Ressam İlhami Atalay söyleşisi-2

ilhami atalay

Söyleşinin ilk bölümü için tıklayınız!

19 Kasım, Perşembe

16.30, Sirkeci

ALLAH’IN GÖRSEL AYETLERİ

Galeriyi açtınız. Ya sonra?

On yıl boyunca ücretsiz dersler verdim. Tek istediğim ortak bir felsefe yakalayabilmek idi. Burayı bir kurs yeri olmanın ötesine taşımak istiyordum. Bir sürü sanatkâr yetiştirdim… Sanat topluluğu kurmayı tâ o zamanlar istiyordum. Dinamizm adında bir topluluğumuz ve manifestomuz olacaktı. Fakat talebelerimden kimi akademisyen oldu, kimisi bağımsız çalışıyor… Kimisi yurt dışına çıktı… Ben burada duruyorum. Ben derslerimde teknik, estetik ve felsefî bir eğitim sunuyorum. Bu üçü olmadan olmaz. Özellikle felsefe çok önemli… Fakat öğrencilerimden bazıları benim felsefemi sevmedi. Beni tarikatçılıkla suçladılar… Hâlbuki benim, bir sanatkâr olarak tek söylediğim, en büyük sanatkârın Allah olduğuydu. Nasıl ki din âlimi Allah’ın yazılı ayetlerini anlatır ben de Müslüman bir ressam olarak tabii ki inancımdan kopmayacağım ama bakın ben yazılı değil görsel ayetleri anlatıyorum. Bana göre resim sanatı Allah’ın görsel ayetlerini kavramaktır.

Derslerinizden neden para almadınız?

İşte, topluluk olma isteğim yüzünden. Burayı bir dergâh, bir ocak haline getirebilmek için… Bir zamanlar da böyleydi zaten; onlarca insan… Genç yaşlı, kız erkek… Resimler yapar, sohbetler ederdik. Derken o büyü bozuldu. Ders verip bir seviyeye getirdiğim bazı öğrencilerim benle rekabet etmeye çalıştılar. Yani hırs yaptılar. Ya hu beni neden rakip görüyorsun kendine; birini rakip alacaksan Picasso olsun bu… Bazı öğrencilerimin bu halleri beni üzdü. Ben de bundan sonra yani o büyü kaybolunca, verdiğim derslere karşılık ücret almaya başladım. Şimdi onu da yapmıyorum. Oğullarım ders veriyor.

DERVİŞ VAKASI

Bu atölyeden bir ‘derviş’ geçmiş… Nedir hikâyenin aslı?

Ha o mu? Evet Derviş… Yani bu ismi ona biz takmıştık çünkü bir ismi yoktu. Aslında bir evi, bir kimliği de yoktu. Şöyle oldu… Rizeli bir adam vardı. Benden resim dersi almak istiyordu ama adamda yetenek görmediğim için bu teklife yanaşmıyordum. İnat etti. Sık sık geldi buraya ama her seferinde çay ikram edip onu kibarca geri çevirdim. Bir gün elinde bir tomar çizim ile geldi. Çizimler hiç de fana değildi. Şaşırdım. Bu çizgilerin ona ait olduğuna inanamadım. İnanmadım da… İkimiz de ısrar ediyoruz; ben, çizimlerin ona ait olmadığını bas bas bağırıyorum. O da sırıta sırıta inkâr ediyor… Sonunda itiraf etti. Civarda, evsiz bir genç varmış. Bunları o çiziyormuş. Çok heyecanlanmıştım. Merak sardı beni. Çizimlerin sahibini yanıma getirmesini rica ettim. Bir gün aldı geldi bu çocuğu. Üzerinde eskimiş ve pis elbiseler vardı. Saçı sakalı birbirine karışmış. Evsiz barksız olduğu belliydi. Fakat işte sokaklardaki tek sığınağı bu desenlermiş. Sokakta yaşıyor, bulduğu kâğıtlara resimler çiziyormuş… Ben bunu yanıma aldım. Yıkadık, tıraş ettik. Temiz elbiseler giydirdik ona. Atölyede bir köşe verdik. Hem resim yapıyor hem de artık burada yatıyordu. Ona Derviş ismini koyduk. Çok güzel resimler yapıyordu ama kimseyle konuşmuyordu. Yıllarca kimsesiz yaşamış olduğu için atölyedeki diğer talebelere alışmakta güçlük çekiyordu. Şimdi, biz, bununla arkadaşlık ediyoruz ama bazı hallerinden de ürküyoruz. Cin resimleri yapıyordu.

Cin mi?

He he cin! Cinlenmiş ya, cin resimleri yapıyor bu yüzden. Sokaklarda yaşarken cinler ele geçirmiş bunu. Sonra garip bir durum fark ettik; bir koku… Atölyede bir koku var. Sabah giriyorum içeri, atölyenin bir yerinden kokular geliyor. Et kokusu, leş kokusu… Önce dışardan kedi köpek girmiş, pislemiştir sandık… Aradan günler geçti ama koku bitmedi.

Hem de sadece belli yerlerden alıyoruz kokuyu. Bir gün tezgâhımda resim yapıyorum. Yine o koku… Arıyorum. Sağa sola, dolapların arkasına bakınıyorum.

Eğildim, boya tezgâhımın altına bakıverdim ki ne göreyim! Bir kap kemik… Ya hu bu kemiklerin benim tezgâhın altında ne işi var? Attım kemikleri… Başka bir gün yine o koku. Yine arandık durduk… Bu Derviş, atölyenin her köşesine bir kap kemik koymuş. Meğer bizim Derviş, cinlerini besliyor. Ulan atölyemizi cinler basmış! Gel de şimdi çıkar buradan cinleri… Çok uğraştık. Üstelik Derviş için de çok üzülüyorduk. İşler tam yoluna giriyordu,

Derviş kendine geliyordu sonra birden bire yine kendinden geçiyordu. Sonra bir sabah atölyeye geldiğimde Derviş’i göremedim. Çıkıp geziyordur sandım ama o gece hiç gelmedi. Bir sonraki gün de… Civardaki esnafa sorduk ama hiçbiri görmemiş. Polise haber verdik ama kimlik bilgileri olmadığı için polis de harekete geçemiyor. Günlerce umutsuzca bekledik. Sonra aklımıza bir fikir geldi. Ben ona bir cep telefonu vermiştim, geceleri atölyemde kaldığı için özel bir durum olursa birbirimize ulaşabilelim diye. O telefondan arıyoruz ama açmıyor tabi. Bir öğrencimin yakını da özel bir telefon hattı şirketinde çalışıyor. Derviş’in yerini bu yoldan bulalım dedik. Aslında yasak. Fakat talebemiz, o yakınına durumun özelliğini anlatıyor. Neyse bu şekilde, artık telefonun sinyallerini mi dinliyorlar, ne yapıyorlar, Derviş’in yerini tespit ettiler. Polise bildirdiler. Polis, Derviş’i bulmuş. Derviş de polisler ile bize haber göndermiş. İyi olduğunu ama atölyeye dönmeyeceğini söylemiş. Onu aramamızı da istemiyormuş. Bir Derviş idi, geldi geçti işte…

Buna benzer başka ilginç vakalar yaşandı mı bu atölyede?

Yaşanmaz mı? Bir gün bir adam geldi, resim satın almak için. Kâğıt üzerine çalışmalarımdan bir düzine satın aldı. Parayı da peşin verdi. Bazılarında imza yoktu; oturup onları da tek tek imzalamamı istedi. Ben imzalama işini yaparken bir baktım adam, atölyenin ortasında dönmeye başladı. Dönüyor ve garip sesler çıkartıyor. Elini kolunu sallıyor, dönüyor, bağırıyor. Ben de şaştım kaldım; izliyorum adamı. Ya hu, dedim, ne yapıyorsun? Ama adam beni duymuyor. Şöyle birkaç dakika döndü durdu. Meğer ayin yapıyor, dua ediyor. Adam şamanmış… Şaman duası ediyor. E, dedim, ne için dua ettin? Senin ölmen için, dedi. Herifçioğlu, benim ölmem için dua ediyormuş. Ben öleyim de satın aldığı resimleri iki katı fiyatına satabilsin diye (Atalay, kahkahayı basıyor).

Çok mantıklı ama bu kadar abartanı ilk kez duyuyorum.

Ben ölmedim ama o öldürmüş tabii…(Gülümsüyor)

Nasıl yani?

Öldürmüş işte. Hakkımda öldü haberi yaymış sonra resimlerimi müzayedeye çıkartmış yabancı bir ülkede.

Ciddi misiniz?

Evet…1976’da ölmüşüm… Resimlerim de yüksek fiyata satılmış.

Resim satışlarından konu açılmışken, bu atölyenin ihtiyaçlarını da resim satarak karşılıyordunuz değil mi?

Biz resim satamazsak yaşayamayız! Önce büyük büyük tabloları sergiliyordum ama çok ender satılıyordu. Sonradan anladık ki küçük resimleri sergilemek gerek. Yurt dışından gelenler koca tabloyu alıp nasıl götürecekler. Kâğıt üzerine karışık teknikle yerel konular çizmeye başladık (3).

(3) İstanbul’daki galerilerde satışa sunulan yüzlerce Mevlevi veya derviş deseni görebilirsiniz. Bu resimler, Yabancılardan bu resimlere o kadar çok rağbet var ki, galeriler, bu tür resimleri yetiştirebilmek için fabrika gibi çalışıyorlar. Ailenin en küçüğü Elif Nurşad da atölyesinin tam girişinde semazen desenleri sergiliyor satılabilmeleri için. Satılıyorlar da… Bu konuda çok da çarpıcı bir tespiti var Nurşad’ın… Batı Avrupalılar’ın derviş / şeyh /mürşit gibi figürlere bu kadar ilgi duyuyor olması onlardaki bağlılık veya adanmışlık eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir. “Bu adamların birilerine bağlanma ihtiyacı o kadar fazla ki!”, diyor Elif, kendisi de şaşkın bir halde. Gerçekten de 19. asrın materyalist etkisinden henüz kurtulamayan Batı Avrupa dünyasının yavaş yavaş mistisizme yönelmesinde en önemli sebeplerden biri de bu toplumların fazla “hür” olmalarıdır. Kendilerini bir ilahî bir düşünceye adamak doğal ve ilkel davranışları bulunmayan toplumların teknik ve hukukî alanlarda kendilerini rahatlatmış oldukları bir gerçektir. Öte yandan onlardaki bu tabî açlık öylesine yüksek boyutlara varmıştır ki pek çoğu Müslümanlığa geçmektedir. Buna cesaret edemeyenler de en azından Mevlana’ya yanaşmaktadır. Kendilerini koşulsuzca bağlayacakları bu manevi öncü, onları metalin soğukluğundan ve özgürlüğün yalnızlığından bir az olsun kurtarıyor.

Bu sayede çok para kazandık ama bu yaştan sonra kazanılan parayı ne edeyim? Sadece ben değil oğullarım da burada resim satışı yapıyorlar. Kızım da kendi galerisini açtı; o da bu sayede para kazanıyor. Yabancı turistler bizim desenleri çok beğeniyor. Beni de sevimli buluyorlar. Şimdilerde eski bolluk olmasa da bir zamanlar bu işten yeterince para kazandık. Üstelik bu parayı yemek de çok zevkliydi!

Gerçekten de İlhami Bey, diğer Karadenizliler gibi konuşmayı seven, yeni biriyle tanışınca ona hemen çay ikram eden neşeli bir insan. Turistler ile ilişkileri çok iyi. Biz konuşurken, arada bir içeri giren turistleri hoş sohbeti sayesinde kendine bağlayabiliyor. Fakat yine de bazen işler umduğu gibi gitmiyor. Bu samimiyetten ürken batılılar da yok değil…

RESSAMIN ZEKÂTI

Hiç sıkılmadınız mı? Belki de bıktığınız anlar oldu ama neden devam ettiniz?

Sıkılmadım. Bazen kızdım, küstüm ama bıkkınlık gelmedi. Hem öğretirken öğrenmek de var… Her sanatçının öğretme tutkusu vardır. Öğretebilmek için en alt bilgi seviyesine indiğimde bilgilerimi de yenilemiş oluyorum. Bu yaptığım zekât vermektir. Resim yapmak da yaptırmak da ressamın zekâtıdır. Ben burada zekâtımı ödüyorum. Ama heyecanımı her zaman yüksek seviyede tutamayabilirim. Bu yüzden talebelerimin de heyecanlı olmasını isterim. Heyecanı olmayan talebeye ders vermek istemiyorum mesela.

19 Kasım, Perşembe

16.30, Sirkeci

Kapıya sırtı dönük olduğu halde bir taburenin üzerine oturmuş, kafasını omuzlarının arasına neredeyse tamamen gömmüş önündekiyle –ilk bakışta anlayamadığım- meşgul oluyordu. O kadar dalgındı ki içeri girip kendisine doğru yürümeğe başladığımı fark etmemişti. Allah’ın selamıyla sessizliğe son verdim. Bir anda arkasına döndü; gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Bana bakıyor ama sanki beni tanımıyordu. Neden sonra, kendine ancak gelebilmiş gibi sevecen bir ses ile beni buyur etti. Yıllardır üzerinde çalıştığı notlarını düzenliyormuş. Resim üzerine notlar bunlar… Bir gün kitaplaşabilmesi temennisiyle söyleşimizin son bölümüne başladık.

Dolu dolu bir hayat yaşamışsınız. İyisiyle kötüsüyle ama gerçekten dolu bir yaşam… Pekâlâ, ama bundan sonrası için ne düşünüyorsunuz?

İlk olarak şunu söyleyeyim; ben, öldükten sonra ünlü olmak istemem. Olacaksam şimdi olayım; gerisi umurumda değil. Fakat bu gidişle o da zor; artık en fazla çiftçi olurum gibime geliyor. Fakat bunu da küçük bir sanat olarak görmüyorum; onlarca ağaç yetiştirdim çiftliğimde.

Ya sanatınıza dair hayalleriniz?

Büyük tuvallere resim yapmak istiyorum yeniden. Bunun için bolca zaman gerek. Tabi kafamın da dinlek olması lâzım. Bazen vaktim olmuyor. Vaktim olduğunda kendimi iyi his etmiyorum. Derken işte, bir türlü o anı yakalayamıyorum. Özellikle bu atölye çok vaktimi çalıyor. Çocuklarım öğretmenlik de yaptıkları için atölyeye fazla vakit ayıramıyorlar. Hafta içi her sabah ben açıyorum burayı. Kapatmak da istemiyoruz ama burası beni engelliyor. Evet, büyük hesaplaşmalara girişebilmek için yeniden büyük tuvallere çalışmak istiyorum.

Son söz

İlhami Atalay, şu sıralar durgun bir hayat sürüyor. Kendisini dağınık bulduğunu ifade ediyor. Pek çok ressamın dönem dönem yaşadığı tipik bir buhran olarak görmek mümkün bu durumu… Mamafih Atalay, artık her sabah atölyeye gelip kâğıt üzerine karalamalar yapmak istemiyor. Bu sayede resimden bütünüyle kopmamayı başarıyor olsa da halâ olgunluk dönemi eserlerini üretemediğini düşünüp hayıflanıyor.

Atalay, Türkiye’nin bugünkü plastik sanatını kişiliksiz olarak yorumluyor. Özellikle akademik üslupları öykünmecilikle eleştiriyor.

İlhami Bey, çok güzel çay demliyor.

Atalay’ın Celaliye’de bir çiftliği var. Oraya her hafta sonu eşiyle birlikte gidiyor. Pek çok meyve ağacı var ve hepsini kendisi yetiştiriyor.

Okuyucu için bazı bilgiler:

17 Ekim 1948’de Artvin’de doğdu.

1967–1972 İstanbul DGSA Resim Bölümü’nde öğrenim gördü.

1978 yılına kadar, burslu olarak, Berlin’de duvar halıcılığı üzerine eğitim aldı.

1977’de 12. Uluslararası Monte Carlo Sanat Festivali’ne davet edildi.

1981 yılında zorunlu hizmet dolayısıyla, Isparta’da Sümerbank Halıcılık Müessesesi’nde çalıştı.

1983’ te İstanbul’a döndü.

1984 yılında, Sirkeci’de, İlhami Atalay Sanat Atölyesi’ni kurdu.

Halâ orada…

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.