Nerede şimdi kavuklu alaturka komedisi?

İsmail Dümbüllü

İsmail Dümbüllü

İSMAİL DÜMBÜLLÜ

…Vahi Öz: Sen Melih’i tanımıyor musun?

İsmail Dümbüllü: Yoo, tanımıyorum.

Öz: Hani geçen gün antrenmanda sakatlandı.

Dümbüllü: Ayy, Abdurrahman sakatlandı mı?

…Öz: Yahu benim bahsettiğim bu Melih geçenlerde ofsayttan gol dahi yemedi…

Dümbüllü: Nee, Of’lu Sait’ten yemek de mi yemedi? (İsmail Dümbüllü-Vahi Öz atışmasından)

Hatırlar mısınız bir zamanlar İsmail Dümbüllü diye biri vardı. Ona tuluatın üstadı ve de son temsilcisi derlerdi. Hala da öyle gerçi. Eskimiş salaş ceketini, kıymetli külahını yanından hiç ayırmaz, kısa boylu oluşuna aldırmaz, ince bıyıkları ile inceden gülümsetirdi. Hani bizden biriydi. Sen gibi, ben gibi, şu karşı sokaktaki Ahmet amca gibi. Hiç susmadan bağırıyordu ben halkım, ben sanatım diye. Hatırlamadınız mı hala? Umarım; hatırlayanlar bilirler, dahasını da bilmek isterler, hatırlamayanlar ise bu yazıdan sonra unutmamak üzere hafızalarına kazırlar Dümbüllü üstadı…

Tiyatroyu ve tiyatro sahnesini bizler için kutsal kılan İsmail Dümbüllü’nün hayatına geçmeden önce onun tuluat sanatından birkaç dipnot sunalım önce. Tuluat sanatı kısaca “doğaçlama” anlamına geliyor. Tanıma sığdırmaya çalışırsak ise(her ne kadar sığmayacak olsa da) Ortaoyunu’nun Batı tiyatrosuyla sentezlenerek sahnelerde sergilenmesi ile oluşan tiyatro türüdür tuluat. Yani bana göre herşeyin başlangıcı, “oyunculuğun ve tiyatronun atasıdır” tuluat. Çizgileri önceden belirlenmiş bir konu üzerinde, sahnede kalbinden ve aklından geçenleri yazılı metne bağlı kalmadan, sözcüklere dökme sanatı.

Tuluat sanatı; Karagöz-Hacivat, Ortaoyunu ve Meddahlığın da temelini oluşturur aynı zamanda. Bu sanatlar “Geleneksel Türk Tiyatrosu” başlığı altında toplanır ve bizim şu an tanıklık ettiğimiz modern tiyatronun da köklerini oluşturur. Tuluatı modern tiyatrodan farklı kılan ise bence yeteneği ve sanatı içinde daha çok barındırması ve daha halka dönük olmasıdır. Sahneye çıktığınızda sadece ne hakkında konuşacağınızı biliyorsunuz ama ne konuşacağınızı bilmiyorsunuz. Karşınızda sizin söz ve mimiklerinizle gülmeyi bekleyen bir halk kitlesi var. Yani zihninizdeki konuyu diyalogla canlandırmak, diyalogun sürekliliğini sağlamak, aynı zamanda seyirciyi güldürmek ve eğlendirmek zorundasınız. Bu duruma sanatın su katılmamış salt hali diyebilir miyiz? Tamamen yaratıcılık, zekâ ve yetenek üzerine kurulu, sanatın hem resimlisi hem de radyolu olan şekli gibi tuluat. Halkın kendisi orada olduğu için de Halk Tiyatrosu da diyebiliriz tuluata. 19. yy.’da İstanbul’da baş gösteren tuluat tiyatrosunun en bilinen temsilcileri arasında ise geçmişten günümüze Kavuklu Abdi(Abdürrezzak) Efendi, Kel Hasan, Naşit Özcan, İsmail Dümbüllü, Muammer Karaca, Münir Özkul’u sayabiliriz… Münir Özkul’dan sonra ise Erol Günaydın ve Ferhan Şensoy’un tuluat sanatçıları arasında sayıldığını söyleyebiliriz.

Bu eski isimleri saydıkça ve tiyatronun özüne indikçe bendeki tiyatro ve sanat algısı da bir başka boyut kazanıyor. Yüzyıllar arasındaki insan ve sanat olgularının değişkenliği her seferinde farklı bir süzgeçten geçiyor. Yukarıdaki isimleri yazarken kalemimin titrer gibi olması ise eskinin saygıdeğer ağırlığının bir göstergesi sanırım…

Şimdi bırakın elinizdeki tüm işleri de herşeyin başladığı yere gidelim. Türk toplumunun hayatının ilk kez resmedildiği, hayatlarımızın konu olduğu, suyun kaynağının olduğu yere… Bırakın yalan dünyanın yalan işlerini. Gelin gerçeğe inelim. Dilin ve edebiyatın şekillendiği, oyunculuğun ilk yürekten gelen seslerinin inlediği yere. Hayatlarımızın gerçek bir oyun olduğu yere… Tiyatro sahnesine…

İsmail Dümbüllü… Kendisine ve hayat hikâyesine dair bilinenler ne çok fazla ne çok az. O nedenle ilk bildiğimiz yerden; kim olduğu, nerede doğduğu konusu üzerinden başlayalım. İsmail Dümbüllü; Silahşör Zeynel Abidin Efendi ve Fatma Azize Hanım’ın oğulları olarak 1897’de İstanbul Üsküdar’da doğar. Üsküdar İttihat-ı Terakki Mektebi’ni bitirdikten sonra Askeri Ortaokul’a başlar. Ancak doğduğu yerin sanatsal köklerinden olsa gerek okulunu yarıda bırakarak sevdalısı olduğu tiyatronun kapısını çalar. Amatör olarak Karagöz Hüseyin’in sahnelerinde tiyatroya adımını atan Dümbüllü, sonrasında hayatının dönüm noktasını oluşturacak olan Kel Hasan’ın yanında eğitim almaya ve sahneye çıkmaya başlar. 30 yaşına kadar Kel Hasan’dan eğitim alır ve tuluat sanatının tüm inceliklerini öğrenir. Bir nakış gibi işlenen ve geleceğe bir sanatkâr olarak hazırlanan Dümbüllü, dönemin üstadları Kavuklu Hamdi, Naşid, Abdi, Küçük İsmail gibi isimlerle de çalışma imkânı bulur. Bu sanatçılara o dönemde ünlü komik anlamına gelen “Komik-i Şehir” denilirdi. Yanında kendisinden sonra gelecek tuluat sanatçısını yetiştiren Kel Hasan henüz ölmeden Geleneksel Türk tiyatrosu’nun sembollerinden biri olan kavuğunu Dümbüllü’ye verir. Artık Dümbüllü İstanbul eşrafı ve halk tarafından bilinen biridir. Dümbüllü, daha sonra Darüttemsil-i Osmanî Kumpanyası isimli bir topluluk kurarak tuluat sanatının en başarılı örneklerini sunmaya devam eder.

TİYATRO SAHNESİNDEN SİNEMA PERDESİNE

Tiyatro sahnesinde tuluat sanatındaki ustalığını kanıtlayan ve Kel Hasan’ın kavuğunu da devralan İsmail Dümbüllü II. Dünya Savaşı’nın ardından yine bildiğimiz “Dümbüllü” karakteri ile beyaz perdede boy göstermeye başladı. Özgün ses tonu, halk duruşu, saf görünümü ve sevimli yüzüyle sanatını sinemaya da taşıyan Dümbüllü’nün bilinen ilk ses getiren filmleri 1947 yılındaki “Kılıbıklar” ile “Memiş” filmleridir. 1948 yılında “Dümbüllü Macera Peşinde” ve “Keloğlan” 1951’de “Ne Sihirdir Ne Keramet” 1965 ve 1967 yıllarında “Nasreddin Hoca” filmleri diğer filmleri olarak söylenebilir.

Bu filmlerin pek çoğunda başrol oynayan Dümbüllü kendi tarzını sinemaya taşıyarak Ortaoyunu geleneğini sinemanın içine dâhil etti. Zamanın birçok eleştirmeni Dümbüllü’nün sinemada, tiyatrodaki kadar başarılı olamadığını dile getirse de O’nun oynadığı onlarca film, halkın ve sinemanın Dümbüllü’ye olan ilgisi bu eleştirileri biraz daha gögüsler nitelikte…

Oyunlarından en çok “Gözlemeci” “Kavuklu’ya Hile” “Çifte Hamamlar “Ters Biyav” ve “Kanlı Nigar’ı” sevdiğini bildiğimiz Dümbüllü sinemada ise Nasreddin Hoca karakteri ile özdeşleşmişti. Dümbüllü’ye sinemanın “Nasreddin Hoca’sı” denilmesinin en büyük nedenlerinden biri de(güldürü unsurunun dışında) bu olsa gerek.

Sinema ve tiyatroda halk ile bütünleşen Dümbüllü 1968 yılında jübilesini yaparak ikinci kez doğduğu tiyatro sahnelerine veda etti. Fakat gönlünü verdiği halktan ve sanattan hiç kopmadı. 5 Kasım 1973’te geçirdiği trafik kazasının bir ay sonrasında hayata ve sanata gözlerini yumdu…

DÜMBÜLLÜ SOYADINI KİM BULDU?

Dümbüllü üstad tam adıyla İsmail Hakkı Dümbüllü henüz Soyadı Kanunu’nun çıkmadığı, kimsenin soyadı almadığı bir zamanda 1897’de doğdu. Peki, Dümbüllü soyadı O’na nereden geldi. Onunla nasıl özdeşleşti? Gelin bu hikâyeyi üstadın kendisinden dinleyelim;

“Peruz Hanım vardı kantocu, Samran’dan evvel. Bu Peruz Hanım o zamanın en birinci kantocusuydu. Hem beste yapar hem de güftesini kendisi yazardı. Dümbüllü diye bir kanto söylerdi. Buna bir gazel ilave ederek söylemeye başladım. “Dümbüllü, Dümbüllü, gabarala mabarala Dümbüllü” diye oynardık. Böylece Dümbüllü adı üzerimde kaldı.”

Dümbüllü üstadın bahsettiği Peruz Hanım’ın kantosu ise şöyleydi:

“Zarif zarif hanımlara sümbüllü

Kabalara Kabalara Dümbüllü

Küçük beylere nim nikâh

Külhan beylere aman Allah!”

TİYATRO’DA DÜMBÜLLÜ’NÜN İZLERİ…

Tiyatroya, sanata, halka kendini adamış günümüzün sözde sanatçılarına ders niteliğinde bir tiyatrocu olan Dümbüllü’yü bir yazı ile anlamak ve kavramak elbette kolay değil. Ama onun bıraktığı izleri belki anlayan olur, belki anlaşılır, belki düşünülür, belki günümüz sanat hırsızlarından birkaçı görür diye Dümbüllü’den birkaç anektodu dile getirmek istiyorum…

İsmail Dümbüllü’nün cenazesi Bogaziçi Köprüsü’nden geçen ilk cenazedir ve kabri Üsküdar Karacaahmet Mezarlığındadır. Dümbüllü yaşamında sanatını ve tuluatı belki de herşeyin üzerinde tuttu. Anadolu’da çok defa turnelere çıktı. Ortaoyuncular kavramını geliştirip yayması bunun en güzel göstergesi. Bizim bildiğimiz anlamda Meddahlığı bir sanat olarak genç nesillere miras bıraktı. Sahnede belden aşağı espirilerle güldürü unsuru yaratmaya çalışmadı ve oyunlarında ahlaklı bi duruş sergiledi. Ne yazık ki oynadığı filmlerin birçoğu bugün bizimle değil çünkü Aksaray’daki ahşap binada tutulan kopyalar çıkan bir yangında birçok filmle birlikte kül oldu. Ve bugün onun adını taşıyan “İsmail Dümbüllü Ödülü” her yıl başarılı bir oyuncuya veriliyor. (İlk “İsmail Dümbüllü Ödülü” töreni 1980 yılında Müjdat Gezen tarafından düzenlenmişti)

Şimdi bu büyük usta adına müsaadenizle sizlere birkaç soru sormak istiyorum:

Dönemin şartlarında Askeri Okul’u bırakıp tamamen karşı alana(tiyatro) geçmek bugün kaç cesur yüreğin göze alabileceği bir harekettir?

Kendinden önceki tuluat sanatını alıp büyütüp “Dümbüllü Tarzı” ile seyircilere sunmak bugünkü yaratılamayan akımlardan hangisine denk gelmektedir?

İstanbul gibi tanındığı ve bilindiği çevre ile yetinmeyip tiyatroyu karış karış Anadolu’ya götürmek ve Anadolu’da tiyatro olgusunu yerleştirmek bugünkü kaç Anadolu aşığının gayesidir?

Elindeki yetersiz imkânlara, sanatın ve tiyatronun modernleşmesine, kültür değişiklğine uğramasına, artık eskisi gibi ilgi görmemesine rağmen Tuluat sanatını sonuna kadar savunmak ve tuluatı her koşulda devam ettirmek bugünkü kaç idealist sanatçıyı hatırlatmaktadır bizlere?

Naşid’in ölümünden sonra Ortaoyunu geleneğini tek başına sürdüren İsmail Dümbüllü’nün sanat meşalesini bugün kim devralacaktır?

“Hayatta beni bir kişi anladı, o da yanlış anladı” diyen İsmail Dümbüllü’yü anlayanların sayısı kaç oldu?

TAKKE DÜŞTÜ KEL GÖRÜNDÜ

Yukarıda Dümbüllü’nün Kel Hasan’dan geleneksel kavuğu devraldığını söylemiştik. Peki, tuluata ve geleneksel tiyatroya sıkı sıkıya bağlı olan İsmail Dümbüllü bu kavuğu kime bıraktı? Ben bu sorunun cevabını bulduktan sonra aklıma Nasreddin Hoca’nın “yorgan” fıkrası geldi. Hani şu meşhur “Yorgan Gitti Kavga Bitti” fıkrası… Fakat İsmail Dümbüllü’nün olayında yorgan kimseye gitmemiş olacak ki kavga halen sürüyor. Öncelikle genel olarak bilinen Kavuk hikâyesi şöyle:

Kendisinden sonra tuluat sanatını ve Ortaoyunu geleneğini devam ettirecek birini arayan Dümbüllü, Münir Özkul’u geleneksel bir oyun esnasında izler ve beğenir. Bu geleneği bundan sonra sen devam ettir der ve başındaki külahı Münir Özkul’a verir. Münir Özkul’da kendisinden sonra bu işin temsilcisi olarak Ferhan Şensoy’u görür, 1989 yılında kavuğu Şensoy’a verir. Şu an bilinene göre kavuk Ferhan Şensoy’dadır.

Gelelim ikinci iddiaya. Türk tiyatrosuna uzun yıllardır hizmet veren usta oyuncu Rauf Altıntak da kavuğun kendisinde olduğunu iddia ediyor. . İsmail Dümbüllü’nün kavuğu önce Behzat Budak’a verdiğini, oradan Hazım Bey’e, oradan Vasfi Rıza Bey’e, oradan da kendisine geldiğini söylüyor.

Kavuğun Ferhan Şensoy’da olduğunu düşünen Halit Akçatepe ise kavuğun kendisine verilmesini, o olmazsa Şensoy’un başkasına devretmesini istiyor.

Tüm bu tartışmaların dışında İsmail Dümbüllü’nün kızı İpek Çıngay kavuk meselesine nokta koyarcasına babasının kavuğunun ceketi ile birlikte banka kasasında olduğunu ve Dümbüllü’nün kavuğunu kimseye vermediğini söylüyor. Dümbüllü’nün, Münir Özkul’a Kanlı Nigar oyunu sonrasında verdiği şeyin kavuk değil ,başındaki takke olduğunu söylüyor.

Sizinde anlayacağınız üzere mesele kavuğun nerede olduğu veya kavuğa kimin sahip çıktığında değil. Mesele kavuğun “Kimde” olduğunda. Çünkü kavuğu elinde bulunduran kişi bir nevi tiyatronun 1 numarası olduğunu iddia etme hakkına sahip olacak… Sonuç olarak başlıkta da dediğimiz gibi Dümbüllü’nün kızının açıklamasıyla “Takke düştü kel göründü”…

DÜMBÜLLÜ’NÜN ANISINA SEYİRCİYE DÜŞEN PAY

“Sanat sanat için mi yoksa toplum için mi?” ikilemi, bizleri, sanatı ve toplumu ayrıştırmaya yönlendirirken, terazinin bazen bir ucu bazen de diğer ucu ağır basıyor. Ben tiyatronun bu terazideki dengeyi en iyi sağlayan sanat olduğuna inanıyorum. Bazen ikilemleri bir arada düşünmek tek gerçekliğe ulaşmak için bize bir yol sunabilir. Tiyatro şiirsel, oyunsal, öyküsel tüm inceliklerini insanlığın varlığından bu yana ortaya koyarken içinde bulunduğu toplumu da her daim içinde bulunduruyor. Peki ya tiyatrocu ve oyuncular. Onlar bu ikilemin neresinde? Oyuncu sadece sanat uğruna sahneye çıkabilir mi? Peki, tiyatro bu olgusal ikilemde kendi payına düşen görevi en iyi şekilde yerine getirirken toplum kendi dengesini nasıl sağlıyor? Sahneden yüzüne yansıyan aynaya ne kadar bakıyor, sahneye ne kadar sahip çıkıyor?

Seyircilerin sanatı topluma taşıma görevleri üzerinde biraz durmalıyız. Örneğin; sahnenin önünden sandalyesini alan seyirci daha mı çok seyircidir yoksa sadece seyirci midir? Biraz daha arkada oturan seyirci tüm sahneye hakim mi olmak ister yoksa arkada herşeyden habersiz oturmak daha mı kolaydır?

Evet, bana göre oturduğunuz yer ve hatta yüzünüzün takındığı şekil bile tiyatroya bakan perdelerinizi gösterir. O gün giyindiğiniz kıyafet, saçınız, makyajınız, oyun bilgisinin elinizde olup olmaması bile birer göstergedir. Ona özenmemiz, saygı duymamız, ilgi göstermemiz beklenir. Çünkü oyuncu günler boyunca sizin karşınıza çıkacağı günü beklemektedir.

Kimileri gibi tiyatro sizin için entellektüel görünmenin kısayollarından biriyse kendinizi hemen geri dönüşüm kutusuna göndermeli ya da beyninizi sağ tıklayıp yenilemelisiniz. Çünkü sanat sizin için zaten ölü olduğu gibi siz de sanatı öldürüyorsunuz demektir. Sanat en nihayetindegerçek izleyici kitlesiyle buluşmayı ister ve bunu hak eder. Bu sanatın damarlarındaki asil kanda mevcuttur. Peki, sanat sizinle buluşmak için yanıp tutuşurken siz neredesiniz?

Hangi magazin programının şifrelerini çözmeye çalışıyor ya da kimlerin hayatlarına üçüncü kişi oluyorsunuz? Modern dünyanın hangi aldatmacasına kandınız da seyirci koltukları boş kalıyor? Hiç düşünür müsünüz onlarca gönüllü adam şehir şehir dolaşıp aynı oyunu defalarca neden oynar? Sayfalarca metni neden ezberler?  Bir düşünelim belki de şunlar içindir: “Toplum çirkinden, kötüden biraz uzaklaşsın diye. Değerlerimizi bir daha gözden geçirelim diye. Biraz gülümseyelim, biraz hüzünlenelim, biraz elimizi çenemizin altına koyalım diye. Biraz yaşadığımızın farkına varalım diye…”

Tiyatrolar olmasın mı? Sanata gönül vermek isteyen oyuncular, oyuncu adayları bu yoldan dönsünler mi? Peki, tamam, haydi kapatalım tiyatroları. Nasıl olsa kimse gitmiyor, nasıl olsa açılmıyor perde. Saplayın hançeri kalbine sanatın. Bırakın emektar insanları Allah aşkına! Kaldırın şu dekorları buradan! Yırtıp atın o senaryoyu! Heyecandan tir tir titreyen hayatının baharındaki o genç kız da kim?

Toplum olarak mutluluğa ermiş olmalıyız bu durumda. Kapandı artık perde. Kurtulduk tiyatro denen, sanat denen illetten. Ama şunu bilmeliyiz ki biz ne kadar arkamızı dönsek de sanat denilen savaşçı perdelerini açmaya devam edecek. Kimse olmasa bile onlar oynayacak onlar izleyecek. Öyle ya hepimiz kendimizin hem oyuncusu hem de seyircisiyiz nasılsa. Her oyun ve oyuncu doğal olarak kendi seyirci kitlesini yaratır. İyi ya da kötü, az ya da çok mutlaka bir kitle oluşur. Önemli olan bu doğal kitlenin yanında genel kitlenin de sanata ulaşmasını sağlamaktır. Bunu da sanata ve oyunculuğa değer veren, seyirci olmayı başarabilmiş insanlar yapabilir. “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” diyen Mustafa Kemal’in önünde saygıyla eğilerek sizlere şu soruyu yöneltmek istiyorum:

Siz bir sanat seyircisi misiniz, yoksa sanatı da diğer herşey gibi sadece seyredenlerden misiniz?

 

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.