Dedemin İnsanları: Göç ve aidiyet üzerine sıcak bir Ege filmi…
Çağan Irmak, son filmi ‘Dedemin İnsanları’ ile ‘Babam ve Oğlum’da zafer kazandığı sulara tekrar yelken açıyor; küçük bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve ülkenin geçirdiği sancılı dönemi anlatıyor.Kendini tekrar etse de, seyircisinin “duygusal damar”ını yine çok iyi yakalıyor ve sizi, suyun ayırdığı iki yakanın güzel insanlarının samimi dünyasında misafir ediyor.
Çağan Irmak, modern ana akım Türk sinemasının en yetenekli ‘hikaye anlatıcısı’ yönetmenlerinden biri ve bunu ispatlar nitelikteki son filmi ‘Dedemin İnsanları’ ile yine seyirciyi fethedeceğe benziyor. Bazı filmleri gişede beklenen ilgiyi göremese de; 2005’te ‘Babam ve Oğlum’ , 2008’deki ‘Issız Adam’ filmleri büyük ilgi gördü ve yönetmen yerli sinema seyircisinin zihninde önemli bir yer edindi. Başarısındaki en büyük sır hiç kuşkusuz seyirciyi avcunun içine alabilmesindeki marifette gizli. Irmak bunu en iyi bildiği yoldan yapıyor; hikayede önce ‘dramatik bir çatışma alanı’ kuruyor ve seyirciyi bu kaosun içine çekiyor. Size o kaosun içinde dahi seveceğiniz insanlar, anlamaya çabalayacağınız olaylar ve kendinizi yerine koyacağınız yahut direk kendinizi bulacağınız hayatlar sunuyor. ‘Babam ve Oğlum’da, bu ülkede bir kuşağın erkeklerinin yaşadığı travmayı anlattığında, ya da ‘Issız Adam’da modern zamanın kadın-erkek ilişkilerinde sözde ‘ıssız kalmayı!’ seçmiş bir metropol erkeğini anlattığında,salondan çıkan ‘gözü yaşlı erkekler topluluğu’nu daha iyi açıklarız sanırım. (Kadınları saymazsak tabi, filmlerde ağlıyoruz diye adımız çıkmış bir kere.) Yani karşımızda hedef kitlesini iyi gözlemlemiş ve seyircinin ‘duygusal damarını’ çok iyi sezen bir yönetmen var.
Irmak bu hafta vizyona girecek olan son filmi ‘Dedemin İnsanları’nda da kaideyi bozmuyor ve duygusal şerbeti bol, seyri keyif veren bir film sunuyor. Hedefi yine tam 12’den vuruyor anlayacağınız. Öyle ki, kurduğu hikaye sistemini iyi bilen sinema yazarlarını bile gafil avlıyor ve filmin basın gösteriminde eleştirmenlerin doldurduğu bir salonu dahi yer yer ağlatabiliyor.
‘Babam ve Oğlum’daki metodu tekrarlayan yönetmen, hikayenin merkezine yine bir dede-torun ilişkisini oturtuyor. ‘Çocuk’ imgesi, Çağan Irmak’ın sinemasındaki en önemli öğelerden biri kuşkusuz. Olaylara ‘küçük insan’ların gözünden bakmayı,onların hayal dünyasını keşfetmeyi seviyor Irmak. Onları gerçekliğin içinde, hem de acı gerçeklerle dolu bir dünyada resmediyor. Anlattığı dönemin ve de öykünün gidişatı, bir çocuğun olgunlaşmasıyla paralel ilerliyor. ‘Babam ve Oğlum’ daki Deniz, ‘Prensesin Uykusu’ndaki Gizem ve ‘Dedemin İnsanları’ndaki Ozan. Hepsi Çağan Irmak’ın sinemasındaki masalsı ve yer yer fantastik durumların ana kahramanları. Bir diğer dikkat çekici ayrıntı ise, ‘çocuk’ların hepsi aslında bir parça Çağan Irmak’ın kendisi,kendi çocukluğu. ‘Dedemin İnsanları’ da Irmak’ın, Girit göçmeni dedesi Mehmet Yavaş’ın öyküsü. Torunu Ozan karakterinde de Çağan Irmak’ın çocukluğunun izleri var söylediğine göre: Tıpkı ‘Babam ve Oğlum’daki Deniz’in, dedesinin ona aldığı küçük el kamerası ile onu kadrajına alması gibi, ‘Dedemin İnsanları’nın bir sahnesinde de, ellerini cama dayayan Ozan dışarı bakar,ve dedesi yönetmenin kadrajının içine girer.Irmak o sahne için ‘işte bu, benim hayatımın özetidir’ diyor.
Ülkesinin çalkantılı politik dönemlerini sıkça işleyen yönetmen, bu kez 1923’de Türkiye ile Yunanistan arasında milyonlarca insanın göç ettirildiği ‘mübadele dönemi’ne çeviriyor kamerasını.Ama ana meselesi göçten ziyade göç sonrası yaşam, göçmenlik ve azınlık olma durumu. 1923, 80’li yıllar ve günümüze yakın bir zamanda geçen üç öykü ve üç kuşak üzerinden mübadeleyi, ihtilalleri, azınlıkları, öteki olmayı,ırkçılığı ve taşralı olma halini irdeliyor. Yani filmde ‘söylenecek söz’ çok, ve bunlar sadece ana başlıklar. Alt metinlerde ise Türk-Kürt kardeşliği, hatta eşcinsel havası veren bir çift gibi çetrefilli konular var. Bu da dağımık, karmaşık bir senaryo izlenimi veriyor açıkçası.
Hikayeyi özetleyerek başlayalım: Ozan Ege’de küçük bir sahil kasabasında yaşayan 10 yaşında bir çocuktur.Dedesi Mehmet Yavaş ise kasaba eşrafından,saygın bir beyefendidir.Kasaba halkına kol kanat gerer,sorunlarıyla ilgilenir,yardım eder. Girit göçmeni olan dedesi nedeniyle arkadaşları Ozan’la ‘gavur’ diye dalga geçmektedir. Yalnız kalmaktan korkan Ozan başta dedesi olmak üzere tüm ailesine kızar ve herkese ‘Ben Türk’üm diye kafa tutar. Hoşgörüsüyle bilinen Mehmet Bey ise torununun bu durumundan üzüntü ve endişe duymaktadır.Henüz 7 yaşındayken ailesi zorla topraklarından koparıltılmış ve mübadele ile göç ettirilmiş olan Mehmet Bey’in en büyük arzusu doğduğu toprakları ölmeden tekrar görebilmektedir. Ama ülkede yaşanan siyasi meseleler buna bir türlü müsade etmez.Artık torununun iyi yürekli bir insan olması için çabalayacaktır; ona atalarının geçmişini,içinde sakladığı özlemi, mektup koyarak Ege’nin mavi sularına bıraktığı şişelerle anlatır.
Hikayeden de anlaşılacağı üzere Ozan ‘azınlık’ değil, ‘çoğunluk’ olmayı isteyen bir çocuk. Bazı şeylere aklı ermeye başladıkça toplumsal baskıya direnemiyor ve çemberin dışına itilmek gururuna dokunuyor. Çağan Irmak tam da bu noktada, Ozan ve belki de sonraki tüm kuşaklar üzerinden yerinde bir ‘beyaz Türk’ eleştirisi yapıyor. Çünkü Ozan sokakta, evin dışında bu sistemin düzenine dahil olup büyüyen bir nesil. Arkadaşları, hatta bazı büyükleri bile onu ‘onun gibi olmayana’ ‘öteki’ne karşı kışkırtıyor. Tarafını belli etme ve ‘Türk’lüğünü ispat etme çabası ise göçmen mahallesinde cam çerçeve indirmeye hatta dedesinin bir rum casusu olduğu yalanına inanmasına kadar gidiyor. Ne dükkandaki diğer küçük masum çırağa, ne de hapisteki kayıp kocasını beklerken hafif aklını yitiren komşusuna karşı hoşgörüsü var Ozan’ın. Dindiremediği bir öfke ve kızgınlık hali var ruhunda. Dedesinin çabaları ve şefkatiyle yüzünü iyiliğe ve hoşgörüye dönüyor.Ve gün geliyor dedesinin vasiyetini o yerine getiriyor filmin sonunda.
Filmin sinematografik açıdan en iyi sahneleri, flashbacklerle kurguya dahil olan, mübadeleyi anlattığı dönem. Girit ve Gökçeada’da çekilen sahneler başarılı bir sanat yönetmenliğinin sonucu olarak dikkat çekiyor. Duygu selini besleyen müzikler ve Irmak’ın özenli şarkı tercihleri de diğer filmlerinde olduğu gibi bunda da büyük ilgi göreceğe benziyor. Çetin Tekindor ise yine filmin temel direği oyunculuk anlamında. Karakteri fazlaca idealize edilmiş,kusursuz,bilge bir hava verse de, Ege’li bir beyefendi rolünde çok iyi bir iş çıkartıyor ortaya. Aslında Çağan Irmak’ın kullandığı her bir öğenin (müzik,cast,mekan, karakterler vb..) filmlerini hem daha kişisel hem de daha etkileyici bir hale sokmasında en büyük kozu olduğu söylenebilir. Gelgelelim bir şey var ki,önceki filmlerinde de olan bazı durumlar bu senaryosunda da göze batıyor; hayata ve dünyevi konulara dair söylediği ağdalı tiyatral laflar meselesi. Özellikle de, daha ilk sahneye bile böyle girilmesi kulak tırmalıyor dersek yeridir.
Ve ‘Ege’.. Aslında filmin gizli kahramanı tam olarak o. Bir denizin ayırdığı iki yakanın insanlarının yüzlerce yıldır dostluk, yardımseverlik ve barış içinde birarada yaşadıkları güzel topraklar.. Kökleri suyun hangi tarafına ait olursa olsun, sofrasını aynı mezelerle donatan, aynı içkiyle sarhoş olan, aynı ezgilerle çoşan, tarihde aynı ortak acılara tanıklık eden, ve aynı denize bakıp hüzünlenen insanların hikayesi var bu filmde. Yönetmeni de bu topraklardan çıkan biri olunca, Ege’nin tüm bu sıcak, samimi atmosferi filme eşlik ediyor. Ege insanının naif, neşeli halleri ise filmi süsleyen diğer güzel detaylar. Filmdeki diğer bir deyişle; ‘orada tam akıllı insan azdır, herkes accık üç şekerlidir.’ Yani bu filmde ‘üç şekerli insanların’ öykülerini göreceksiniz.
‘Dedemin İnsanları’ artısıyla eksisiyle ve bir ‘tekrar’ havası verse de, bu ülkenin insanlarının hisssiyatına hitap edecek türden samimi bir film. Anlattığı ‘asıl mesele’ ise ‘göç’ ve aidiyet’.İster uzak topraklardan göç etmek olsun,ister ülkenin bir ucundan diğer bir ucuna gitmek, göçmenlik bu toprakların özünde olan bir gerçek. Yine bir göçmen torunu olan Çağan Irmak da dedesine ithaf ettiği bu son filminde izleyiciye,‘öteki’ olmanın, nereye giderseniz gidin bir yere ait olamamanın farklı bir yorumunu sunuyor.Ve şunu soruyor: ‘Bu kadar azınlığın olduğu bir ülkede çoğunluk nedir’?
İyi seyirler..
Son Yorumlar