Ejderha Dövmeli Kız (Film, 2011)
Yönetmen: David Fincher
Oyuncular: Daniel Craig, Rooney Mara, Christopher Plummer, Stellan Skarsgård, Steven Berkoff, Robin Wright, Yorick van Wageningen ve Joely Richardson
Yapımcı: Ole Søndberg, Søren Stærmose, Scott Rudin ve Ceán Chaffin
Senaryo: Steven Zaillian (Stieg Larsson’un ilk olarak Norstedts tarafından yayımlanan romanından esinlenerek)
Yürütücü yapımcı: Steven Zaillian, Mikael Wallen ve Anni Faurbye Fernandez
Ortak Yapımcı: Berna Levin ve Eli Bush
Görüntü yönetmeni: Jeff Cronenweth, ASC,
Prodüksiyon tasarımcısı: Donald Graham Burt
Editörler: Kirk Baxter, A.C.E. ve Angus Wall, A.C.E.
Kıyafet tasarımcısı: Trish Summerville
Besteciler: Trent Reznor ve Atticus Ross.
KONU:
Öykünün bir labirentten farksız yapısında cinayet, yozlaşma, aile sırları ve 40 yıllık bir gizemin peşinden koşan iki beklenmedik ortağın iç mücadeleleri yer alıyor. Mikael Blomkvist (Daniel Craig), yalan haberle suçlandıktan sonra şerefini kurtarmaya karar veren bir finans muhabiridir. İsveç’in en zengin sanayicilerinden olan Henrik Vanger (Akademi Ödülü® adayı Christopher Plummer) tarafından, geniş ailesinin bir üyesi tarafından öldürüldüğüne inandığı sevgili yeğeni Harriet’ın uzun zaman önceki kayboluşunu araştırmakla görevlendirilen gazeteci, başına geleceklerden habersiz bir şekilde, donmuş İsveç kıyılarının açığındaki bir adaya doğru yola çıkar.
Aynı anda, Milton Güvenlik hesabına çalışan alışılmadık ama becerikli bir araştırmacı olan Lisbeth Salander (Rooney Mara), Blomkvist’in geçmişini araştırmakla görevlendirilir. Bu görev, genç kadının Harriet Vanger’ı kimin öldürdüğünü araştıran Mikael’e katılmasına yol açar. Lisbeth, sürekli ihanete uğradığı bir dünyadan saklanmayı seçmişse de, hacker’lık becerileri ve sabit fikirliliği paha biçilmez birer özellilk haline gelmiştir. Mikael ağzı sıkı Vanger’larla yüz yüze gelirken, Lisbeth kablolu dünyanın gölgelerinde gezinir. Birlikte geçmişten günümüze bir cinayetler zincirini takip ederken, çağdaş suç dünyasının en azgın dalgalarına çekilirken tutunacakları, kırılgan bir güven bağı kurarlar.
İNTİKAMCILAR VE İNTİKAMI ALINAN: KADRO VE KARAKTERLER
Blomkvist
Mikail Blomkvist, yakın zamanda ölen yaratıcısı Stieg Larsson’un sağlığında olduğu gibi, finans dünyasında ve hükümette yozlaşmayı açığa çıkarmaya kararlı bir araştırmacı gazetecidir. Kalburüstü Milenyum dergisinin ortağı olan Blomkvist bir aktivist sayılmasa da, güçlü ve zenginler hakkında yaptığı amansız araştırmalar nedeniyle yasal; hatta ölümcül tehlikelere atıldığı bilinmektedir. Fincher, Blomkvist rolü için derinlik ve etkileyicilik arasında kurduğu dengeyle Casino Royale ve Quantum of Solace filmlerinde James Bond rolünü üstlenen İngiliz oyuncu Daniel Craig’i seçti.
“Film aslında Blomkvist üzerine; çünkü o, izleyici için bir giriş yolu yaratıyor,” diyor Fincher. “O daha geleneksel bir karakter; Lisbeth ise onun yörüngesinde dolaşan bir uydu. Bu nedenle de sadece muazzam bir cazibenin yanında Tanrı vergisi oyunculuk yeteneğine sahip, Daniel gibi birine ihtiyacımız vardı. Daniel o kadar iyi ki karakterle ilgili en küçük ayrıntıyı bile yakalayabiliyorsunuz.”
Pek çok kişi gibi, Craig de The Girl With The Dragon Tattoo/Ejderha Dövmeli Kız’I yayımlanmasından çok kısa bir süre sonra, olay yarattığı ilk günlerde okumuştu. Oyuncu, “Biri tatilde kitabı bana verdi; iki günde okudum,” diye anımsıyor. “Elinizden bırakamadığınız cinsten bir kitap. Kötü şeylerin olacağına dair bir his yayıyor; insanlara bu kadar cazip gelmesinin nedeni de bence bu.”
Oyuncu, o zamandan Lisbeth Salander karakterine kapıldığını hissettiğini söylüyor. “Bence Lisbeth’in ilginç yanı, cinsel şiddet kurbanı olsa da asla psikolojik anlamda bir kurban olmamış olması,” diyor Craig. “Kuvvetli oluşu, darbe aldıktan sonra ayağa kalkıp devam edebilmesi insanları ona çeken bir özellik.”
Her ne kadar kitap Craig’in aklında kalıcı bir yer etmiş olsa da, Blomkvist rolünü kabul etmesinin asıl nedeni,öyküyü beyaz perdeye uyarlamak için bir araya gelen yaratıcı ekipti. “Gerçekten iyi bir öykü; ama yönetmen olarak David’i görmek ve Steven Zallian’ın senaryosunu okumak bunu benim için heyecan verici bir deneyim haline getirdi,” diyor. “Malzemeye olduğu gibi, onların görsel fikirlerine de güvenim tamdı.”
Oyuncu, daha en baştan Blomkvist’e yakınlık duyduğunu söylüyor. “Tavrını seviyorum. Politik görüşünü, ilginç şekillerde karmaşıklığını seviyorum,” diyor Craig. “Yozlaşmayı açığa çıkarmak için savaşırken, bir yandan da nüfuzlu bir gazeteci olmaya çalışıyor; böyle bir şey mümkünse tabii.”
Steven Zaillian, Craig’in karaktere rahatlıkla bürünmesinden etkilendiğini ifade ediyor. “Blomkvist, istediği kadar sert biri değil; ama gerçekten iyi, dürüst bir adam. Daniel bunu harika bir şekilde verdi,” diyor. “Canlandırdığı karakter, Salander’inki kadar karmaşık.”
Craig, rol için abartılı bir aksan kullanmamaya, Blomkvist’in konuşma tarzını Stockholm’ün kozmopolit kültürüne uyacak şekilde doğal tutmaya karar verdiğini söylüyor. “Gayet sade bir tarz benimsedim,” diye açıklıyor. “David’le bu konuda konuştuk ve ikimiz de aksanın, karakterin önüne geçmesini istemediğimize karar verdik. Aslında, pek çok İsveç vatandaşı, aksanlı ya da aksansız, inanılmaz derecede iyi İngilizce konuşur. Ben de bu yolu seçtim. Blomkvist çok yolculuk etmiş, dünyayı dolaşmış, altı yaşından beri BBC’yi dinleyen biri; bence böyle konuşması gayet normal.”
Uzun süredir Fincher’la çalışmak isteyen Craig, sonunda bu fırsatı yakalamış olmaktan ötürü –tüm zorluklara karşın- heyecanlıydı. “David bir sahneyi defalarca çekmekle ünlü; biz de bundan payımızı aldık ama bu beni hiç rahatsız etmedi,” diyor Craig. “Sonuç iyi olduğu ve sürekli bir şeyler yarattığımızı hissettiğimiz sürece, bütün gün aynı sahneyi çekebiliriz. David ayrıca oldukça belirgin ve –bunu söylemenin en kibar yolu nedir?– ilkeli biri. Ama bir sahneyi en küçük detayına kadar inşa ettiğini gördüğünüzde, rahatlıyorsunuz. Kendinizi sahneye teslim ediyorsunuz; David’in en önemli ayrıntıları göz önünde bulundurduğunu biliyorsunuz çünkü.”
Craig, rolü aldığında hayatında hiç olmadığı kadar formda olduğunu, bunun da zamanını bir masada ya da kaynakları soruşturan bir gazeteci için pek alışılmış bir şey olmadığını belirtiyor. “David bana şişmanlamamı söyledi; biraz zor oldu ama başardım,” diye gülüyor.
Özellikle filmin sonunda yer alan sahnelerdeki fiziksel zorluklar da işin bir başka yönüydü; ancak Craig, o sahnelerde bile karakterin iç yapısına odaklandığının altını çiziyor. “Final sahnelerinde bile, Blomkvist için yoğun duygular söz konusu,” diye özetliyor.
Salander
The Girl With The Dragon Tattoo/Ejderha Dövmeli Kız’ın yapım süreci başlar başlamaz, Lisbeth Salander’i canlandıracak oyuncu arayışı da start almış oldu. Kitabı okuyan herkesin, zihninde kendine göre yarattığı bir resim vardı; bu, oyuncu seçimini daha da zorlaştırıyordu. New York Times‘dan Michiko Kakutani, yazdığı makalede Lisbeth’i şöyle anlatıyordu:
“Stieg Larsson’un tehlikeli bir periyi andıran kahramanı Lisbeth Salander, uzun zamandır yazılmış en orijinal karakterlerden biri: Audrey Hepburn’ün başıboş, dövmeli ve piercing’li halini andıran, Lara Croft’un gözünü budaktan sakınmaz tavırlarına ve Mr. Spock’ın soğukkanlı, duygusuz zekâsına sahip biri. Savunmasız bir kurbanken bir intikamcıya dönüşmüş, bile bile antisosyal olmayı seçmiş, devletin kurumları tarafından zihinsel olarak yetersiz bulunmasına rağmen bilgisayar oyunu savaşçılarına taş çıkartacak ve göz kamaştıracak kadar yetenekli olduğunu kanıtlamış.”
Steven Zaillian, karakteri uyarlarken Salander’in kendisine yaklaşmaya cüret edenlere karşı zırhını kuşanan ama bir o kadar da kırılgan kişiliğinin tüm zıt tonlarını yansıtmayı hedeflediğini söylüyor. “Yazması çok eğlenceli bir karakter oldu,” diyor Zaillian. “Yaptığı şeylerde bir istediği şekilde davranma, sabrının sınırına gelme durumu söz konusu; ama başka şeyler de var. Filmin gücünün büyük bölümü, Lisbeth Salander’den kaynaklanıyor.”
Fincher, rolü canlandıracak aktrisin, tüm bu özelliklerin yanında zaten riskli olan bir karakteri canlandırırken sınırı geçmeyi de göze almasını istiyordu. Aradığı şeyi Rooney Mara’da buldu; ama bu, hemen olmadı.
Yapımcılar Lisbeth rolünü canlandıracak oyuncu için kapsamlı bir liste oluşturdular. Bu uzun listede, Fincher’in yönettiği The Social Network/Sosyal Ağ’da Mark Zuckerberg’in kız arkadaşı Erica Albright rolünde oynayan Mara da vardı. Fincher, onu bitmek bilmeyen yoğun prova seanslarına dahil etti ve role uygun olduğunu kanıtlaması için İsveç şiirinden örnekler okumaktan motosikletlerle poz vermeye kadar pek çok şey yapmasını istedi.
“Seçme süreci sırasında onu beğenmemin en büyük nedeni, tam da Lisbeth’ten istediğim şeyi yapması, hiç vazgeçmemesiydi. Boyun eğmez birini arıyordum,” diyor yönetmen. “Oyuncu seçme sürecinin sonuna geldiğimizde, uğruna el bombasının üzerine atlamaya layık biri olduğunu anlamıştım.”
Fincher sözlerine şöyle devam ediyor: “Aradığımız ve ihtiyaç duyduğumuz özelliklerin büyük bölümüne sahip halde başladı. Gerçek hayatında biraz gözlemci bir kişiliğe sahip. Ama bunun da ötesinde, karakteri anlamak için çalışmaya istekliydi. Onun için ‘bunu yapabilir mi bilmiyorum ama ona ilham verir, onu destekler ve serbest bırakırsak sonuna kadar deneyeceğinden eminim’ dedim. Aynen de öyle oldu. Saçlarını kesti, motosiklete binmeyi öğrendi, bir başına İsveç’e gitti ve ortadan kayboldu. Tüm bunları yapmaya istekli birini bulduğunuzda, istediğiniz her şeye sahipsiniz demektir. Piercing gibi detaylar önemli belki ama o kısmı herkes başarabilirdi.”
Üst üste yapılan prova seansları Mara’yı diken üzerinde tutarak, karakterine daha da bürünmesini sağladı. Aktris, “Rolü almak için gereken her şeyi yapmaya hazır olduğumu onlara göstermek istiyordum,” diyor. “Ama ilerledikçe, ‘Size daha ne göstermem gerekiyor? Her şeyi gösterdim. Ya bırakın kendi hayatıma döneyim, ya da yapalım şu işi. Her şeyi bırakmaya hazırım ama artık karar verin’ dedim.”
Performansla ve beklemeyle geçen aylar, ultimatomla sonuçlandı. “David beni ofisine çağırdı ve rol hakkında konuşmaya başlayıp neden kimsenin bu rolü oynamak istemeyeceğini, hayatımı muhtemelen kötü yönde nasıl değiştirebileceğini anlatıp durdu. Ardından bana iPad’ini uzattı; cihazda rolü aldığımı söyleyen bir basın bülteni vardı. Bülteni o gün göndermeyi düşündüklerini, karar vermem için yarım saatim olduğunu söyledi.”
Mara tereddüt etmedi. Karakter çoktan içine işlemişti. “Lisbeth gibi bir kadın karakter görülmedi; ufak tefek, bir bakıma cinsiyetsiz, pek çok farklı yüze sahip biri,” diyor. “Onun tarafını tutuyorsunuz ama bir yandan da onu sorguluyorsunuz; çünkü sürekli onayladığınız şeyleri yapmıyor. Bu bana oldukça ilginç geldi.”
Mara şunları ekliyor: “Bence pek çok kişi, ne kadar tuhaf bulsa da karakterle özdeşIeşiyor; çünkü çoğu insan bir noktada dışlandığını ya da gücü elinde bulunduranlar tarafından engellendiğini hissetmiştir.”
Mara rolü kabul eder etmez, kendini bir cenderenin içinde buldu. “David’e evet dedikten bir saat sonra, bir bilgisayarı parçalara ayırdım, motosiklete bindim ve kaykay dersleri almaya başladım. Tam beş gün sonra, Stockholm’deydim,” diye anımsıyor. “Rolü almış olmamın benim için ne ifade ettiğini ya da ne hissettiğimi düşünecek vaktim yoktu. Tamamıyla rolüme odaklanmıştım.”
Ama Fincher’ın uyarılarının genç aktrisi korkutmadığı belliydi. “Bana ‘İsveç’e gidip yalnız kalman ve bu kız gibi yaşaman gerekecek,’ dedi. ‘Film seni yok edecek. Bir süreliğine ailene ve arkadaşlarına veda etmen gerekecek,’ dedi. Ama o sırada gerçekte nasıl biri olduğumu bilmiyordu,” diye açıklıyor. “Aslında yalnız biri olduğumu ve benden istediği şeylerin gözümü korkutmadığını bilmiyordu. Başka biri olsa belki korkardı, ama ben korkmadım.”
Mara sonunda görünüşünü tümüyle değiştirerek uzun saçlarını kesti, vücudunu sayısız piercing’le süsledi ve kaşlarını ağarttı; aktrise göre en sarsıcı olan da bu son değişiklikti. Sadece korkutucu ve saldırgan bir ifade kazandırmakla kalmadı, yüzünü de açarak karakterin duygusuz zekâsını ve bastırılmış öfkesini de yansıtmaya olanak sağladı.
“Ağartma işleminden hemen önce, kendime hakimdim, hazırdım, heyecanlıydım,” diye anımsıyor Mara. “Derken aynaya baktım ve kendimi kaybettim. Ama bence ağartma, karakterin görünüşü için yaptığımız en iyi şeylerden biriydi. Kendi damgamızı vurduk.”
Mara’nın, Lisbeth’e damgasını vurduğu bir konu da, kendine koyduğu duygusal engelleri açığa çıkarmak için uygun bir yol bulmaktı. “David’le birlikte, Lisbeth’te açık yara olmadığına dair konuştuk. Olduğu gibi kabuk bağlamış. Ağlamıyor, gerçekten bir şey hissetmekten kendini alıkoyuyor; ama izleyicinin, kabuğun altındaki yaraları fark etmesi gerekiyor,” diye anlatıyor.
Mara, Lisbeth’in kapalı bir kutudan farksız dünyasına girdikçe, Stieg Larsson’un, karakterin ilham kaynağı olarak neden efsanevi hikâye kahramanı Pippi Uzuçorap’ı gösterdiğini anladı. “Lisbeth, Pippi Uzunçorap’ın 25 yıl sonraki hali. Atını bir motosikletle değiştirmiş. Artık bir bilgisayarı var; ama ahlak anlayışı hâlâ aynı, kötü adamlara haddini bildiriyor,” diyor.
Lisbeth’in karmaşıklığı, öykünün en rahatsız edici sahnelerinde, Lisbeth’in yasal vasisi, Nils Bjurman’ın ofisindeki iki şiddetli saldırıda öne çıkıyor. Bu yoğun sahneler hem fiziksel hem de psikolojik açıdan zorlayıcı olmakla birlikte, Lisbeth’in bir kadın katilini ortaya çıkarmak için Blomkvist’e yardım etmesinin ardındaki nedenleri anlamak açısından büyük önem taşıyordu. “Bjurman’la olan sahneler, Lisbeth hakkında çok şey anlatıyor,” diyor Mara. “Bu olay onu ve öyküyü pek çok yönden harekete geçiriyor. Bu sahneler üzerinde uzun uzun düşündüm.”
Sette, belirgin bir duygusal gerilim vardı. Aktris, “O sahnelerin zor olacağını biliyordum; ama sandığımdan daha zor olduğunu gördüm,” diyor.
Mara, sahnelerin yoğunluğunu yüksek tutmak adına Bjurman’i canlandıran Yorick van Wageningen’le görüşmekten kaçındı. “Yorick görüp görebileceğiniz en tatlı adam; ama ondan uzak durdum çünkü onun ne kadar tatlı olduğunu düşünmek istemiyordum,” diyor. “Fazla konuşmamak, sadece odaya girip sahnenin nasıl çözüleceğini görmek bizim için daha iyi oldu.”
Lisbeth’in hayatında çözülüp kontrolden çıkan pek çok şey, Mikael Blomkvist’le yakınlaştıkça toparlanmaya başlar. Kızı şaşırtan şey, cinsel çekim değil, keşfedilmemiş bir güvenme içgüdüsüdür. “Lisbeth filmin büyük bölümünü insanları kendinden uzaklaştırarak geçiriyor. Sürekli bir şeyleri bastırıp uzaklaştırmaya çalışıyor. İnsanlarla temas kurduğu ilişkileri yok.” diyor Mara. “Ama Mikael’le, bleki de sonunda inanabileceği birini bulduğun düşünmeye başlıyor; gel gelelim, insanlara güvenmekle aptallık mı ettiğini merak etmesi için haklı nedenleri var.”
Sonunda, Mara Lisbeth’i canlandırmanın, rolü almak için aylarca verdiği savaşa değen bir deneyim olduğunu söylüyor. “Bu, insanın karşısına hayatında bir kez çıkacak cinsten bir rol,” diyor. “Ama onun dışında, bu deneyimiden edindiğim en heyecan verici şey, daha çok şey yapabileceğimi anlamam oldu. Çok şey öğrendim ve hiç yapamayacağımı düşündüğüm bir sürü şey yaptım.”
Aktris sözlerini şöyle noktalıyor: “David’in en sevdiğim yanı, herkesi zorlaması. Bu sayede harika filmler çekiyor. Çünkü sizi zorluyorlar ve normalde kafa yormayacağınız şeyler hakkında düşünmenizi sağlıyorlar; bence insanlar zorlanmayı seviyor.”
Yardımcı Oyuncular
The Girl With The Dragon Tattoo/Ejderha Dövmeli Kız’da, Daniel Craig ve Rooney Mara’ya eşlik eden yetkin oyuncu kadrosu, ailesinin gizli geçmişine dair araştırmayı başlatan emekli işadamı Henrik Vanger rolünde Christopher Plummer; Mikael Blomkvist’i gözetlemesi için Lisbeth Salander’i görevlendiren, Vanger’in avukatı Dirch Frode rolündeki Steven Berkoff; Blomkvist’in Milenyum Dergisi’ndeki ortağı ve dönem dönem sevgilisi Erika Berger rolünü canlandıran Robin Wright; Harriet’in kardeşi Martin Vanger rolünde Stellan Skarsgård; Lisbeth’in yeni yasal vasisi Nils Bjurman rolünde Yorick van Wageningen; kayıp Harriet’i en iyi tanıyan kişi olan Anita Vanger rolünde Joely Richardson ve ağzı sıkı Cecilia Vanger rolünde Geraldine James gibi isimlerden oluşuyor
Vanger ailesinin gücünün merkezinde, sıkıntılı bir dönem geçiren aile şirketinin yöneticisi olan ve Harriet’in kayboluşunu araştırması için Blomkvist’i ailenin Hedeby Adası’ndaki malikânesinde ağırlayan Martin bulunmaktadır. Martin’i, uluslar arası yapımlarda üstlendiği rollerle tanınan İsveçli oyuncu Stellan Skarsgård canlandırıyor. Skarsgård, “Karmaşık ve insani karakterler ilgimi çekiyor; Martin tam da böyle bir karakter,” diyor. “İnanılmaz derecede çekici biri olabiliyor ama filmin farklı noktalarında bambaşka biri gibi de görünebiliyor.”
Kadronun geri kalanı gibi, Skarsgård da Fincher’ın önsezilerine güvendi. “David her bir detay hakkında çok kesin yargılara sahip,” diyor. “Teknik açıdan çok becerikli ama türü ne olursa olsun, filmi taşıyan şeyin karakter olduğuna dair sarsılmaz bir inancı var. Teknik dehasını sergilediği onca şeyin yanında, en çok karakterlere önem veriyor; bu da çok iyi performansların ortaya çıkmasını sağlıyor.”
Vanger ailesinin araştırmada önemli rol oynayan bir başka üyesi olan Anita Vanger’i ise Joely Richardson canlandırıyor. Diğer oyuncular gibi, o da Fincher’ın –özellikle de kendi oynadığı incelikli karaktere olan—yaklaşımından etkilendiğini söylüyor. “Sürekli ‘daha karanlık, daha sınırda, tatlı bir yanı olmamalı, hiçbir şey çözülmüş ya da iyileşmiş değil’ deyip duruyordu’” diyor. “Karakter çözülme ya da iyileşme emareleri gösterdiğinde bile sınırda ve karanlık olmasını istiyordu. Bu filmin dünyasında hiçbir duygu net değil.”
Lisbeth Salander’i uçurumun eşiğine getiren karakter, bakım evleri, tutuklamalar, bağımlılık ve psikaytr gözetimleriyle dolu sicilini okuduğu kızı kontrol altında tutabileceğine inanan yeni yasal vasisi Bjurman’dır. Lisbeth’in banka hesabını ele geçirir. Cinsel açıdan ondan yararlanmak ister. Kız bu kötü muameleye daha fazla boyun eğmeyeceğini anladığında, adamı devirmeyi ve ebediyen bir sosyopat olarak damgalamayı kafasına koyar.
Bjurman’ı Felemenk oyuncu Yorick van Wageningen canlandırıyor. Fincher, oyuncuyu çok belirgin bir nedenden ötürü seçtiğini söylüyor: “Karakterin bir kötü adam havası taşımaması gerektiğini hissettim; bundan daha beteri olması gerekiyordu,” diyor yönetmen. “Bir tecavüzcüden çok; inatçı, aksi ve göz teması kurmayan bir kız görüp onun değersiz olduğuna karar veren bir adam olmalıydı. Bu, adamın biri üzerinde hakimiyet kurma ihtiyacıyla birleşince bir bataklık haline geliyor. Bıyık buran bir sapık istemedim. O nedenle Yorick’i gördüğümde, dört başı mamur bir insan ve tüm bu özellikleri canlandırdığı karaktere verebilecek, harika bir oyuncuyla karşılaştığımı anladım. Bjurman’ın zihnindeki mantıklı noktadan bir performans çıkarıp, içinde fokur fokur kaynayan karanlık batağı buldu.”
van Wageningen için, bu karmaşıklık, şiddet dolu rolü kabul etmesindeki başlıca etkendi. Oyuncu, “Bu karakter pek çok şey atlatıyor; tüm bunları yaşamak isteyip istemediğimden emin değildim,” diye itiraf ediyor. “David Fincher’la çalışacak olmanın hazzıyla karakterin verdiği kasvetin arasında kaldım ama iki duyguyu da kullanmayı başardım. İkimiz de en ilginç yolun, Bjurman’ı yarı yarıya cana yakın biri olarak vermek olduğunu düşündük. Zor olan adamın içindeki acayip şiddeti değil, insanlığı bulmaktı.”
Yine de, bunun kolay bir yanı yoktu. van Wageningen, “Çekimler arasında karavanımda 15 dakika ağladığımı biliyorum,” diye hatırlıyor. “Bence Lisbeth’le tecavüz sahnesi gibi sahneler, sadece iki taraf için de gerçek olursa işe yarar. O nedenle o sahnede duyguların, güdülerin gerçek olması gerekiyordu. Bu benim için çok korkunçtu; aralarındaki son büyük sahneye gelince… Onu daha atlatabildiğimi sanmıyorum. İnsanların normalde gitmedikleri ve kimsenin gitmeye istekli olmadığı yerlere götürdü beni.”
Van Wageningen ve Mara, sahneleri dışında bağlantı kurmama konusunda anlaştılar. Oyuncu, “Birlikte oynayacağınız büyük sahneler varken bunu yapmak cesaret istiyor; çünkü genel eğilim, sahne hakkında konuşmak ve onu analiz etmektir,” diyor. “Ama bence ikimiz de Fincher’ın ne istediğini anladık ve karakterlerimizden ne istediğimizi biliyorduk; böylece sahnede her şeyi serbest bıraktık. Bence bu, olaya hissedebileceğiniz bir gerçekçilik katıyor.”
van Wageningen, bunun, Fincher’ın oyuncularla çalışma tarzı sayesinde mümkün olduğunu söylüyor. “David, bir çekimde daha önce denemeye cesaret edemediğiniz şeyleri denemenize olanak tanıyor,” diye özetliyor.
ORTAM
David Fincher ve Steven Zaillian, The Girl With The Dragon Tattoo için daha en baştan öyküyü tümüyle Amerika’ya taşımak yerine Stieg Larsson’un yarattığı İsveç arkaplanını korumaya karar verdi. Fincher, “bunu aktarmanın bir yolu yoktu,” diyor. “Bu filmi Seattle’da hatta Montreal’de yapamazsınız. Öykünün kökleri tamamen İsveç’le bağlantılı olduğundan, orada geçmesi gerekiyordu.”
Gerçekten de, Larsson çeşitli uluslardan gelen okurları, birçoğunun hiç görmediği bir İsveç’e davet ediyordu. İsveç’in sosyal demokrasisi, rustik arazisi ve işlevselliği vurgulayan kültürünün yanında, Milenyum üçlemesi ülkenin cilalı yüzeyindeki gözden kaçan çatlakları da gösteriyordu.
Larsson’un kurduğu, ışığın ve noir unsurlarının İsveç manzarasındaki etkileşimi yakalamak isteyen Fincher’ın yakın işbirliği içinde olduğu ekipte Oscar®-adayı görüntü yönetmeni Jeff Cronenweth (The Social Network/Sosyal Ağ) ve Oscar®-sahibi prodüksiyon tasarımcısı Donald Graham Burt (The Social Network/Sosyal Ağ, The Curious Case Of Benjamin Button/Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi) gibi isimler bulunuyordu.
Oyuncu kadrosundaki isimler kendilerini İsveç yaşamına gömülmüş buldular. Rooney Mara, “İsveç’te bulunmak, bana aldığım tüm eğitimlerden daha fazla yardımcı oldu,” diyor. “Çünkü İsveç halkını tanımadan veya Stockholm şehrinin enerjisini hissetmeden, Stieg Larsson’u ya da Lisbeth’i anlamanız mümkün değil.”
Buzlu Norrland kıyısından Stockholm’ün çağdaş minimalizmine kadar, İsveç coğrafyası, Jeff Cronenweth, ASC, için ilham kaynağı olmasının yanında. (The Social Network/Sosyal Ağ‘da da kullanılan) Epic adlı dijital RED One kameranın çeşitlilik ve çözünürlüğünü sonuna kadar kullanmasına imkân sundu. Filmin görünümünün, Larsson’un kitaplarındaki tonu yansıtacak şekilde atmosferik kenarlarında bir pürüzlülük içermesine karar verilmişti.
Cronenweth, “Fikir, alışılmamış ışık kaynakları kullanılmasına ve her şeyin gerçekçi olmasına dayandırıldı” diyor. “Böylece gölgeler, kusurlar olabilir; ama bu gerçekçiliği arttırıyor. Silüetlere ve karanlığa izin veriyorsunuz; ama aynı zamanda bununla kontrast yaratacak görüntüler de kullandık; böylece sürekli dramatik bir görüntüden uzak durduk.”
Cronenweth, gerçek mekânlarda yapılan dış çekimlerde İsveç’in ani mevsim değişiklikleriyle uyum içinde çalışarak filmin ruh halini güçlendirdi. “İsveç’in hava durumu bu filmde büyük rol oynuyor,” diyor. “Arkaplanda sürekli bir unsur olarak kendini gösteriyor; izleyici olarak bunu hissetmeniz çok önemliydi. Kış, sessiz bir karakter gibi filme girerek her şeye çok yumuşak ve dolaylı bir lok, soğuk ışık veriyor.”
Cronenweth, Epic kameranın çetin koşullarda çalışmasını görünce çok etkilendiğini anlatıyor. “Bembeyaz arazideki kara ağaçlar ve düşen kar tanelerinin arasında ilerleyen parlak otomobiller gibi, bırakın dijital kamerayı, herhangi bi kamerayla çekmekte zorluk yaşayacağınız unsurları çekmek çok ilginç oldu,” diyor. “David de ben de elde ettiğimiz görüntülerden çok memnun kaldık.”
Cronenweth, Fincher’la iletişim kurmak için bir dilden fazlasını geliştirdi; iki sinemacının pek çok görsel içgüdüsü de ortak. “Estetik seçimler konusunda aynı fikirdeyiz,” diyor görüntü yönetmeni. “O kadar uzun zamandır birlikte çalışıyoruz ki David’in bakış açısını herkesten daha iyi anladığımı düşünüyorum. David, her türden duygusal çekimi somut hale getirme konusunda sahiden inanılmaz.”
Cronenweth, bu çekimlerin pek çoğunun, Rooney Mara’nın korkmuştan şefkatliye çeşitli ifadeleri yansıtan yüzünü içerdiğini söylüyor. “Salander olarak teni o kadar açık ki ışık üzerinden büyülü bir şekilde yansıyor,” diyor. “Böylece gerçekten loş ışık kullanabildik ve karakter inanılmaz göründü.”
Cronenweth’in en sevdiği sahnelerden biri, Lisbeth’in kalabalık Stockholm metrosunda bir bilgisayar hırsızını kovaladığı sahne. “David uzun yürüyen merdivenlerde geçen o sahneyi gerçek bir İsveç metro istasyonunda çekti,” diye açıklıyor. “Lisbeth’in neredeyse hayvansı bir kişiliğe büründüğünü görebiliyorsunuz; bunun püf noktası, enerjisini yakalamakta saklıydı. Bu, Epic kameraya en çok ihtiyaç duyduğumuz durumlardan biriydi; çünkü çok küçük hale getirebiliyorsunuz. Bazen kameranın üçayağı olarak beyzbol topu kullanıyorduk. Ayrıca, yürüyen merdivenlerin içinden geçebileceği düzenekler hazırladık. Ana fikir, oraya gidip savaşın bir parçası olmaktı. Bir anda görüntüye gireceği, başka şeylerin gizleneceği ve izleyici her şeyi göremediği için gerilimin artacağı şekilde çektik. İster dövüş, ister tecavüz, ister sevişme sahnesi olsun; David bu işi hakkıyla yapıyor.”
Filmin görüntülerine eklenen bir katman da, prodüksiyon tasarımcısı Donald Graham Burt’ün çalışmasıydı. Fincher’la işbirliği eskiye dayanan ve The Curious Case of Benjamin Button/Benjamin Button’ın Tuhaf Hikâyesi ile (set dekoratörü Victor J. Zolfo ile birlikte) Oscar® alan Burt, The Girl With The Dragon Tattoo/Ejderha Dövmeli Kız’da büyük oranda yabancı olduğu bir kültüre gömülme fırsatı buldu.
“İsveç’te çekilecek ilk büyük Hollywood filminide yer almanın ilginç bir sınav oIacağını düşündüm,” diyor. “Bu, henüz derinliklerine inilmemiş, merakımı uyandıran, yeni ve farklı bir kültür.”
Burt İsveç’te bir ay yolculuk ederek lokasyon belirledi ve atmosferi soludu. “Bir kültürün detaylarını gerçekten yakalamaya; mimarideki, arazideki, şehirlerin yerleşimindeki ve insanların alışkanlıklarındaki unsurları görmeye başlamak zaman alıyor.,” diyor. “Film için gerçek bir mekân hissi yaratmak adına, bu dünyaya gerçekten dalmam gerektiğini hissettim. Bu sadece lokasyonların fizikselliğini değil, ruhaniliğini ve insanların hayatlarının tasarım aracılığıyla nasıl yansıtılacağını anlamakla ilgiliydi.”
Daha sonra, Fincher İsveç’te Burt’e katıldı; iki sinemacı, filmin genel tasarım yapısı hakkında fikir alışverişinde bulundu. “Yaklaşımımız her şeyi İsveç gerçekliğine sadık tutmak ama kartpostal görüntülerinden, tipik noktalardan kaçınmaktı. Sınırlarda gezinen, daha alışılmadık, daha bilinmedik lokasyonları kullanmak istedik,” diyor Burt.
Burt, İsveçli yerel ekiplerle birlikte İsveç’teki gerçek mekânlarda setler kurarken, set çalışmalarının büyük bölümü Birleşik Devletler’de yapılarak Burt’ün ve ekibine yaratıcı esneklik sağlandı. Bu setler arasında, filmin en önemli iki lokasyonu bulunuyordu: Blomkvist ile Salander’in birbiriyle tamamen zıt apartman daireleri. Burt, “Salander’in apartman dairesi büyük oranda bilgisayarı ve hacker’lığıyla ilgili; kalan her şey ikinci plana atılmış,” diyor. “Bilgisayarının başındayken, kendini tamamen ona veriyor; tüm dünyası o. Bu nedenle hayatındaki tüm diğer nesnelerin bir şekilde ihmal edildiği veya görmezden gelindiği hissi var. Ayrıca büyük, anonim bir apartmanda yaşıyor olması da yalnız biri olduğu ve saklandığı hissine katkıda bulunuyor. Diğer yandan Blomkvist’in dairesi daha stilize ve dışa dönük. Kalburüstü bir dergi için çalışıyor olmakla birlikte bir araştırmacı olduğundan, dışlanmış biri olduğu hissini alıyorsunuz.”
Burt’ün karşılaştığı en büyüleyici sınavlardan biri, Vanger malikânesini yaratmak oldu. Stockholm’ün güneybatısındaki bir köşkü çeken ekip, mekânı sırlarla dolu bir aile mülküne çevirdi. Burt’e göre, malikânenin –18. yüzyılda yaşamış Fransız mimarından hareketle— tipik bir “Småland malikânesi” tarzında olması gerekiyordu. “Gayet ciddi, düzenli, resmi ve eski zenginlere yaraşır bir şey istiyorduk,” diye özetliyor. “İsveçliler çağdaş ve minimalist mimaride gayet iyiler; ama modern şehirlerle kontrast oluşturan, harika taşra evleri de var; ama iki tarz da da para konuşuyor.”
Geniş taşra malikânesiyle tezat oluşturan bir yapı, Bjurman’ın ofisinin bayalığıydı. “Ofisi Yüzyılın ortasında ina edilmiş, her şeyin temiz ve doğrusal olduğu bir binaya yerleştirdik,” diyor Burt. “Hiçbir gösterişli yanı yok. İçeride olup bitenle tamamen zıt şekilde, çok basit bir yer.”
Burt, tüm tasarım çalışmasında Larsson’un İsveçliliğini ve günlük hayatın ardında devam eden tehlikeleri yansıtmayı hedefledi. “Yaptığımız her şey, İsveç kültürünün ayrılmaz birer parçası, her mutfakta bulacağınız yaban mersini suyu dolu sürahilere kadar,” diyor. “En varlıklısından en fakirine, İsveç toplumunun her katmanında geçerli olan ve sadelik, işlevsellik, elinizde olanı kullanmakla ilgili bir estetik var. Kaçındığımız tek şey, daha tarihi bölgelerde rastlanan, eski İsveç mimarisinde bulunan pembe ve turuncu renk paleti oldu; çünkü hikâye daha koyu, daha mat tonlar gerektiriyor.”
KIYAFETLER, SAÇ VE MAKYAJ
Stieg Larsson’un, İsveç toplumunu tamamıyla yansıtan, geniş bir yelpazeye yayılan karakterlerini giydirmek, kıyafet tasarımcısı Trish Summerville’e düştü. Summerville saç stilisti Danilo ve makyaj sanatçısı Pat McGrath’la bir araya gelerek Lisbeth Salander’in kasıtlı olarak iticilik uyandıran; kısa saç, koyu makyaj, süslü kaşlar ve kapüşon, deri koruma ve yırtık kot gibi kıyafetlerden oluşan tarzını oluşturmak için çalıştı.
Püf noktası, Lisbeth’in saldırgan ama aynı zamanda gerçek –çalıştığı şirket güvenliği dünyasında ayakta durabilecek ama toplumun sınırlarında kolayca kaybolabilecek biri olmasına imkân vermekti. “Onu cafcaflı ve gösterişli değil, gerçekten otantik biri yapmak istedik,” diyor Summerville. “Onun bir punkçı veya bir Goth müzik grubunun üyesi gibi görünmesinin yerine kullanılmış ve yıpranmış bir havalılığa sahip olmaını amaçladık. Lisbeth’i, istediği anda gölgelerde kaybolabilecek biri olarak gördük.”
Karakterin koyu tonlardaki gardrobunda motosiklet montları, asker postalları, boğazlı spor ayakkabılar, tırnaklı kemerler, deri bileklikler, kalın küpeler ve (genellikle İsveç dilinde) kışkırtıcı ifadeler yazılı tişörtler bulunuyor. Uzun süredir kullanıldığı hissini uyandırmak için her bir parça yıkandı, taşlandı, beyazlatıldı ve aşındırıldı. Summerville, Lisbeth’in mecazi açıdan en zengin kıyafet seçimlerinden birini kastederek “Bir de kapüşonlular var,” diyor. “Üzerinde sürekli bir kapüşonlusu var ve hacker’lık yaparken David’in ‘Jedi Şövalyesi’ dediği büyük boy bir başlık giyiyor.”
Lisbeth’in saçının ilk tasarımı için, Summerville Lady Gaga ve Gwen Stefani gibi şarkıcılarla çalışmış olan ve doğru estetiğe sahip olduğunu düşündüğü arkadaşı Danilo’yu çağırdı. “Geçmişte hayatını yaşamış, gerçek bir punkçı; o nedenle, ‘bu adam yapamazsa kimse yapamaz,’ diye düşündüm.”
Fincher, Lisbeth’in saçının sadece ifadeli değil akıcı ve değişken olmasını da istedi. “David’in fikri, öykünün bir yıl içinde geçmesinden ötürü sürekli aynı saç stilinin kullanılamayacağıydı,” diye açıklıyor Summerville. “Danilo, saçı o günlerde beline kadar uzanan Rooney’nin saçlarını kosacık kesti, Minik kâkülleri var, altı tıraşlı, arkası kesilmiş ve önde uzun parçalar duruyor; ama bu model bir sürü şekle sokulabiliyor. Tokayla tutturabilir, serbest bırakabilir ya da Mohawk modeli oluşturabilirsiniz.”
Mara’nın kaşlarını ağartan kişi de Danilo’ydu. Summerville, dönüşümün nasıl gerçekleştiğini anlatıyor. “Bu işlem yüzünü inanılmaz bir şekle soktu ve görünüşünü tamamen değiştirdi,” diyor. “Rooney o kadar etkilenmişti ki birkaç dakika yalnız kalmak istedi. Sonra dövme ve piercing yapan bir yere gittik; aynı gün kaşlarına piercing yaptırdı. Bir anda dönüşüme uğramış ve bir günde Lisbeth karakterine bürünmüştü.”
Summerville, omzunu süsleyen ve öyküye adını veren dahil olmak üzere, Lisbeth’in dövmelerinin tasarımı ve vücuttaki yerleri için Fincher’la birlikte çalıştı. “Ejderha kesinlikle en zoruydu,” diye anlatıyor.
Sette, Mara’nın sahneden sahneye değişen saçı, makyajı ve dövmelerinin denetimi saç ve makyaj tasarımcısı Torsten Witte’ın elindeydi. Summerville’le eskiden beri birlikte çalışan ve Salander karakteri için deneme çekimlerinde bulunan Witte, “O zaman bile David’in aklında Rooney’nin olduğunu biliyordum,” diye anımsıyor. “Benim için o,üzerinde çalışacağım mükemmel paleti oluşturuyordu..”
Mara ayrıca Witte’ın sandalyesinde pek çok şeye katlandı. “Rooney’le sabah 4.30’da buluşup saçını keser, tıraşlar, ağartır ve dövmeler yaptığım için kendimi kötü hissediyordum,” diyor. “Görünüşlerinin her bir şekli oldukça büyük emek gerektiriyordu. David ve Trish, her sahnede ne istedikleri konusunda oldukça belirginlerdi. Genelde, David Lisbeth’in çekici olması ve insanlara itici gelmesi arasında gelgitli bir durum olmasını istedi; böylece, ‘Ah, ilginç görünüyor’ diye düşünüyorsunuz ama aynı zamanda da ‘Nedir bu?’ diye merak ediyorsunuz. Ama görünüş asla durağan değil. Lisbeth bilgisayar başında 36 saat ayakta kalsa, sigara üstüne sigara içse ve yemek yemese, gözlerinin altında torbalar belirirdi ve saçı karman çorman olur. Görünüşü duruma bağlı olarak güçlüden daha masuma ve sadeye değişiyor.”
Saç kesiminin, bu esnekliğin yaratılması konusunda büyük yardımı dokundu. “Koyu, kısa kesilmiş saç kızın hiç gün ışığı görmeyen solgun, kırılgan yüzü için harika bir çerçeve oluşturdu,” diyor Witte. “Bununla pek çok şey başardık. Örgülü modeli çok sevdim; Mohawk modeli Rooney’de çok güçlü durdu. Ayrıca geriye taranmış ya da bereli haldeyken bayıldım. Asıl önemli olan, David’in kızın yüzünü hep görebilmesiydi.”
Mara’nın makyaj tasarımı için, yapımcı Ceán Chaffin, Vogue dergisi tarafından moda dünyasının en etkili makyaj sanatçısı olarak nitelendirilen İngiliz makyaj sanatçısı Pat McGrath’ı çağırarak bir beyin fırtınası seansı düzenledi. Summerville, “Ceán, Pat’in çalışmalarına hayrandı; Pat İsveç’e geldi ve iki gün boyunca çok çeşitli görünüşler denedi,” diye anımsıyor. “:Çok güzel sonuçlar ortaya çıkardı. Ardından, 30’dan fazla farklı karakter görünümü yaratarak tüm film için makyajı kavramsallaştırdı. O, Danilo ve ekibin geri kalanı bir rüya takımı oluşturdu. David sürekli, çılgın mı çılgın fikirlerle geliyor ve yaratıcılığımızı harekete geçiriyordu.”
Witte’in Lisbeth için yaptığı günlük makyaj, karmaşık bir güzellik formülüne olan nefretini temel alıyordu. “Trish’le kızı çok gerçekçi kılmanın yolları hakkında konuştuk; konuştuğumuz bir konu da günlük olarak sadece bir iki makyaj malzemesi kullandığıydı, siyah bir gözaltı kalemi ya da koyu far; her bir görünüşü için beş civarında ürünle sınırlı kaldık,” diye açıklıyor.
Witte her gün ayrıca Mara’nın tenine yedi yeni dövme yaptı. “Gerçek mürekkep aktarımı kullandık ve onları RED kamerayla çekince dövmelerin perdede ev kadar büyük göründüğünü düşündüğümde, her gün yapmamın ne kadar önemli olduğunu fark ettim,” diyor.
Kaşlara takılan piercing’le sınırlı kalmayan Mara, daha da ileri gitti. “Göğüs ucuna takılan bir piercing’i taklit etmek zor; o yüzden Rooney bir gün karakteri için bunu yapmaya karar verdi ve birlikte gidip yaptırdık,” diyor. “Burnundaki ve dudaklarındaki piercing’ler taklit edilebiliyordu. Ama Rooney çok çabaladı ve işine çok bağlıydı. O, Trish ve David karakter için o an gerekenler üzerine kafa yorarken, harika bir ekip çalışması gerçekleştirdik.”
Lisbeth’in kişiliğiyle bütünleşmiş tarzı önemli bir parça olmakla birlikte, Summerville’in Daniel Craig’in canlandırdığı Mikael Blomkvist’le tam bir tezat yaratması çok önemliydi. “Daniel’la çalıştığım için çok mutluyum çünkü onu giydirmek çok eğlenceli,” diyor kıyafet tasarımcısı. “Onu biraz daha toplu ve kambur göstermek için pek çok süveter denedik ve kat kat giydirdik. Lisbeth’in giydiği her şey çok yıpranmış ama Mikael’in kıyafetleri daha oturan, üniforma havası taşıyan şeyler. Yine de oldukça rahat görünüyor. Gömleklerini ütülemiyor, yakası açık ve yarı yarıya dışarı çıkmış halde giyiyor. Sürekli aynı kotları giyiyor– Daniel için 30 pantolon aldık.”
Summerville özellikle farklı hayat dilimlerinden gelen düzindelerce karakter barındıran filmin geniş ölçeğinden çok zevk aldığını belirtiyor. En sevdiği karakterlerden biri, Robin Wright’ın canlandırdığı, Blomkvist’in sevgilisi ve dergideki ortağı Erika Berger. “Erika’yı Lisbeth Salander’in daha olgun, profesyonel, yaşlı ve nazik bir versiyonu,” diye açıklıyor. “Lisbeth gibi, onun da çok güçlü bir kadınsı yanı var; bence Blomkvist’in ona bu kadar kapılmasının nedeni de bu. Robin’le çalışmak çok eğlenceliydi.”
Fincher’la çalışmaya gelince, Summerville bunu kariyerinin en iyi deneyimi olarak nitelendiriyor. “Elinizden gelenin en iyisini yapmalısınız,” diye belirtiyor, “ama neden başka bir şey yapasınız ki?”
YAZAR STIEG LARSSON VE MILENYUM SERİSİ
Stieg Larsson The Girl With The Dragon Tattoo/Ejderha Dövmeli Kız yayımlanmadan kısa bir süre önce, 9 Kasım 2004’te 50 yaşında kalp krizinden öldü. Kitap dünyanın dört bir yanında en çok satanlar listelerinin başına oturduğunda, yazarın ölümünden sonra yayımlanan bir ilk romanın nasıl olup da kültürel açıdan en etkili yapıt olabileceği merak konusu oldu. Ama Larsson, bir anda ortaya çıkmış biri değildi. İsveç’te uzun süreden beri, Avrupa’nın dokusunda gizlenen neo-Nazilerin, beyazların üstünlüğünü savunan ve uç görüşteki organizasyonların maskesini düşüren bir gazeteci olarak ün sahibiydi. Bir gazeteci olarak itici gücünü oluşturan; kurumsal suçlar, demokrasi karşıtı güçler, gücün suiistimal edilmesi, kadına yönelik şiddet, göçmenlik sorunları, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık gibi konular, Milenyum serisinin ana teması haline geldi. Her ne kadar bu konular suç edebiyatına yabancı olmasa da Larsson’un normalde görünmez karakterlere, etiğe, bireyin özgürlüğüne ve intikamın doğasına yaptığı duygusuz vurgu, üslubunu diğerlerinden ayırarak öykü anlatıcılığına saf eğlenceyi kattı.
Larsson 1954 yılında Karl Stig-Erland Larsson adıyla doğdu ve küçük bir çocukken, Kuzey İsveç’teki, The Girl With The Dragon Tattoo/Ejderha Dövmeli Kız’da betimlendiğine benzer bir taşra bölgesi olan Norrland’da büyükannesi ve büyükbabasıyla yaşadı (güçlü bir öykü anlatımı geleneğine sahip olan bu bölge, İsveç’in en ünlü yazarlarına da ev sahipliği yapmıştır). Çocukluğunda faşizm karşıtı büyükbabasının ve siyasi açıdan aktif ebeveynlerinin etkisi altında kalarak erken yaşta demokrası ve siyasete ilgi duymaya başladı. Büyükbabası 56 yaşında kalp krizinden öldüğünde, Larsson şehirde yaşayan ailesinin yanına taşınarak İsveç toplumunun iki yanını da görme fırsatı buldu. Ailesi kaderini değiştirecek bir kararla 14 yaşında ona borç parayla bir daktilo aldı; o da derhal öyküler yazmaya başladı ve kısa süre sonra gazetecilik yoluna saparak, kurguya ancak hayatının son döneminde döndü.
Eski dostu Kurdo Baksi’ye göre, Larsson’un ergenlik döneminde yaşadığı yıkıcı bir deneyim, Milenyum serisindeki bazı şiddetli olayların da kapısını açtı. Baksi yazdığı çeşitli makalelerde, Larsson’un 15 yaşındayken, bir kızın toplu tecavüze uğradığını ama müdahele edemediğini anlattı. Bu, yazarı Baksi’ye göre “mantıksız şiddetle ilgili bir şey yapmak için” kadınların ve arzunun sömürülmesi konusunda hayat boyu sürecek büyük ve kalıcı bir öfkeye sürükledi.
Zorunlu askerlik hizmetindi tamamlayan, Larsson 20’li yaşlarında aktivistliğe döndü. Afrika’yı dolaşıp Eritrealı asilere iç savaşta yardım etti. 1977’de, İsveç’in en büyük haber ajansı olan Tidningarnas Telegrambyra’da çalışmaya başladı ve oradaki iş hayatının büyük bölümünü haber yazarı ve grafik tasarımcısı olarak geçirdi. Michael Blomkvist karakteri gibi, o da belli bir araştırma konusunda uzmanlaştı:80’li ve 90’lı yıllarda Avrupa’da ciddi bir tehlike oluşturan ırkçı ve milliyetçi gruplar. Faşizm karşıtı bir İngiliz dergisi olan Searchlight için İskandinavya muhabiri olarak çalıştı. Ardından İsveç’te aynı misyonu sürdüren Expo Magazine‘i kurdu. Bu konuda o kadar yetkindi ki Avrupa’daki neo-faşistlerin interneti kullanarak koordinasyon kurmaları üzerine Scotland Yard’da konferans verdi.
Larsson’un hayatının bu kısmı onu aşırı şiddetle ve Milenyum serisindeki karakterleri için ilham kaynağı olan bir grup bilgisayar araştırmacısı gibi, aşırı şiddete karşı olan kişilerle irtibat halinde olmasını sağladı. Larsson ayrıca ölüm tehditleri alarak ve bir meslektaşının arabasına konan bombadan kurtulmasına tanık olarak ahlaki yargılarının getirdiği tehlikeleri de ilk elden yaşadı. Expo’da Larsson namus cinayetleri üzerine yazılan bir antolojiye katkıda bulundu; bu çalışma, İsveç gibi farklı toplumlarda bile kadınların sistematik bir şekilde istismar edildiğine dair bilinç uyandırmayı başardı.
Her ne kadar Larsson uzun süredir tutkulu bir bilim kurgu hayranı olsa ve arkadaşlarına bir dedektiflik romanı yazmayı umut ettiğini söylese de sessizce bir serüven romanı yazmaya başlaması 90’ların sonunda tatile çıktığı bir döneme rastladı. Yazdığı eser, en çok önem verdiği konudaydı ve Men Who Hate Women/Kadınlardan Nefret Eden Erkekler adını taşıyordu (Neden sonra, Birleşik Krallık ve Birleşik Devletler yayınında, kitabın adı, Lisbeth Salander’in cazibesine atfedilerek The Girl With The Dragon Tattoo/Ejderha Dövmeli Kız olarak değiştirildi.) Öykü, temaları harekete geçiren iki karakter arasında geçiyordu: Larsson’un alt kimliği olduğu aşikâr gazeteci Blomkvist ve Larsson’un daha önce suç edebiyatında hiç görmediğini söylediği, kendi etik değerlerine göre yaşayan antisosyal ve dışlanmış biri olan Salander. Larssonn Blomkvist’i hatırlattığı kadar, sigara alışkanlığından kişisel ketumluğuna kadar Salander’le de ortak noktalara sahipti.
Larsson üç Milenyum romanını da yazdıktan sonra yayıncılara tamamlanmış bir üçleme olarak yolladı. İlk yayıncı eserleri reddetti. İkinci yayıncı olan Norstedts Forlag, kitapların potansiyelini gördüyse de, kitapların ve özellikle Salander’in, kültürel bilince nasıl etki edebileceğini bilemezdi.
Ancak, romanlar daha basılmadanStockholm’daki ofisine ulaşmak için yedi kat çıktıktan sonra kalp krizi geçirdi. 2005 yılında The Girl With The Dragon Tattoo/Ejderha Dövmeli Kız yazarının ölümünden sonra basılarak geniş bir beğeni ve popülerlik kazandı. Roman En İyi Kuzey Suç romanı dalında Cam Anahtar Ödülü’nü kazandı ve kısa süre sonra önce sezonun, sonra da son on yılın en okunası eseri oldu.
Larsson’un uzun süre ortaklığını yapan Eva Gabrielsson, Larsson kitabının etkilerini görecek kadar yaşasaydı, ödülleri umursamayacağını söylüyor. Gabrielsson, Larsson’a ölümünden sonra verilen bir ödülün töreninde, şöyle konuştu: “Stieg Larsson kamuoyunun birey olarak kendisine ilgi göstermesini istemiyordu. Onun için medyatik bir ünlü haline gelmez, düşünülemeyecek bir şeydi. Sadece para için yazarak bir anaakım gazetecisi ya da ticari yazar olmak, onun için bir kâbustu. Böyle göze çarpan biri olmak istemiyordu. Stieg Larsson, insanların ve toplumların göze çarpmasını istiyordu.”
Son Yorumlar