Hıristiyan ve İslâm sanatlarında madde-manâ algısı ve hakikât arayışı

cappella sistina_MichelangeloBu cihan sınırlı, o ise bizatihi (kendiliğinden) sınırsız. Suret ve şekil, bu manânın önünde engeldir.

Mevlâna Celalettin Rumî

Vatikan’da bulunan Sistina Kiliseciği’nin tavanı usta sanatçı Michelangelo Buonarroti’nin göz kamaştıran bir eseriyle kaplıdır. Sanatçının yerden metrelerce yükseklikte, tahta iskelenin üzerinde, dört yılda (1508-1512) ve büyük kısmını tek başına tamamladığı bu eser bir yaratılış öyküsünü anlatır. Âdem’in, yani insanın yaratılışı…

Bu eser, onu inceleyenler tarafından çoğu zaman bir ölümlünün ulaşabileceği son nokta, insan yeteneğinin olağanüstü bir göstergesi olarak değerlendirilir. Kilisenin tavanıyla son derece uyumlu bir düzenlemenin içinde onlarca figür –konu gereği- taşıdıkları kimi nesneler ve elbiseleriyle öyle muhteşem işlenmişlerdir ki onlara baktıkça gerçekten de bu resmin bir insan tarafından, çıplak ellerle yapılmış olduğuna inanmakta zorlanırız. Her ayrıntısı ustaca işlenmiş bu figürlerin hayalde canlandırması çok zor duruşlarla (hareketlerle) resmedilmiş olması da ayrı bir ustalıktır. Manzara gerçekten büyüleyicidir.

Eserin dikkat çeken bir başka özelliği de şudur: gökyüzünde, yanındaki meleklerle birlikte savrulurcasına duran bir figür, kendisinden aşağıda duran bir başka figüre doğru uzanmaktadır. Sağ elini ona uzatmıştır. Aşağıdaki figür de sol eliyle karşılık vermektedir. İki figürün nazikçe bir hareket kazanmış işaret parmakları birbirine değmek üzeredir. Üstteki figür sakallı, uzun saçlı, sert bakışlı ve oldukça heybetli bir erkektir. Diğeriyse sakalsız ve kısa saçlıdır. Uysal bakışlara ve pek zarif bir vücuda sahiptir. O da bir erkektir. Bütün bu uzvî nitelikler gayet açık hattâ ülküleştirilmiş bir biçimde ortadadır. Anatomik açıdan kusursuz denebilecek şekilde resmedilmiş bu iki figürden üstte duran Tanrı’yı, aşağıdaki (konu gereği yeryüzü) de yaratılmış ilk insanı, Âdem’i tasvir etmektedir. Vatikan’daki Sistina Kiliseciği’nin tavanında Tanrı, ilk insana can vermektedir.

Göreni hayrete düşüren böylesi bir benzetme yeteneğinin yanında, aynı devirde yapılmış bir İslâm minyatürüne baktığımızda, büyük olasılıkla ya hayâl kırıklığı yaşayacağız ya da tam tersine, bize asıl heyecanı bu minyatürdeki sadelik verecektir.

Gayet zarif ama bir o kadar basitçe ve ayrıntısız çizilmiş insan resimleri aynı zamanda hacimden de yoksundurlar. Figürlerdeki bu sadelik elbise çizimlerine de yansımıştır. Fakat yine de Michelangelo’nun tavan resmiyle bir İslâm sanat türü olan minyatür arasındaki en çarpıcı fark burada gizli değildir. Minyatürlerde ve diğer İslâm sanat ürünlerinde Tanrı tasviri yoktur ve olamaz. Hele de Tanrı’yı saçı, sakalı ve cinsiyetiyle ülküleştirilmiş bir forma sokmak İslâm dininin varlığına aykırıdır. Yine Hıristiyan sanatının -20. asırda bile- vazgeçilmezi olan Hz. İsa tasvirinin aksine Müslüman eserlerinde Hz. Muhammet’in sureti asla görünürlük kazanmaz. Bu büyük fark, bazı entelektüellerin İslâm’ı yasakçı bir din olarak algılamaları sonucunda yaptıkları kısır yorumlar ile açıklanamayacak kadar büyük bir önem teşkil etmektedir. İslâm Peygamberi’nin, Müslümanlara suret tasvirini yasak etmiş olmasını böylesi yüzeysel bir bakış açısıyla açıklayamacağımız gibi klasik Hıristiyan eserlerindeki anatomik ustalık da sırf bu yüzden onlara üstün vasıflar yüklememizi gerektirmez. Zira sanat bir beceri değil ama yorum işidir. Diğer taraftan asıl mesele sanat eserlerine de yansıyan bir bakış açısını, toplumların ve dinlerin sanat yoluyla peşine düştükleri hakikât ve varlık kavramlarından ne anladıklarını görebilmektir.

Dünden bugüne, Hıristiyan Batı’nın etkisinde yetişen Türkiye aydın sınıfı, İslâm eserlerindeki bu sadeleştirme tavrını tek kalemde yobazlık olarak nitelendirmiş üstelik bunu yaparken sanatsal ve bilimsel bir eleştiriden de uzak hareket etmiştir. Kısacası, koca İslâm sanatı ve özellikle de minyatürler bırakın gerçekten eleştirel bir gözle incelenmeyi, hak ettikleri ilgiyi bile görememişledir ve bunun sebebi onların ilgiye değer olmaması değil ne yazık ki Türkiye aydınının aşağılık ruhiyesinde boğulmasıdır.

Varlık Yayınları’nın Yaşar Nabi imzasıyla 1971 yılında yayımladığı Yıllar Boyunca Edebiyat Dünyamız adlı eser, Türkiye aydın sınıfının, Batı Avrupa kilisesince türetilen ‘Doğusuz sanat tarihi’ etkisiyle hareket ettiğini açıkça göstermesi bakımından incelemeye değerdir. Yaşar Nabi’nin daha evvel yayınlanan denemelerinden oluşan kitabın Sanat ve Özgürlük başlıklı ilk yazısının henüz dördüncü satırından itibaren Doğu’ya ve Doğu’nun sanat anlayışına tam bir Oryantalist gözüyle bakılmakta ve eleştiri dili bilimsellik değil ama fazlasıyla Batı tutkusu içermektedir. Bay Nabi’ye göre Doğu “kendini bildi bileli özgürlükten yoksun” bir yerdir. Yine Nabi’ye göre Doğulu, belki de sonuçlarından korktuğu ‘düşünce’yi kafasından uzaklaştırmak için bu soyut sanatı yaratmıştır”. Ve kilise etkisiyle yazılan sanat tarihinin tarihsel saptırmasıyla tamamen örtüşen bir cümle ile devam ediyor Yaşar Nabi: Eski Yunan’da ve Rönesans’tan sonra bütün Avrupa’da edebiyatın tarihi, biraz da özgürlüğünü kazanmak için gösterdiği çabaların tarihi olmuştur.

Siz, öyle bir “özgürlükten yoksunluk” düşünün ki, bu yoksunluk sadece birkaç asır içerisinde insanlık tarihini matematik, astronomi ve tıp ile tanıştıracak. Arap yarımadası, Bağdat’tan Şam’a tüm Türkmen coğrafyası ve diğer “özgürlükten yoksun” bölgelerde ardı ardına yıldız-gözlem evleri, eğitim merkezleri ve hastahaneler kurulacak. Öyle bir “özgürlükten yoksunluk” düşününüz ki, bu yoksunluk içerisinde sayısız insan hem de yönetenlerin desteğiyle felsefe ve matematik metinlerini çeşitli dillere çevirmekle görevlendirilecek. Ya da öyle bir “özgürlükten yoksunluk” düşünün ki siz, Müslüman bir imparatorlukta gayri-Müslimlere siyasî ve bürokratik yetkiler verilecek. Bütün bunlar Yaşar Nabi’de örneğini gördüğümüz Avrupa öykünmecisi Modern-Türk düşüncesinin çarpıklığını henüz yoruma hacet bırakmadan, ilk önce tarihsel nesnellik yoluyla ortaya koyar.

Pages: 1 2 3 4

2 Yorum

  1.  avatarı salakfilozof diyor ki:

    Süper bir yazı

    Cevaplamak için giriş yapın
  2.  avatarı Anladimki diyor ki:

    Keyifle okudum yazıyı… Düşünme, düşünebilme yatisinin özgürlükle adlandırıldığını ve bunun ne kadar yanlış, tarihsel bir sorgulama oldunun açık bir göstergesidir, batı sanat tarihi. Öyleki batı düşünme modelinde sizin de dediğiniz gibi rönesansa kadar düşünme, özgür düşünebilme eylemi tamamen kilise temelli bir süreçti. Sonrasında da yanlızca özgür düşünmenin ne olduğuna ayrılan batı sanat-edebiyat tarihi bu anlamda geniş ve zengin bir tarih değildir. Doğu düşünme modeli batıya kıyasla bence bir adım önde gidiyordu fakat batının atgözlükleri bu düşünme/düşünebilme modelini fark edemiyordu. Çünkü doğu düşünme yaklaşımı-merkezi şöyleydi: bir çemberin içinde iken onun dışını düşünebilmek, çeberin dışına çıkmadan kendini orda görebilmek asıl marifetti. Oysa batı da ise tam tarsi bir yaklaşım hâkimdi. Eğer çeberin dışındaysan, çeberin dışındasındır. Aksi hal de çemberin içinden olduğun anlamına geliyordu. Bu da batının mataryalis düşünme mantığından kaynaklıydı. Bir şeye var diyebilmesi için beş duyu organlarından biriyle algılayabilmesi gerekiyordu. Bu da düşünme pratiklerini hayli sığlaştırıyordu. İşte sırf bu yüden beş duyudan fazlasının gerektiği, sevgi, dosluk, komşuluk hâlleri batı tarihinde neredeyse hiç yoktur. İşte bu yüzden GÖNÜL kelimesinin karşılığı batıda yoktur.

    Cevaplamak için giriş yapın

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.