Binay Koçak: Sivas’ta yakılan benim insanımdı, benim kültürüm…
“Onu ilk kez Mersin’de, daha sonra pek çok konserinde dinlerken, hele bir de Sivas Destanı adlı eserini seslendirmeye başlamışsa, elimde değil düşünmeden edemem: Binay KOÇAK Sivas-Madımak olayında bugünkü yaşlarını sürüyor olsaydı eğer; ve eğer bugünkü müzik birikimi ile var olsaydı o günlerde de; kuşku yok ki, o gün, o da, orada, Sivas’ta yakılan grubun içerisinde olurdu. Atatürkçü kimliği ile bilinen, yurt çapında verdiği “Cumhuriyet Konserleri” ile bir yandan belirli bir kesimin sevgi ve takdirini kazanırken, diğer yandan başına iş açan Binay Koçak’ı bu söyleşimizle daha yakından tanıyın istedik. Biz sorduk, Binay Koçak yanıtladı.” Süreyya Köle.
S. KÖLE: Sizi Mersin’den biliyorum; “Cumhuriyetine Sahip Çık Mitingi”nden. Her düşünceden insana seslenebileceğiniz, hatta şirin görünebileceğiniz bir konserle öne çıkmak varken o mitingde sahne almanızın nedenini sorsam. Bu biraz da risk almak gibi gelmedi mi size? Tercihinizin neden bu yönde olduğunu öğrenmek istiyorum.
B. KOÇAK: Ben bunu bir risk olarak görmem, ülkemin içinde olduğu koşullara bakınca bir görevdi benim açımdan. Diğer sanatçı arkadaşlarımla aynı düşüncede değilim: Bütün dünyaya barış gelsin. Hayır, barış için mücadele edersiniz. Ülkemin şu zor koşullarında bir sanatçı olarak ben düşüncemi açıkça ortaya koyamıyorsam, işin neresinde durduğumu gösteremiyorsam, sanatçılığımdan utanmam gerekir. Riskleri var mı, var; yok değil. Çoğu yerde önünüzü tıkıyorlar bir kere. Birçok televizyona ve festivale çıkamıyorsunuz. Ama ben bir cephede olduğuma inanıyorum. Tıpkı Çanakkale günlerini yaşıyoruz, büyük bir savaşın içindeyiz. Bu savaşın içindeki yerimi almaz, gereken görevi üstlenmezsem olmaz. Bir sanatçı olarak bunu başardığımı düşünüyorum.
S. KÖLE: Çok kişi bilmez ancak Spor Akademisi mezunusunuz değil mi? Bugün, neden sporun herhangi bir dalı ya da öğretmenliği değil de müzik?
B. KOÇAK: Aslında müzik spordan çok daha önce yaşamımdaydı. Çocukluğumdan bugüne müziğin içinde oldum hep. Liseyi bitirdikten sonra geldiğim Adana’da, Büyükşehir Belediyesi’nin konservatuar bölümünde, çok değerli öğretmenlerden müzik eğitimi aldım. Belirli bir dönemden sonra da profesyonellik kazandım bu alanda. Spor sonraki bir durumdur anlayacağınız. Dün de bugün de hep müzik var benim için.
S. KÖLE: Peki neden türkü?
B. KOÇAK: Türkünün şöyle bir özelliği var; türkü toprak kokar, halk kokar. Türkünün özünde insan vardır. Türkünün felsefe olarak merkeze insana oturtması çok önemlidir. Bu nedenle türkü okuyorum diyebilirim.
S. KÖLE: Ben söze türkü diye başladım ama aslında size öncelikle şunu sormam gerekirdi belki de; yaptığınız müziği nasıl tanımlarsınız? Sizin için türkü söylüyor, diyebilir miyiz?
B. KOÇAK: Evet, öyle zaten. Ruhi Su ustamızın da dediği gibi, türkülerimizi çağın koşullarına göre yeniden düzenleyerek, bir anlamda modernize ederek dinleyiciyle tekrar buluşturabiliriz. Geçmişteki pek çok türkü çok değerli müzisyenler tarafından modernize edilerek bugün müzikseverlerin beğenisine sunulmuş durumda.
Ben yaptığım müzik türüne çağdaş halk müziği diyorum.
S. KÖLE: Peki “Özgün müzik” kavramı için ne söylemek istersin? Yaptığınız müzik, Ahmet Kaya ile öne çıkan bu türe de yakın duruyor gibi.
B. KOÇAK: Özgün müzik deyince, bir arabesk sanatçısının yaptığı iş, söz-müzik kendisine aitse, bir orijinallik söz konusuysa o da özgündür. Ben özgünlüğü bu şekilde görürüm. Yalnız bu konudaki bir yanlışlığa dikkat çekmek isterim, insanlar protest müziğe, özgün müzik diyorlar ülkemizde.
Bu anlamda, evet, benim müziğimde de protest yanlar vardır ancak az önce de ifade ettiğim gibi benim çalışmalarımın temelinde öncelikle var olan yapıtaşı Türk halk müziğidir.
S. KÖLE: “Beynimdeki Eşkıya” adındaki albümünüzden söz edelim mi? Kaç yılında çıkmıştı bu albüm?
B. KOÇAK: 2005 yılında albümün her şeyi hazırdı ancak ortaya çıkan çalışmayı dinleyiciyle buluşturamadan askere gittim. Konya’da kısa dönem askerliğimi tamamlayıp geldikten sonra 2006′da çıkartabildik albümümüzü. CD’nin içinde on tane parçamız vardı. Bunların içinde bir tanesi var ki diğerlerinden çok daha farklı ve önemli tabii ki. Ulusal marşlarımızdan olan, herkes tarafından çok iyi bilinen ve sevilen Ankara Marşı’nı okudum ben o albümde. Bu konuda senfonideki arkadaşlarımdan altyapı desteği aldım. Bu noktada aranjörüm Emre Önbayraktar’ın sunduğu katkıya değinmeden geçmek istemem. Diğer dokuz türküde ise bir tanesinin sözleri Karacaoğlan’dan, biz bu sözü Yücel Arzen’le birlikte besteledik. Bir türkünün sözleri de babam Niyazi KOÇAK’a aittir. Geri kalan yedi parçanın tamamı bana ait.
S. KÖLE: Siz şimdi Karacaoğlan’ın sözlerini besteledik deyince, bu türkü formunda oldu muhakkak; ancak öteden beri süregelen bir tartışma vardır, türkü bestelenmez, türkü sonradan yapılamaz, türkü ancak geçmişten gelebilir gibi, bu konuda ne söylemek istersiniz?
B. KOÇAK: Yo, hayır bestelenir; neden bestelenmesin? Katılmıyorum bu düşünceye.
S. KÖLE: Gerçi kendi soruduğuma kendim yanıt vermiş gibi olacağım ama, mesela “Kara tren” türküsü. Yakın tarihlerde bestelenmiş bir türkü olmasına rağmen sanırsınız yüz yıllar öncesinden bugüne kalmış. Size de öyle gelmiyor mu?
B. KOÇAK: Bu konuda örnek çok. İlk aklıma gelen Aşık Mahsuni Şerif bir kere. Sayısız türkü kazandırmıştır bu topluma. Ama geçmişin şöyle bir özelliği de var; o dönemde sazın üstünde hangi notaya bassanız ortaya çıkan şey sizin oluyordu. Bugün türkü bestelemek kolay bir şey değildir. Bastığınız her nota sizin olmuyor. Size kalan, bırakılan alandan bir şey üretmek zorundasınız.
S. KÖLE: Hazır, Aşık Mahsuni’den söz açılmışken, biliyorsunuz Mahsuni yaşadığı ve müzik ürettiği dönemde toplumda saygı uyandıran bir aydın duruşu sergileyebilmiş, iktidarlar karşısında muhalif kalmayı başarabilmiştir. Bugünün sanatçısında durum nedir, diye sormak isterim.
B. KOÇAK: Böyle bir duruş yok artık. Yanı başında ölen insana elini uzatmayan, ağlayanın gözyaşını silmeyen, öyle duyarsız bir toplum haline geldik ki. Mahsuni’nin duruşu gerçekten kişilikli bir duruştu; bir sanatçı duruşuydu. Ben o büyük ustayı sazıyla sözüyle örnek almaktan çok, onun çizdiği bir yol, bir yaşam biçimi vardı ki onu sürdürmeye çalışıyorum. Bu yol kolay bir yol değil. Burada önemli olan, bir sanatçı olarak insana en yakışanı vermek, üretmektir. Ancak üzgünüm ki birçok sanatçı arkadaşım bu yolda değil.
S. KÖLE: Bu noktada nasıl bir çekince taşıyabilirler? Sebep nedir size göre?
B. KOÇAK: Hani bir yaklaşım vardır: “Bu ülkeyi sen mi kurtaracaksın?” Bizim sanatçımızda bu anlayış yerleşti gibi geliyor bana.
S. KÖLE: Peşinen vazgeçme hali yani.
B. KOÇAK: Evet, durum biraz o.
S. KÖLE: Peki, tekrar Binay Koçak’a dönecek olursak, hak ettiğin ölçüde tanındığınıza inanıyor musun? İnsanlar sizi televizyonlarda çok sık görebiliyor mu mesela?
B. KOÇAK: Çok sayıda dinleyenim var, biliyorum. Bir şekilde CD’mi alıyorlar ya da internet ortamından türkülerimi dinliyorlar. İş, televizyonlarda yer almaya gelince o konuda sıkıntılarım var doğrusu. Sanki bir şeyleri aşamıyor ya da engelleniyoruz gibi. Bu noktada aklıma ilk gelen Atatürkçü kimliğim oluyor elbette.
S. KÖLE: Sayıları az da olsa, sizinle aynı fikir çizgisinde buluşan televizyonlarımız da var. Onlarda durum nedir? O kanallardan sesinizi duyurma, dinleyicilerinizle buluşma şansına sahip değil misiniz?
B. KOÇAK: Ben sanatçıların televizyonlara ya da başka iletişim kanallarına direkt olarak ulaşmasını çok doğru bulmam aslında. Hayır, onlar bizi bulmalı, diye düşünürüm. Benim kimliğimi, sanatçı duruşumu bilen o televizyonların o sorumlu kişisi bana ulaşmalı. Öbür türlü ulaşmak isteseniz de o kadar zor ki zaten. Kırk kişiyi aşmanız gerekiyor. Bir sanatçı olarak buna ne enerjiniz ne de zamanınız yeter. Ama evet, “Bizim televizyonlarımız” bize sahip çıkmak zorunda. Diğer televizyon kanallarının dayattığı sanatçılar yerine bizler olmalıyız o ekranlarda.
Zaten pek çok arkadaşımız bu olanaktan faydalanamayınca yolun başındayken vazgeçiyor sanat yapmaktan.
S. KÖLE: Yeri gelmişken festivalleri de sormak isterim aslında. Biliyoruz ki sanatçıların seslerini duyurma anlamında en gereksinim duydukları alanlardan biri de festivaller. Belki de bir yanıyla tüm bu çabalamaların meyvesini toplama aşaması. Çünkü festivallerin en önemli yanı, işin parasal kazanç sağlama yönünü oluşturması. Peki, festival düzenleyicisi durumunda olan “Bizim” diyebileceğiniz belediyelerden -yine sayıları çok fazla olmasa da- gereken desteği görebiliyor musunuz?
B. KOÇAK: Üzgünüm, bizim diyebileceğim belediyelerimizde de bir sorun var. İlerici dediğimiz o insanların derdi de festivallerine popüler insanları getirmek. İsim verip konuyu amacından uzaklaştırmak istemem, o nedenle isim vermeyeceğim, son zamanlarda adı sıkça duyulmaya başlanan, her yerde görebileceğiniz bir sanatçı ile kendimi bir tutamam yani. Onun verdiği mücadele başka, benim verdiğim mücadele çok başka. Onunki Türkiye ile ilgili bir mücadele değil. O, gerçek olan şu ki, kendi mücadelesinin derdine düşmüş durumda.
İlerici belediyelerimiz yerelde olsun ulusalda olsun sanatçılarına sahip çıkmalılar aslında. Biz sürekli popüler kültürün içinde, televizyonlarda olan sanatçılar değiliz. Biz halkın sanatçısıyız. “Gizli” dinleniyoruz. Konser verdiğimizde salonları doldurabiliyoruz.
Ancak festivallerle ilgili şunu söylemek isterim; festivaller, konserleri öldürmüştür. Eskiden insanlar el ele tutuşup Edip Akbayram’ın, Selda Bağcan’ın, Zülfü Livaneli’nin, Neşet Ertaş’ın konserine gider, o konser alanını doldururdu. Ama şimdi öyle değil insanları “festival ve bar”a mecbur kıldılar.
Burada sakınca şu noktada başlıyor. Bir festivalde sahne aldığınızda karşınızdaki dinleyiciyi tanımıyorsunuz. Bedava bir ortam olduğu için sizi dinleyen, dinlemeyen herkes gelmiş oluyor. Oysa sanatın bir bedeli olmalı, tercih edilmelisiniz. Ben tercih edilmeyi seviyorum.
S. KÖLE: Konuştukça işin rengi biraz daha ortaya çıkmaya başladı aslında. Belediyelerin popüler isimleri tercih etmesindeki öncelikli neden o renksizlik hali olabilir mi? Getirdikleri sanatçının her kesime seslenebilecek kadar rengini belli etmiyor olması; belki de renginin gerçekten de olmaması?
B. KOÇAK: Öyle. Belediyeler kendi kafaları yorulsun istemiyor bir anlamda. Bu şekilde halkın da kafası yorulmuyor. Gerçi halkın kafası yorulsa bugünleri yaşamazdık. Ama özü itibariyle festivallerin gereksiz harcamalar olduğunu düşünen biriyim. Kentin ve kent halkının ekonomisinden çalınan paralar olarak görürüm. Bir sanatçı geliyor, bir duyuyoruz üç yüz bin dolar para almış. Ne yapmış bu adam? Üç yüz bin az bir para değil. Bu adam ülkesi için ne yapmış? Halkı için ne yapmış?
Barışı çok seven (!) ancak barış için mücadele etmeyen kim varsa sahnelerdedir şu anda; televizyonlardadır. Atatürk’ün de dediği gibi bizim gerçek sanatçılara ihtiyacımız var artık.
S. KÖLE: Sahnede, türkü okumanın dışında, inandığınız ve savunduğunuz değerler üzerine konuştuğunuz da oluyor. Hatta, çoğu zaman sizin türkü söylemekten çok o sözleri söylemek adına orada olduğunuzu bile düşünürüm. Bu tespitime ne diyeceksiniz?
B. KOÇAK: Ben robot değilim sonuçta. Çık iki tane türkünü oku ve git, olmaz. Ben her şeyden önce eğitimciyim; gördüğüm hatayı söylemiyorsam bu yanlıştır. Kişi yanlış yapıyor, halk yanlış yapıyor, siyasetçi yanlış yapıyor; bunu neden söylemeyeceksin? Bunu öncelikle sanatçı dile getirmeli. Bu yüzden sanatçıların başı kesilmiştir zamanında. Zindanlara kapatılmışlardır. Ben bundan sonra da hem çalıp söyleyeceğim hem de konuşmaya devam edeceğim. Bu elbette bir konferans vermek şeklinde değil, mesajlarımı yerinde ve zamanında iletmek anlamında olacaktır.
S. KÖLE: Tamam, sizin mesaj vermek gibi bir derdiniz var da, karşınızda bu mesajı alacak kim var? İşin bu yanını düşündüğünüz oluyor mu hiç?
B. KOÇAK: “Sen duymayacaksın, konuşmayacaksın, görmeyeceksin” denilen bir toplum var karşımızda. Değil üç maymunu oynamak, sekiz maymunu oynamaları isteniyor bu toplumdan. Yürümeyi unutturdular insanlara, robot kesildi herkes. Bir inanç uğruna ayağa kalkacak toplumu oluşturmak kolay değil.
Dış güçlerin süngüleri kadınlarımızın, kızlarımızın rahmine dayandığı zaman mı ayağa kalkacak bu toplum? Duyarsız bir toplum görüyorum. Bu durumu öncelikle yaratının da sanatçı kisvesine bürünmüş insanlar olduğunu da söylemek isterim ayrıca.
S. KÖLE: Bu denli duyarlılık sahibi bir sanatçı ile görüşüyorken, hemen 2 Temmuz’u sormak isterim. “Yakın tarihimizin utancı” olarak görülebilecek bu gün için ne söylemek istersiniz? Sizin gibi yüzü ve yolu aydınlığa dönük, ilerici sanatçılar için anlamı çok daha farklı olmalı bu günün?
B. KOÇAK: O gün orada devlet yok oldu gitti, ben buna inanamıyorum bir türlü. Birkaç saatte dünyanın her yerine ulaşılıyorken o gün Sivas’a kimse ulaşamadı. Ne kadar acı ve akıl almaz bir olay, düşünebiliyor musunuz?
Biliyorsunuzdur, bu acı olay üzerine söz ve müziği bana ait olan bir çalışma da yaptım. Sonradan sıkça tehditler almaya başladım bu çalışmamla ilgili olarak. Ancak geri atmam mümkün değildi; çünkü Sivas’ta yakılan benim insanımdı; bendim; benim kültürüm, benim inandığım değerlerdi. Yakmış, yetmemiş bir de üstüne tehdit ediyor.
Bu dakikadan sonra Madımak müze olmuş, olmamış çok da umurumda değil doğrusu. Benim o günle ilgili onurumu inciten durum; o gün, orada devletin olmayışıdır.
Bunu sorguluyorum ben; o gün devlet orada neden yoktu? Ankara neredeydi? Devlet büyüğü dediğimiz o insanlar neredeydi? Önce bu soruların yanıtını almamız gerekmez mi?
S. KÖLE: Tekrar müziğe dönelim isterim. Bir ülkede bir şeylerin çivisi çıkmışsa bu durumdan payına düşeni almayan hiçbir kavram olamaz gibi geliyor bana. Bu anlamda “üretim” kavramının her geçen gün biraz daha ortadan kalktığı bir yerde, müzikte durum nedir? Gördüğümüz eski müzik parçalarının ısıtılıp önümüze sürüldüğüdür. Bulaşıcı bir kısırlık haliyle karşı karşıyayız sanki?
B. KOÇAK: İşe bu yanıyla baktığımızda müzik için, sanatta kaybedilmiş bir cephedir diyebilirim. Ortalıkta müzik diye bir şey kalmadı. Her sene bir şarkı öne çıkarılıyor, halkımız düğünlerde derneklerde o şarkıyla oynayıp eğleniyor, tamam. Sonra arabesk havasında, türkü müdür nedir, ne olduğu çok da belli olmayan bir şey sürülüyor ortaya, yahu bütün arabalarda o, her yer de o.
Ama bizim yaptığımız müziğe gelince, zor bizimki; bedeli var çünkü. O nedenle birkaç arkadaşımın dışında, birileri tarafından yapılmaktan kaçınılan müziktir bizimkisi.
Televizyona çıkan herkes sanatçıdır bizde. İşte bu noktada devletin bir politikası olmalı.
S. KÖLE: Öyleyse yeri gelmişken Kültür Bakanlığı’nı konuşalım isterim.
B. KOÇAK: Kültür Bakanlığı mı? Gelin biz şuna ‘kültürsüzlük’ bakanlığı diyelim. Bakın, adamlar hangi çağda Anadolu’da amfiteatr inşa edip, orada, sanatsal etkinlikler düzenlemişler, konserler vermişler. Ben bir sanatçı olarak, yüzlerce yıl sonra, bugünün Türkiye’sinde düğün salonlarında konser veriyorum hâlâ. Bizim bugün konser vereceğimiz alanlara ihtiyacımız var.
Ama burada şunu görmek gerekir. Bu ülkede dört tane sanatçı vardır, onların poposu suya değmeden yaz, Uludağ’a çıkmadan kış gelmez Türkiye’ye… Bir iki hareketleriyle ülke gündemini belirler onlar.
S. KÖLE: Ülkede olup bitene bu kadar kafa yorarken müzikle uğraşmaya nasıl zaman bulduğunuzu düşünmeye başladım elimde olmadan. Duyarlılığın bu kadarı yormuyor mu sizi?
B. KOÇAK: Müzik benim yaşamımdaki en temel konu; hatta övünç kaynağım diyebilirim. O olmasıydı ne yapardım? Delirirdim herhalde. Kendimi ifade edememek delirtirdi beni. Ne olurdu; çok çok “Deli Binay” derlerdi bana. Sokaktaki durum biraz da bu değil mi size göre de? Kendi kendine konuşan çok sayıda insan olduğunu görebilirsiniz, etrafınıza şöyle bir baktığınızda. Nedir bunun temelinde yatan neden? İnsanına gereken değeri vermiyorsun. Türkiye insanın artık bir değer bulması lazım. Koskoca bir ülkeyiz biz, bu değeri rahatlıkla oluşturabiliriz.
S. KÖLE: Binay Koçak, müzikte ve yaşamda zor olan yolu seçtiğin ve seçtiğin bu yolda inançla adımladığın açık. Bundan sonrası için ne söylemek istersin.
B. KOÇAK: Bir sanatçı olarak hiçbir zaman arkalarda olmayacağım bir kere. Her zaman en önde ve bayrağımızı taşıyarak, o güzel günlere, Mustafa Kemal’in devrimlerinin tamamlanması noktasına doğru yol alacağımı bilmelisiniz.
S. KÖLE: Son olarak yeni bir albüm hazırlığınız var mı, onu öğrenmek isterim.
B. KOÇAK: Evet var. Ancak dinleyiciyle buluşması nereden baksanız bir, bir buçuk yılı bulacaktır. Kendi türkülerimin yer aldığı bir çalışma olacak bu. İlk albümden bir farkı olacak mı diye sorarsanız, şunu söyleyebilirim, ilk albümde enstrüman çeşitliliği ve sayısı oldukça fazlaydı, bu albümde daha az sayıda enstrümanla, daha natürel bir hava yakalamanın derdinde olacağım, diyebilirim.
S. KÖLE: Bu güzel sohbet için teşekkür ediyoruz Binay Koçak.
B. KOÇAK: Ben de size teşekkür etmek isterim; benim için de güzel bir sohbet oldu.
Son Yorumlar