Hâlâ üçlemeyi bekliyoruz: Dogville ve Manderlay üzerine birkaç not

Lars Von Trier

Lars Von Trier Fırsatlar Ülkesi Amerika başlığı altında, bir üçleme olarak tasarladığı filmlerden ikisini hayata geçirmeyi başarmış. Dogville 2003 yılında, Manderlay 2005 yılında çekilmiş. Üçlemenin son ayağı Washington‘un hazırlıkları kimi kaynaklara göre sürüyor, kimi kaynaklara göre ilk iki filmden gelen tepkiler nedeniyle vazgeçilmiş.

Filmler ile ilgili fikirlerimi paylaşmadan önce yönetmen ve öncülüğünü yaptığı Dogma 95 akımı hakkında kısaca bilgi paylaşmak istiyorum.

Lars Von Trier

1956 Danimarka doğumlu yönetmen, Nudist Yahudi bir ailede doğdu. Gelişimindeki duygu, inanç ve zevk gibi özelliklerin eksikliğini derin bir şekilde yaşayan yönetmenin dış dünya arayışı sinema olmuştur. 11 yaşında küçük bir kamera ile atılan ilk adımın bağımsız sinemada devam eden bir kariyeri Trier. 1995 yılında hayatındaki önemli gerçeği annesi ölüm döşeğinde ona açıklar. Gerçek babasının Alman bir Nazi olduğunu öğrenir. Bu gerçeğe sonradan sahip çıksa da başlangıçta kabullenemez ve Katolikliğe yönelir.

Trier Dogma 95 manifestosunun fikir babasıdır.

Çekimlerin stüdyo dışında yapıldığı, sesin görüntülerden ayrı üretildiği, bir el kamerasının yeterli olduğu, özel ışıklandırmanın kullanılmadığı, aksiyon sahnelerinden uzak, düşük bütçeli filmlerin üretildiği bir akım Dogma 95. Bütün maddeleri incelediğinde ilk beş maddesi ile İtalyan yeni gerçekçiliği ile örtüşen bu akım diğer maddeleri ile yenilikçilikten ve sinemanın gerçeklerine aykırı özü ile kendisini sıkıştıran bir akım olmaktan öteye gidememiş ve bizzat akımın fikir babası Trier tarafından ihlal edildiği savunulmuştur. İhlal etmediğini savunun bir eleştirmen kesimi de vardır.

Dogma 95 Manifestosu: Sadelik Yemini

1-Çekimler stüdyo dışında yapılmalı (Hikaye özel bir sahne donanımı gerektiriyorsa, stüdyo dışında uygun bir mekan seçilmeli).

2-Ses, kesinlikle görüntülerden ayrı olarak üretilmemeli ya da tersi (Sahne içinde üretiliyor olmadığı sürece müzik kullanılmamalı).

3-Kamera, el kamerası olmalı. El kamerasıyla elde edilecek hareketlilik ya da hareketsizlikler serbesttir (Film, kameranın durduğu yerde çekilmemeli, kamera filmin olduğu yerde olmalı).

4-Film,renkli olmalı.Özel ışıklandırma kullanılamaz (Çekilecek sahnede filmin pozlandırması için çok az ışık varsa,sahne kesilmeli ya da tek bir lamba kullanılmalı).

5-Optik numaralar ve filtreler yasaktır.

6-Film,gelişigüzel aksiyon içermemeli (Öldürme,silahlar,vb bulunmamalı).

7-Zamansal ve coğrafi yabancılaştırmalar yasaktır (Film,şimdi ve burada geçmelidir).

8-Tür filmleri kabul edilemez.

9-Film formatı 35 mm olmalı.

10-Yönetmen,jenerikte belirtilmemeli.

Dogville

Manderlay filminin konusu çok ilgimi çekmişti. Nasıl olur da ABD’de köleliğin kaldırılmasının üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen siyah derililer bir çiftlikte köle olarak yaşamayı isteyebilmişti? Bu filmi izlemeliydim ama önce Dogville filmini bulup izlemeliydim.

Nitekim izledim de…

Her iki filmde de tiyatro sanatının sinema sanatına uyarlandığını gördüm. Bu durum yönetmenin oldukça farklı bir yaklaşımı olmuş. Ayrıca mim sanatından yararlanılması da ilginç ve keyifliydi. Oyunun içine girmiyor, sorguluyorsunuz bu da önemli bir başarı. Bu başarılarının yanında bu iki filmi, vermeye çalıştığını düşündüğüm mesajlar yönüyle tehlikeli, yanlış ve toplumsal gelişim süreçleri bakımından bütünlükten kopuk buldum. Ne Dogville’de Tom’un Grace söylediği ‘Senin örneğin benimkini ezdi geçti’ repliği ne de Manderlay’da siyah kölenin ‘insanlar özgürken akşam yemeklerini kaçta yer?’ repliğindeki o etkileyici soru önem kazanıyor. Önem kazanmıyor çünkü finallerde verilen mesajlar böylesine etkili replikleri birdenbire oldukça önemsiz kılıyor.

Olaylar Dogville adında bir madenci kasabasında geçer. Kasaba kendi halindedir. Günlerden bir gün yabancı bir genç kadın bu kasabaya gelir. Adı Grace (Nicola Kidmann) olan bu kadın gangsterlerden kaçmaktadır. Kasabanın sözcüsü olan Tom Hansan (Paul Bettany) Grace’e kasabaya sığınmasını teklif eder. Kasaba sakinlerinden bir kısmı bir süre için bu duruma razı olur. Grace’in arandığından haberleri yoktur. Sadece yabancı olması onları biraz tedirgin etse de Tom onları ikna eder. Tek bir şartla. Onlar için çalışacaktır. Kasabanın ekonomik durumu yeterince iyi değildir. Hatta ilk zamanlar Grace’e verecek işleri bile yoktur. Ama zamanla Grace kasabanın işlerine yetişemez olur. Bunda polis tarafından arandığının öğrenilmesinin de payı büyüktür. Kasabalı artık isteklerinde daha cüretkârdır. Grace adeta köleleştirilmiştir. Öyle ki Grace’e karşı o kadar acımasızdırlar ki Grace kasabada tecavüze uğrar ve bir süre sonra kasabanın fahişesi olur.

Kasabanın ilk hali ilkel komün bir hayatı hissettirirken, Grace açısından gelinen nokta ile adeta köleliğin nasıl doğduğunu yaşatır. Tanrıdan korkan, bu iyi insanlar nasıl bu hale geldi? Nasıl barbarlaştılar? Oysa Grace onlara karşı oldukça iyi ve yardımseverken… Birçok sorunlarını çözmüşken nasıl bu hale geldiler? Buraya kadar yönetmenin insan doğasını, toplumsal evrelerle iç içe irdelemeye çalıştığını düşünüyordum. Ta ki filmin sarsıcı, bir o kadar ürkütücü finaline kadar. Grace’in kaçtığı gangster, babasıdır. Babası onu nihayet bulur ve ona kararını sorduğunda aldığı yanıt oldukça trajiktir. Babasıyla gelecektir ama kasabadan ayrılmadan önce kasabanın tümünün yakılmasını ister. Bütün kasaba yakılır ve kasabadaki herkes ölür. İrkildiğim andır. İster istemez bir şüpheye düştüm. Yönetmen bir mesaj mı vermek istiyor? İyilik göreceli bir kavramsa bütün kötüler öldürülmeli mi? Evet ise o zaman bütün Yahudileri ve Çingeneleri sorunlu, sakat gördüğü için yakılmasını isteyen Hitleri, anlayışla mı karşılayacağız? Yönetmen bize ne mesaj vermek istiyor? Bütün bir kasaba intikam ateşiyle yakıldı. Yahudi ve Çingenelerin fırınlarda yakılması dünya tarafından büyük bir katliam olarak mahkum edilmişken, yıllar sonra izlediğim bu filmde bu düşünce ile yönetmene büyük bir haksızlık mı yapmış olurum? Her ne olursa olsun yıllar sonra gerçek hukuk savunucuları, insan hakları açısından; köylerin, kasabaların yakılmasını, idamı, işkenceyi, katliamları en büyük insan hakları ihlalleri olarak mahkum etmeye çalışırken, geri bilincin geriliklerine bir yönetmen sahip mi çıkmalı yoksa yargılamalı mı? Affetmenin sınırı yoktur adı altında ırkçılık mı savunuluyor, şüphe içine düştüm.

Manderlay

Belki Manderlay’da bunu yapmayı düşünmüştür. Ya da üçüncü filmde… Açıkçası Manderlay’ı izlediğimde bırakın yargılamayı siyah derililerin köleliğine bakış açısıyla umut kırıntılarımda son bulmuş oldu. Bu nedenle üçlemenin son halkasını hala çekmemiş olmasına üzülmüyorum.

Dogville’den babasıyla ayrılan Grace’in yolu bu kez Alabama eyaletine bağlı bir çiftlik köyüne düşer. Manderlay. Siyah derili bir kadının haykırışlarıyla yolu kesilen Grace şaşkındır. Bu çiftlikte 70 yıl önce kaldırılan kölelik aynen devam etmektedir. Bir kasabanın top yekun yakılmasını isteyecek kadar iyi ve vicdanlı olan Grace (!) bu kez kendini kölelere borçlu hisseder ve onların özgürlüğüne adamaya karar verir. Babasıyla tekrar yolları ayrılan Grace burada kalır. Siyah derililere özgür olduklarını söyler. Onlara nasıl özgür yaşayabilecekleri yönünde eğitmeye başlar. Kararları birlikte nasıl alınır, oylama nasıl yapılır gibi kendine eğitim konuları seçer ve adım adım onları özgürlüğe hazırlar. Ama bilmediği gerçekler vardır. Ve bu gerçekleri öğrendikçe aslında yine baskı altında kalan yine Grace olur. Siyah derililer köleliğin kaldırıldığını bilmelerine rağmen yaşlı sahiplerinden bunu gizlemiş ve kuralların aynen devam etmesini sağlamışlardır. Çiftliğe gelen Grace’i de yeni sahipleri yerine koymuşlardır. Filmin finali çok ilginçtir. Grace kendisini aldatan siyah derili köleyi kırbaçlayarak cezalandırırken babası bu sahneyi mutlulukla izler Grace doğru sonucu çıkarmıştır. Onlar bir zenci ve anladıkları tek dil budur. Kimse onlar için mücadele etmemeli. Yüzyıllar da geçse onlar köle olarak yaratılmıştır ve bu böyle devam etmelidir.

Mesaj ne anlatılmak isteniyorsa o dur

Özgürlükten korktukları için köleliği savunmak.

2005 yılında çekilmiş bir film geriye dönüp kamerasından bu mesajı mı vermeli seyircisine, özgürlük bilincine? Ki sayısız siyah derililerin beyaz aktivistlerle verilmiş mücadelesi olmasına rağmen… Sayısız özgürlük savaşcısı çıkarmış bir ezilen ırk; önemli sayıda, büyük isimlerin önderliğinde, yer yer yenilmiş yer yer kazanmışken, devrimler başarmışken bu mesaj niye? Ya da neden diğer örneklerden tamamen soyutlayarak bir sorgulama yapmak gereğini duydu? Sayısız köle öleceğini bile bile neden kaçmaya çalışırken ölmüş olabilir? Özgür olduğunda ne yapacağını bilmeyen köleler de olabilir elbet. Ama bu örneklerden ne kadar kopuk ele alınabilir, insan doğasını ve özgürlük bilincini sorgulamak? Sonuç olarak Siyah derililer artık köle değil ve ödenen birçok bedel sonucu elbette istenildiği kadar özgür olmasa da kısmen kazandıkları özgürlüğü yadsımak niye? İnsanın varoluşunda özgürlük büyük öneme sahipken özgürlüğü eleştirmek.

Eric Fromm yasak meyveyi yiyen ilk insanın eylemini dinler bakımından günah, insan açısından, özgürlük adımı olarak, varoluşun temeli olarak örneklemiştir. Yönetmen Katolik eğilimlerini sinemaya mı uyarlamıştır? Ve bizden özgürlüğe bir günah olarak mı bakmamızı istemektedir? Elbette yönetmenler bizlerden bunu isteyebilirler. Ama bizler bu açıdan bakmak zorunda değiliz. Emeğinin karşılığını asla alamamış koskoca ezilen bir ırk, bugün de elbet yeterince özgür değildir. Ücretli köleliğin kaderini beyaz kardeşleriyle paylaşırken gerçek özgürlük elbette emek sömürüsünün sona erdiği, insani yaşam koşullarının herkese eşit olarak sunulduğu gün kazanılacaktır.

 

 

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.