Kısa film sinemanın masumiyetidir…
Kısa film nedir, ne değildir; ülkemizde kısa filmin geldiği nokta neresidir sorgulamasından önce, kısa filme haksızlık edenler kervanına katılmamak ve işin adını doğru koyabilmek adına ilk yapılması gereken; “Kısa” ve “Uzun” ifadelerini sözlük anlamlarından uzaklaştırarak, birbirinden bağımsız iki “Kavram” olarak ele almak olacaktır.
Aksi halde, konuya yalnızca, anlamı herkes tarafından çok iyi bilinen iki sözcük olarak yaklaştığınızda ve gözlerinize sözlükten yapılı birer gözlük geçirdiğinizde; birbirinin karşıtı olmakla var olma nedenleri birbirine son derece bağlı bu iki kavramın, birbirinden ayrı değerlendirilememesi ve ‘uzun’un ‘kısa’ karşısındaki üstünlüğünün –farkında olun ya da olmayın- kesin kabulü, kaçınılmaz bir sonuç olacaktır.
Bu kolaycı ve tuzak yaklaşımın ürünü değil midir ki, kısa film öteden beri, uzun metrajlı filme geçmek için oluşturulmuş güdük bir tür olarak görülmekte; kişilerin kısa film çekme çabaları ise bir tercihten öte “Uzun metraj çekeceği günlere yönelik antrenmanlardır kesin” yaklaşımıyla değerlendirilmektedir.
Elbette kimi zaman gözlenen durum bu olsa dahi, kısa film, kişiye özgü beklenti ve alanlar arasında yaşanan tek yönlü sıçramaların dışında, uzun metrajlı filmle karşılaştırma kaldırmayacak, ilişkilendirilemeyecek ölçüde özgün bir alandır ve bir tercih meselesidir.
Haydi, ezber bozalım şimdi…
Bilinendir, filmler kısa, orta ve uzun olmak üzere sınıflandırılırken kısa filmin payına düşen “Bir ile otuz dakika arası” olmuştur. Bu paylaşımdan farklı bir sonuç da çıkabilirdi kuşkusuz. Mesela orta metrajlı filmin yaslandığı zaman dilimi ile kısa filminki yer değiştirebilir, uzun metrajlı film ise bu paylaşımdan geri kalan zaman diliminin zorunlu üstlenicisi olabilirdi. Sil baştan oluşturulan böylesi bir sınıflamanın ardından, bu kez film türleri işi nicelik düzlemine çeken ve peşin hüküm oluşturan ‘kısa’, ‘uzun’, ‘orta’ gibi ön adlarla değil de, ne bileyim ‘mor’, ‘beyaz’, ‘kırmızı’ diye de anılabilirdi.
Ne olurdu bu durumda?
Sanırım, uzun metrajlı film ile kısa film arasında öteden beri süregelen ve bir türlü giderilemeyen haksız üstünlük durumu bir anda ortadan kalkar; niceliğin sığ sularından niteliğin insanı içine çeken derinliklerine doğru yol alabilirdik.
Tuhaftır, benzer bir yanılgı ve tanım karmaşası durumu yıllardır edebiyatta da devam etmektedir. Öteden beri roman ve kısa öykü arasında bir ilişki oluşturulmaya çalışanlar, birbirinden son derece bağımsız bu iki türü, birbirinin uzunu ya da kısası olarak değerlendirmişler, tesadüfe bakın ki tıpkı kısa filmde de olduğu gibi, kısa öyküyü romana geçmeden önceki bir deneme sahası olarak kabul etmişlerdir.
Oysa nasıl ki uzun metrajlı film ile kısa film arasındaki en –belki de tek- ortak nokta her ikisinin de “hareketli resimler” temelinde var olmasıdır; roman ve kısa öyküdeyse işin merkezinde “sözcükler” vardır. Hepsi bu…
Ama ille de birileri sanatta bir alanla diğer bir alanı karşılaştırma işine girişecek, benzer ya da ayrıldıkları noktaların peşine düşecek; belki de onlara yeni tartışma sahaları açmak, önerilerde bulunmak gerekecektir.
(Bkz. Uzun metrajlı film ile roman; kısa film ile kısa öykü arasında kurulabilecek ilişkiye.)
Her türlü dayatılmış yargıdan uzak, özgün bir değer olarak ele alınması gereken kısa film; şu bir gerçek ki, ülkemizde ve dünyada, tutkunlarını ve öncesinde emek verenlerini sevindirecek ölçüde izleyici sayısını her geçen gün biraz daha artırmakta; başlı başına kısa film için düzenlenen festivaller bir yana, çok iddialı –markalaşmış- film festivalleri, içinde kısa filmin olmadığı program hazırlayamamaktadırlar.
(Adana Altın Koza Film Festivali ve Antalya Altın Portakal Film Festivali kapsamında sürdürülen ve gelenekselleşmeye yüz tutacağı açık, kısa film gösterimlerini bu yaklaşımı destekleyen örnekler olarak verebiliriz.)
Kuşkusuz bu, bir anda ortaya çıkmış, rastlantısal bir durum değil, olsa olsa artık güneşin balçıkla sıvanamaması halidir.
Bu noktada yapılabilecek en yerinde saptama; festivallerin, programlarına aldıkları kısa film gösterimlerini etkinlikleri için bir saygınlık ölçüsü kabul etmeleridir.
Peki, kısa film, festivallere bu denli saygı kazandıracak, -bir başka yaklaşımla- referans olabilecek niteliğe sahip bir film türü müdür? Kesinlikle evet.
Çünkü kısa film; ticari kaygılardan uzak, uzun metrajlı filmin ötelediği güç ve riskli konuları üstlenebilen, çok fazla şeyi en kısa sürede anlatmak gibi bir derdin sahibi bir türdür ve Tayfun Pirselimoğlu’nun da söylemeden geçemediği gibi sinemacıların ve sinemanın masumiyetidir.
Öyle söylüyor 21. İstanbul Kısa Film Festivali’nin açılış töreninde, kısa filmden gelme uzun metrajlı film yönetmeni Tayfun Pirselimoğlu: “Her şeyin hızla kirlendiği ve bu kirlenmeden sinemanın da payına düşeni aldığı bir dünyada kısa film bizim masumiyetimizdir.”
Bilinmez, Pirselimoğlu’nun sözünü ettiği kirlenme salgınından ne zamana kadar koruyabilir kısa film kendisini; ancak bir yaklaşımla, kısa filmi hâlâ böylesine temiz ve masum kılan; ticari kaygılardan uzak oluşu, bir başka deyişle öncelikle parayla direkt bir derdinin olmayışıdır.
İyi de bu bir tercih olabilir mi? Kesinlikle hayır.
Artık kısa film izleyicisinin beklentisi o yönde ki; kısa film de bir ucundan işin ticari yönünü oluşturabilsin, insanlar ederi karşılığında evlerinde izlemek üzere kısa film satın alabilsinler, sinema salonlarında bir salonda uzun metrajlı film gösteriliyorsa diğer salonda kısa film gösterilebilsin.
Tam da bu noktada “işletme belgesi”nden söz ediyor, İstanbul Kısa Film Festivali yöneticilerinden Hilmi Etikan. Kısa filmlere bu belgenin verilmesiyle kısa filmin gerçek anlamda kabul görmüş olacağı, resmi olarak da tanınmasının sağlanacağı konusuna dikkat çekiyor.
Kısa film örneklerine festivallerin dışında da ulaşabilme, ederi karşılığında sahip olma isteği içerisindeki sinemaseverler, işi artık amatörce koşullardan profesyonelliğe taşımanın gerekliliğine inanmış kısa film emekçileri derken, durumun resmi 21. İstanbul Kısa Film Festivali’nde tanık olunan, yüzlere acı bir gülümseme düşüren o diyalogla çiziliyor aslında.
Nedir o?
İstanbul Kısa Film Festivali yöneticilerinden Duygu Etikan, festival kapsamındaki bir film gösterimi sonrasında, o an salonda olan filmin yönetmenini salondaki izleyiciye tanıtmak ve salondan kendisine yöneltilebilecek soruları yanıtlaması için sahneye davet ediyor.
İzleyici önüne davet edilen yönetmen yabancı, Türk değil, ancak konuşma başlayınca anlaşılıyor ki kısa filmin sorunları yalnızca Türkiye’de değil dünyanın farklı bir ülkesinde de aynı ve bilenler için o derece tanıdık.
Kısa filminin masrafını kendi karşılayan yönetmenler, o filmde rol alarak yönetmene destek sağlama telaşına düşmüş eş, dost, akraba…
Duygu Etikan’ın “Filmin ekonomik yükünü kim üstlendi?” sorusu önce yönetmenin yüzüne, sonra salondaki izleyicinin yüzüne acı bir gülümseme olarak düşüyor o dakikada.
“Kendim” diyor filmin yönetmeni. “Kimse değil, kendim.”
Şu ya da bu, destekli ya da desteksiz bir şekilde izleyici sayısını her geçen gün daha da arttırıyor kısa film; kendi izleyici grubunu oluşturmayı her türlü zorluğa rağmen başarabiliyor. Avrupa’nın ve dünyanın herhangi bir yerindeki kemikleşmiş kısa film izleyicisine inat Adana’da, Antalya’da, Ankara’da, Bursa’da, Siirt’te, Batman’da insanlar kısa filmle tanışıyor yeni yeni.
Ve sanırım bu noktada festival düzenleyicilerine teşekkür etmek gerekiyor; onlara bu konuda gereken desteği sonuna kadar sağlamak.
Ne demişti Tayfun Pirselimoğlu? “Kısa film kirlenen şu dünyada bizim masumiyetimizdir.”
Kısa filmin masumiyetini sonuna kadar koruyabilmemiz dileği ile…
Hakettiği değer gösteriliyor ama bunun için altyapıların sağlanmadığı kesin. Okulumuzda kısa film çekiyoruz fakat malzeme olarak sadece kamera ve tripot bulabiliyoruz. Belirli yerlerde tüm imkanlar sağlanıyor. Eşit olmayan bir eğitim sistemi içerisinde çektiğimiz kısa filmler ne kadar güzel olurswa olsun malzeme olarak çok eksik olduğu için değer görmeyecektir.
Ülkemizde umarım hakettiği değeri bulur.
Emeğine sağlık