımız pek çok şeyin metaforik bir kurgusu. Gareth’ın bu filmde, deyim yerindeyse, devasa bir görevi vardı ve ben onun bu karakteri, bu canavarı ele alış biçiminden gerçekten etkilendim çünkü bir yandan da insan öğesine saygı duydu ve onu onurlandırdı.”
Ford, Godzilla’nın Honolulu Havaalanı’na yıkıcı girişine tanık olduktan sonra, ana karaya giden bir askeri birliğe katılır; ekip akıl almaz kudretli ve tehditkar güçlerin alt üst ettiği kasaba ve şehirlerden geçerken dev boyutlu bir yıkımın izlerini görür. Ailesini güvenceye almak için tek bir şansı olan Ford intihar görevine dönüşebilecek bir şeye gönüllü olur: San Fransisco’yu kalıcı bir nükleer yok oluştan kurtarmak için çaresiz bir girişim olarak şehrin merkezine dalmak. Gökdelenler oyuncak gibi kırılıp parçalanır, yeraltı barınakları dehşete düşmüş sığınanlarla dolup taşarken, kırılgan insan şehri dev bir arenaya dönüşür. Bu arenada, insanoğlunun geleceği bıçak sırtındayken, Alfa Yırtıcı hakimiyet için destansı bir çatışmada, kötü niyetli avına öfkesinin tüm şiddetiyle yaklaşmaktadır.
“Godzilla’yı bu filmde dünyaya nasıl göstereceğimizle ilgili bir seçim yaptık” diyen Edwards, şöyle devam ediyor: “Zor bir seçimdi ama bunun Godzilla’nın iyi mi kötü mü olduğu sorusuyla ilişkisi yoktu. Bence o bütünüyle başka bir şeyi temsil ediyor. Bu, bir kasırga iyi midir kötü müdür diye sormak gibi bir şey. Godzilla doğanın bir gücü; ama daha şiddetli ve önceden kestirilemeyen bir gücü. Filmimizde Godzilla’nın karşı karşıya olduğu şey, büyük ölçüde, bizim doğayı istismar edişimiz; yani o buna karşı olmayı temsil ediyor. Dolayısıyla, ayaklandığında, Godzilla’nın amacı bu şeyleri
60 Yıllık Bir Efsaneye Yeni Hayat Üflemek
Böylesine karmaşık bir operasyonu yürüten yapımcılar için, belki de, esas karakterin yaratımından daha zorlu ve heyecan verici bir şey yoktu. “Toho, karakteri yeniden şekillendirme konusunda bize izin verdi ama hem bizim hem de Toho için Godzilla’nın Godzilla gibi görünmesi önemliydi” diyen Tull, şöyle devam ediyor: “Onu çağdaş gerçekçiliğe getirirken, hepimizin çocukluğumuzdan beri tanıdığımız klasik siluetinden de uzaklaştırmamak istedik. Gareth ve tüm ekip o çizgide tutku ve ilhamla yürüdü.”
Godzilla’yı beyaz perdede son derece ayrıntılı ve gerçekçi bir şekilde hayata geçirmek yaratıcı zekaların büyük çaplı bir koalisyonunu gerektirdi: Yaratık ve konsept tasarım şefi Matt Allsopp; Weta Workshop Ltd.’nin yaratık tasarımcıları Andrew Baker, Christian Pearce ve Greg Broadmore; Motion Picture Company’nin (MPC) hikaye tahtası çizerleri, bilgisayar animasyon ve doku sanatçıları; ses, hareket ve performans uzmanları… hepsi Edwards’ın karakter için vizyonu etrafında toplandı.
“Herkes katkıda bulundu” diyen yönetmen, şöyle devam ediyor: “Bulmaya çalıştığımız şey, eğer Godzilla’yı gerçek dünyada hakikaten görseniz neye benzeyeceğiydi. Çok sık yaptığımız sohbetlerden biri, ‘Bu bir insan olsaydı, kim olurdu?’ şeklindeydi. Bunu bir süre düşündükten sonra, onun son Samuray gibi olduğu fikrine kanaat getirdik —yapabilecek olsa bile dünyanın bir parçası olmak istemeyen, ama olaylar yüzünden yeniden gün yüzüne çıkmaya mecbur kalan, yalnız, çok eski bir savaşçı. Çok sayıda illüstrasyon ve konsept çalışması yaptık. Gerçekten doğrusunu bulmak bir seneden fazla vaktimizi aldı.”
Yaklaşık 110 metre boyundaki Godzilla’nın —beyaz perdede canlandırılan en büyük yaratık—karakterin klasik şeklini ve kimliğini koruyan, bütünüyle dijital bir tasarım olması gerektiğine daha en başından karar verildi. Çift ayaklı, hem karada hem suda yaşayabilen, omurgası ve iri kuyruğu boyunca tehditkar bir biçimde uzanan dikenimsi sırt yüzgeçlerine sahip, dev bir radyoaktif canavar olan Godzilla, hayali bir tür olan Godzillazor familyasına ait. Paleontologlar bunu, espri mahiyetinde, Tiranozor ya da Seratozor familyalarına bağladılar; farkı çok daha iri olmasıydı.
Yapımcıların Godzilla’nın özünü yakalama çabaları nihayetinde onları 1954 yılına — Toho’dan Teizo Toshimitsu’nun Eizo Kaimai, Kanju Yagi ve Yasue Yagi ile birlikte inşa ettiği ikonlaşmış lateks kostüme— geri götürdü. Aktör Haruo Nakajima tarafından büyük başarıyla taşınmış olan ilham verici kostüm Ishiro Honda’nın lensi aracılığıyla nükleer felaketin yarattığı, büyük bir kısmı yok olmuş Tokyo’nun üzerinde gözle görülür bir atom patlaması yaratan bir canavara dönüşmüştü. Bu ilk efektler o dönem için çığır açıcı nitelikte olsa da, yapımcılar 60 yıl sonra Godzilla’yı gerçekten hayata geçirecek araçlara sahip olduklarını biliyorlardı.
Görsel efekt amiri Jim Rygiel, “Bu ilk filmlerden ilham almak inanılmaz heyecan vericiydi; fakat Gareth’ın baştan itibaren kararı yarattığımız her şeyin mutlaka gerçekçi görünmesi gerektiğiydi” diyor ve ekliyor: “San Fransisco caddelerinde ortalığı kasıp kavuran 110 metrelik bir canavar olduğuna inanmak istiyorsunuz.”
Rygiel yapımın başlarında, hareket hâlindeki canavarın ilk tam testlerinin gösterimini gerçekleştirdi. “Odanın içinde nefeslerin tutulduğunu duyabiliyordunuz. Gareth ve görsel efektler ekibi karaktere beş yıl önce mümkün bile olmayan bir ayrıntı ve doğal hareket düzeyi vermede müthiş başarılı olmuşlardı. Godzilla’yı adeta ilk kez ete kemiğe bürünmüş gibi hissediyordunuz” diyor Tull. Fakat Godzilla’yı her zaman diğerlerinden ayıran şey, derinin altındaki o kişilik ve tavırdır. “İnsanlar üzerinde inanılmaz bir etkisi var; hem ondan çok korkuyor hem de ona çekiliyorsunuz. Onun bu kadar uzun süredir kalıcı olmasının nedenlerinden biri bu” diyen Mary Parent, şöyle devam ediyor: “Godzilla’nın kötü bir canavar olduğu açık, fakat onda bir masumiyet ve haysiyet de var. İlkel bir düzeyde onun ne yapacağından asla emin olamıyorsunuz. Öte yandan, çok kahramansı öğelere de sahip ve işte bu ikilik onu böylesine ilginç ve zorlayıcı kılan şey.”
İnsan rol arkadaşlarında olduğu gibi, Godzilla’nın ruhu da yüzüne kazınmıştı. Yeni canlandırma yaratığın kısa ve dik kafatasına, geniş burnuna ve etobur ağzına büyük ölçüde sadık kalsa da, canavarın savaş sırasında her türlü yüz ifadesini hayata geçirebilmek için yapımcılar köpek ve ayıların yüzlerini incelemenin yanı sıra, bir kartalın asaletini de karaktere aktarmak istediler.
Edwards karakterin performansının inceliklerini yönetmek için, Rygiel’ın “The Lord of the Rings”deki çalışma arkadaşı, performans yakalamanın öncüsü Andy Serkis’ten büyük yardım aldı. Eşsiz sanatını Gollum, Sezar ve King Kong gibi karakterlerde kullanmış olan Serkis, Godzilla’nın duygusal yelpazesinin şekillenmesine yardımcı oldu. Edwards bu konuda şunları aktarıyor: “Sürecin başlangıcında, Bir şekilde Godzilla’nın kim olduğunun kararını verebilir ve kontrolünü elimizde tutabiliriz diye düşündüm, ama ilerledikçe, Godzilla’nın kim olduğunu bize kendisinin söyleyeceğini fark ettik, tıpkı karakterlere kendi yaklaşımlarını getiren oyuncular gibi. Ne olacağını tamamen dikte edemiyorduk; daha çok, farklı fikirleri ve olasılıkları denemek gibiydi. Ve yavaş yavaş bize kendini açtı.”
Godzilla simyasının son öğesi görünümü değil sesiydi. Godzilla’nın 1954’te beyaz perdeye takdim edildiği filme eşlik eden akıllara yer etmiş melodinin bestecisi Akira Ifukube, ünlü kükremeyi yaratmak için rezine kaplı deri bir eldiveni bir kontrbas enstrümanın gevşek tellerine sürtme fikrini bulmuştu; nihai efekt ise ses ve müzik efektleri tasarımcısı Ichiro Minawa tarafından her bir sesi kişiselleştirmek için playback hızı kullanılarak elde edilmişti.
“Godzilla’nın kükremesi sahtesini yapabileceğiniz ya da taklit edebileceğiniz bir şey değil” diyen Tull, bunu şöyle açıklıyor: “Tek bir ses var; ve bunu yeniden yaratmak, neyi denerseniz deneyin, neredeyse imkansız.” Daha yapımın başlamasından bile çok önce, yapımcılar, gerek Godzilla’nın tüyler ürperten, yüreklere korku salan kükremesini yeniden yaratmak, gerek aksiyona organik ve sarsıcı bir his verecek çok sayıda sesi oluşturmak üzere denemeler yapmaları için Oscar® ödüllü ses tasarımcıları Erik Aadahl ve Ethan Van der Ryn’le (“Transformers”) anlaştılar. “Godzilla’nın gerçek olduğunu hayal ederseniz, o zaman 1954 filminde duyduğumuz şey kulağa 1950’lerin kasetleri gibi gelecektir” diyor Edwards ve ekliyor: “Biz o canlı sesi tüm kudretiyle, bugün yapabildiğimiz şeylerin tamamını kullanarak yakalamak istedik.”
Ses tasarımcıları çeşitli farklı teknikler kullandılar; hatta görünüşte imkansız olanı başarmak için çam katranı kaplı deri bir eldiveni bir kontrbas üzerinde denediler. “O kükreme muhtemelen sinema tarihinin en ünlü ses efekti. Biz de yeni bir şey yaratırken o ses efektine saygımızı sunmak istedik” diyen Aadahl, şöyle devam ediyor: “Sonunda, orijinalle aynı niteliklere ve tınılara sahip yüzlerce ses kaydettik ve nihayet hepimizin tüylerini diken diken eden bir şeye denk geldik. Esas olarak, bunun Godzilla’nın doğadan gelen gücünü tüm kudreti ve şiddetiyle yansıtmasını, insanların kulaklarını tıkamalarını, sesi duyar duymaz ‘Bu Godzilla!’ demelerini istedik.” Orijinal sesi üç parçaya bölen—metalik bir çığlık, ardından yeri göğü sarsan bir feryat ve böğürtü şeklinde bir bitiş— ses tasarımcıları, Godzilla’nın orijinal kükremesinin tüm dokuları ve sarsıcı dramasının eksiksiz bir bileşimini elde edene dek, çok çeşitli seslerle kapsamlı denemeler yaptılar. Tull bu konuda, “Ürettikleri şey sırtınızdan soğuk terler damlatacak. Godzilla’nın daima hak ettiği, muazzam ve huşu yaratan bir kükreme” diyor.
Filmin bol sayıdaki dünya dışı ses efektleri 192-kilohertz 192 kHz örnek hızında yüksek çözünürlüklü olarak kaydedildi —insanın işitme eşiğinin ötesinde— ve daha sonra yavaşlatılarak insanın duyabileceği bir ses aralığına indirgendi. “Godzilla”nın ses haritası hikayenin geçtiği gerçekçi ortamları da kapsıyordu. Aadahl ve Van der Ryn tünellerin içinde ve uçak gemilerinde ses kaydı yapmak üzere seyahatler gerçekleştirdiler. “Gareth vizyon sahibi biri ve mükemmeliyetçi; bizi daima denemeler yapmaya ve daha ileri gitmeye zorladı” diyor Van der Ryn ve ekliyor: “‘Godzilla’da görev almak hepimizin birlikte çıktığı, gerçekten özel bir macera ve kariyerimizin en iyi deneyimlerinden Hedeflerinden biri Godzilla’nın kükremesini gerçek dünyaya taşımaktı. Ses tasarımcıları bu amaçla, Warner Bros.’un Burbank tesislerindeki bir caddesinde, 3,5 metre yüksekliğinde, bulvar genişliğinde bir ses sistemi kurdular. Kükremeyi sıra sıra dizilmiş 100.000 vatlık kolonlara verdiler ve yankılanmaları çeşitli açılardan, örneğin arabaların içinden, mağaza vitrinlerinin arkasından, ara sokaklardan kaydettiler. Boruları ve çatıları zangırdatan kükreme, beş kilometre ileriden bile Hayvanlar krallığında, bir kükreme çok çeşitli duyguları ifade edebilir, fakat belki de en etkili kullanımı, tehdit edilen bir Alfa Yırtıcı’nın baskınlığını ortaya koyması içindir. “Bu bizim filmimizde kesinlikle oluyor” diyen Edwards, sözlerini şöyle bitiriyor: “Bizim hikayemizde, Godzilla dünyayı yok etmeye çalışan taraf değil. O, bizim varlığımızdan tamamen bihaber; bizler onun için karıncalar gibiyiz. Ancak, onunla aynı yuvayı paylaşıyoruz ve bizim eylemlerimiz gezegene ve Godzilla’nın kendisine karşı muazzam bir tehdidin ortaya çıkmasında rol oynuyor. Godzilla için nihai bir baş düşman oluşturmak istedik; ve umarız ki bu süreçte izleyiciler için yepyeni bir şey yaratabilmişizdir.”
Son Yorumlar