Suat Özönder: Türkiye’de yozlaşmış müziğe dur demenin zamanı çoktan geldi
“Onu ilk kez Kuşadası’nda dinledim; Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri için orada bulunan bir grup yazara verdiği konserde. O güne kadar neden tanımamıştım böyle kıymetli bir müzisyeni? Bu bir tercih miydi? Sürüye karışmamak, genelden ayrı durmak adına izlenen bir yol? Geç tanımış olmaktan üzüntü duyduğum değerli müzisyen Suat ÖZÖNDER ile sizleri tanıştırmak istedim bu söyleşiyle; her türlü değerin erozyona uğradığı bu günde böylesi bir kimliğin olduğunu da bilin…” Süreyya Köle
***
S.KÖLE: Suat Özönder kimdir, sizi kendi cümlelerinizle tanıyalım isterim. Müzikle tanışıklığınız hangi yıllara dayanır? Ne olmuştur da müzik, yaşamınızdaki yerini kaçınılmaz bir şekilde almıştır?
S. ÖZÖNDER: Her şeyden önce, tüm sınıfların içinde bulunan bir insan… Sanata kendini adamış, haksızlıklara hep direnen, doğruluğu hedeflemiş, aşka inanan, sevgi dolu insanların yanında olmak için her an fırsat kollayan, doğanın kirlenmemesi için savaşan, sosyal demokrat fikirleri savunan, şiddete ve savaşa karşı olan biri Suat Özönder…
Müzik; 1954 yılında sevgili Öğretmenim Halit Öney ile müziğe ilk adımımı atmış oldum; yani ilkokul üçüncü sınıfta. Mandolin öğrenimim üç yıl olmuştu ve ben dilediğim şarkıları çalabiliyordum artık. Ailem de müziksever insanlardı. Onlardan dolayı da kulak dolgunluğu kalıcı olmuştu bende.
İstanbul Saint Benoit Fransız kolejinden sonra İzmir’de Namık Kemal Lisesinde okurken tiyatroyla tanışmıştım. İzmir’de kaldığım sürece “Majestik Tiyatro” ile çalışmalarımızı sürdürdük. Bu arada “GİTAR” çalma hevesine kapıldım. Bir yerlerden 100 lira bulmuş ve ilk gitarımı almıştım. Tabii mandolinden epey farklı bir yapısı olduğu için bir zaman mandolin gibi çaldım. Sonra onun bir gitar olduğunu ve gitar gibi çalınması gerektiğini anlattı bir dost bana. Küçük dersler alarak gitar pozisyonlarını öğrenmeye başladım. Tiyatroya Bergama Halk Eğitim Merkezi’nde devam ettim, aynı zamanda müzik de devam ediyordu.
Sonunda gitar çalmak bana daha çok zevk vermeye başladı ve böylece müziği seçmiş oldum. Müziğin zevkine vardıkça daha çok yakınlaştım. Hele besteler yapmaya ve bu besteleri söylemeye başlayınca daha da çok bağlandım. Zira beni dinleyenlere kendimden bir şeyler veriyordum. Böylece beni dinleyenlere kendimi daha yakın hissediyordum. Bu durum da müziği bende vazgeçilmez yaptı.
S.KÖLE: Sizi ilk kez Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri kapsamında düzenlenen bir etkinlikte dinledim. İçinde benim de olduğum bir grup yazara şarkılarınızı söylerken o gün sizinle ilgili düşüncem şu olmuştu: “Bu müzisyeni biz bugüne kadar neden tanımamışız?” Evet, neden? Uzun yıllar Belçika’da yaşamış olmanızın etkisi olabilir mi bunda?
S. ÖZÖNDER: Evet, Kuşadası festivaline katılmam Anafilya sanal dergisinin bir üyesi olmamla gerçekleşmişti. Tabii ki ben bu dergiyi Belçika’daki yıllarımda tanımış, genel koordinatörü Halit Umar Bey’le o zamanlar kurulmuş bir sanat dostluğu oluşturmuştuk. Hatta Kuşadası Öykü ve Şiir Günleri dördüncü festivalinde benim Nazım Hikmet’ten bestelemiş olduğum bir şarkım Nazım için sunulan slide gösterisinde çalınmıştı. Beşinci yılında da festival için gelen kıymetli dostlara konser vermem teklif edildi. Bir yıl önce sadece cd’den dinlenen şarkımı bu kez sizlere canlı bir biçimde söyleyebilecektim.
Aslında çok genç gittiğim Belçika sanatımı icra etmek için bana daha enteresan gelmişti. Bir Türk olarak Avrupa’da kendimi, dolayısıyla memleketimi tanıtabilme şansını yakalayabilmek arzusuydu bu. Avrupa’da sanatçılar arasında çok hoşuma giden sıkı bir dayanışma gördüm. Bilhassa şair dostum rahmetli Lucie Spède in beni Belçika sanat dünyasıyla tanıştırdıktan sonra, halkın da sanata çok önem verdiğini gördüm. Bu da o ülkede kalmam için en büyük etken oldu. Orada, gurbet ellerde kendimi hiç yalnız hissetmedim bu yüzden. Bu arada bestelerime Fransızca sözlü şarkılar da eklenince, dinlenmesi gereken sanatçılar arasına girmiş oldum. Belçika’da her yıl iki dilde yayınlanan “sanat Almanakları’nda” yerimi almış, birçok dernek ve kuruluşlar tarafından ilgi görmeye başlamıştım. Bu da bana sık sık konserler, radyo ve televizyon programları yapmamı sağladı. İşte bütün bu etkinliklerden dolayı Türkiye’ye gelip kendimi tanıtma fırsatını bulamadım. Bir de Avrupa’da, sanatçıları koruyan “ telif hakları” kuruluşu çok iyi işliyordu. Tüm haklarımızı koruyabiliyor ve bu da biz sanatçıları daha çok çalışmaya sevk ediyordu. Tabii ki uzun yıllar Belçika’da kalmamın, orada bir aile kurmamın da etkisi çokçadır.
S.KÖLE: Yıl 2002’ydi; UNESCO o yılı doğumunun 100. yılı nedeniyle Nazım Hikmet’e adamış, Nazım Hikmet Yılı ilan etmişti. Siz de aynı yıl Türkiye’de Nazım Hikmet şiirlerinin bestelenmesiyle oluşturulmuş bir CD çıkarmıştınız. Üzgünüm biz bunu da çok fark edemedik aslında. Bize o çalışmanızdan söz eder misiniz?
S. ÖZÖNDER: Daha 1970’li yılların başında beste çalışmalarına Nazım Hikmeti de almıştım. Bilhassa bestelediğim “Kız Çocuğu” şarkısı tüm konserlerimde büyük bir ilgi topluyordu. Bir de bu şarkıyı sevgili şair dostum rahmetli Lucie Spède Fransızcaya çevirmişti. Bu nedenle şarkının önemi sözler anlaşıldıkça daha da artıyordu. İşte bu “KIZ ÇOCUĞU” nu elinden tutarak, çeşitli Avrupa ülkelerinin çeşitli şehirlerinde, radyo ve televizyon programlarında, bir bir dolaştık. Bütün bunlar Nazım’dan besteler yapmak için bana büyük bir hırs veriyordu. UNESCO nun 2002 yılını Nazım Hikmet’e adadığını bir yıl öncesinden öğrenince, bu çorbada benim de tuzum bulunmasını istedim. Beste ve düzenleme çalışmalarıma büyük bir hız verdim. Gece gündüz çalışarak 10 şarkılık bir demo CD hazırladım. UNESCO temsilciliğine sunduğum halde bir türlü cevap gelmemişti. Bu kez Sinema ve Telif Hakları Başkanlığı aracılığı ile T.C. Kültür Bakanlığına aynı demo CD lerle müracaat ettim. Burada da neredeyse hasıraltı edilmekte olan bu projemi, zamanın Kültür Bakanı Sayın İstemihan Talay bu projenin hayata geçmesi için kesin emir verince 2002 Nazım Hikmet yılına yetiştirebildik.
Türkiye’den uzakta olduğum için kendi arayışlarımla bir plak şirketi bulamıyordum. O zaman bana zorla dayatılan plak şirketinin duyarsızlığı ve önemsememesi yüzünden yeteri kadar tanıtımı yapılamamış bir cd nin var olduğundan nasıl haberiniz olsun?
Bunda; İstanbul’daki “Nazım Hikmet Vakfı’nın da büyük bir payı var tabii.
Sadece kendi gayretlerimle radyo ve televizyon programlarında bu şarkılarımı söyleyebildim o kadar.
S.KÖLE: Farkındaysanız üst üste iki kez aynı tespiti yapmış olduk; sizin ve çalışmalarınızın tanıtımı konusunda bir sıkıntı var gibi. Bu anlamda bir şeyleri atladığınızı düşünmemek elde değil. Neyin eksikliğidir bu? Türkiye sizi gerçek anlamda neden tanıyamadı bugüne kadar?
S. ÖZÖNDER: Evet, yukarıda bu sorunuza yakın bir soruyu cevaplamaya çalışmıştım. Maalesef memleketimizde bazı insanlar hiç hakları olmadığı halde önemli yerlere ulaşmışlar, köşe başlarını tutmuşlar. Ben Türkiye’den ayrıldığımdan beri günden güne yozlaşan bir müzik anlayışındaki kimseler çıkmışlar, sanat diye adlandırdıkları şeylerle piyasaya hâkim olmuşlar. Kısa sürede nasıl kazandıkları meçhul olan paralarla, her sayfası “magazinleşmiş” bir kısım medyayı adeta kiralayıp kendilerini tanıtma yoluna giden bu kimseler, gene her dakikası aslına hiç yakışmayan görsel medyayı da ellerine geçirmişler. Tabii ki devletlerin politikaları gereği eğitimsiz, dolayısıyla bilinçsiz bir toplum ancak bu yozluktan anlayabildikleri için böylece nasiplerini almışlar, layık oldukları bir yere getirilip bırakılmışlar.
Radyo ve televizyonlarda, topluma “Türk müziği” diye yutturulmaya çalışılan, Yunan, İspanyol ve Arap kökenli şarkıları bol bol dinlettiriyorlar. Sahneye çıkanlar (sanatçı ???) tarafından erozyona uğratılan klasikleşmiş şarkı ve türkülerle bu toplumu hoplatıp zıplatıyorlar. Bu yapıtları hedeflediği gerçeklerden uzaklaştırarak, zaten büyük bir çoğunluğu uyuşturulmuş toplumu eğlendirici hale getiriyorlar.
Ben bu anlayıştaki sanata karşı olduğum ve içinde yer almak istemediğim için Türkiye’de sesimi duyuramıyorum sanırım. Zira yapımcıların %99.9’ u yozlaşmış sanat anlayışını yaymak istiyorlar. Gerçek sanatçı dostlarım da maalesef bu durumdadır.
Son Yorumlar