Bergamalı Simo

Hüseyin Avni Cinozoğlu

Hüseyin Avni Cinozoğlu

FERDA İZBUDAK AKINCI’DAN BİR ŞAHESER ROMAN*

DİRENİŞ VE DOĞANIN ŞİZOFRENİYİ İYİLEŞTİRİCİ GÜCÜ

 

Çağdaş edebiyatın genç ustalarından, Ferda İzbudak Akıncı’nın 2007 de İzmir İlya Yayınevince yayımlanan “ bergamalı simo” adlı romanı, 2013′deki Taksim Gezi Parkı Direnişini önceleyen, bu dünyadaki cenneti savunanlarla, cehennemi savunanlar arasındaki mücadeleyi konu ediniyor.

 

Sadece ülke ölçeğinde değil, dünya vatandaşlığı ortak paydasında güçlü bir direniş destanı, evrensel bir şarkı. Uluslar üstü Batılı şirketlerin, Bergama ve havalisinde siyanürle altın çıkarmalarına karşı çıkanların haklı mücadelesini konu edinen, has ve hakiki bir ustanın elinden çıkma bir roman.

 

Bergamalı köylülerin direnişi, âdeta bir “kurtuluş savaşı” perspektifinden yansıyor romanda. Ortada sadece silahlı bir çatışma yok. Fakat yakından bakıldığında aç gözlü Batılı şirketlerin, vatan toprağını siyanürle altın çıkarmak için yağmalamasına, işgaline karşı Bergama halkı ve havalisindeki köylülerin sabırlı direnişi ve mücadelesi.

 

Ayrıca romanda, Bergamalı Simo’nun öyküsü ile birlikte, Bergama’nın İsa’dan önce, antik döneme tarihsel zenginliği, kültürel dokusu, birikimi de anlatılıyor.

 

Yazarın, Bergamalı Simo’yu, bir şizofren olarak betimlemesi de, gerçeğe uygun. Bergamalı Simo, ekonomik olarak zarar uğramasından sonra, ricat ederek Bergama’daki antik kentin mermer sütunları arasında, yalnızlığa çekilir. Süreç içinde Maden şirketine karşı direnenlerin safına katılmasıyla da, ruhi travması son bulur, salaha kavuşur, iyileşir.

 

Anlatı birbirine koşut iki başarı öyküsüyle sonuçlanıyor. İlki direnişçilerin başarıya ulaşması, ikincisi ise Bergamalı Simo’nun şizofreninin pençesinden kurtularak, hayata katılmasıyla sonuçlanacak bir başarı öyküsü.

 

Bergamalı Simo, doğaya döner ve doğanın içinde yaralarını tımar ederek, hayata katılır. Romanda bu bağlamda iki yeniden diriliş öyküsünden söz etmek mümkün. Hem doğanın, toprağın, yeniden dirilişi ve şizofreniye yakalanarak ruhi ölümü gerçekleşen Simo’nun yeniden dirilişi.

 

Bergamalı Simo’yu betimleyen cümleleri alıntılıyorum:

 

“ Hiçbir ateş, insanın yaktığı gibi yakmıyordu, hiçbir rüzgâr, insanın açtığı yarayı açmıyor, hiçbir soğuk insanın yürekte yarattığı buz dağlarını yaratmıyordu. Bu yüzden kaçmıştı Simo. Rüzgâr savursun diye. Güneş yaksın, kış üşütsün diye”[1]

 

İnsanlara ve hayata kırgın bir zamanlar Bergama’nın bilgesi olan ve antik uygarlıkları ve Bergama’ın tüm renklerini ve nüanslarını dört başı mamur olarak zihnine yerleştiren Simo, ekonomik kriz ortamında arastadaki küçük terlikçi dükkânını kapatmak zorunda kalır. Bunun yarattığı sarsıntı nedeniyle şizofreniye yakalanır. Evini, karısı Yadigar’ı ve Oğlu Murat’ı terk ederek, antik kente çekilir. Saçı, sakalı birbirine karışmış vaziyettedir.

 

Zira şizofreniye müsait duyarlı ve naif bir yürek taşıyan insanların, ağır bir sükûta mahkûm olmalarının nedeni “ taşıran damla” nın etkisidir. Yazar Ferda İzbudak Akıncı, şizofreniyi bir psikiyatr kadar yetkinlikle betimleyebiliyor. Bergamalı Simo, yazarın bir tür ayrımı yapmasa da, şizofreninin dört türünden hebefreni, paranoid, katatonik,  sımple türler arasından  “şizofren simple” türünden olduğunu kestirebiliyorum.  Romandan alıntılıyorum:

 

“ Bir kez daha şaşırdı Gülizar. Tepelere kaçtığından beri insanlar Simo’ya Bergamalı demekten vaz geçmişti.  O artık Bergama’nın bilge Simo’su değildi.  Sorunlarını aşamamış, basit, çaresiz bir adamdı. “[2]

 

“ Yorgundu. İncinmek istemiyordu. Kalabalık istemiyordu. Konuşma gülüşme istemiyordu. Ağlama bağırma kaldıramıyordu.  Korkuyordu. Seslerden, gülüşlerden bile korkuyordu. Ardından büyük çok kötü şeyler olacakmış gibi bir korkuya kapılıyordu. Kalbi en ufak sesle yerinden çıkacak gibi çarpıyordu.” [3]

 

“Bergamalı direnişçiler, Taksim Gezi Parkı’ndaki iyi insanların direnişini önceliyorlar” cümlesini haklı çıkaran sahnelerden biri de Taksim İstiklal Caddesi’nde Bergamalı köylülerin yaptığı protesto gösterisi.

 

Bergama köylerinde direniş komiteleri oluşturuluyor. Safha safha bu sabırlı direniş anlatılıyor.

 

Foucault’un  “Deliliğin Tarihi” adlı eserinde, doğa içinde ziraat, bahçe işlerinin şizofren hastayı nispeten tedavi edici etkisi olduğu” görüşünü paylaşırcasına Simo, doğa içindeki uğraşlarla iyileşiyor. Dağdaki yalnız çobanla arkadaş oluyor, çoban hayvancılıkla ilgili bilgiler vererek Simo’yu bu konularda eğitiyor. Ve edindiği pratik bilgiler bir tecrübeye dönüşüyor.

 

Gezi Parkı’ndaki 2013 de tanık olduğumuz, iyilerle, kötüler arasındaki mücadeleden yıllar öncesi bir zaman kesitinde meydana gelen olaylarla, Taksim Gezi Parkı Direnişi arasında müthiş bir benzerlik var. “bergamalı simo” yu okuduktan sonra Taksim Gezi Parkı Direnişini daha iyi anladım ve çözümleyebildim.

 

Tıpkı Gezi parkı’nda direnen iyi insanları cem eden rengârenk kuşağı Bergama direnişinde de görüyoruz. Romandan alıntılıyorum:

 

“  Uçları oyalı yemenileriyle oradaydılar. Çiçekli pazen şalvarlarıyla, renkli etekleri, başlarında poşileriyle oradaydılar. Alevisi, sünnisi oradaydı.  Bulgar göçmeni, Çepnisi, Yörüğü oradaydı. Sarı saçlı, yeşil gözlü Yugoslav göçmenleri de kadınıyla, kızıyla, erkeğiyle oradaydı. On yedi köyün insanı yollara dökülmüştü. Ağaçlar ve insanlar için… Ağaçlar ve kuşlar için…”[4]

 

Ferda İzbudak Akıncı, bu renkli gökkuşağı içinde Kürt ve Laz kadın ve kızlarını da katabilirdi.

 

Ferda İzbudak Akıncı, şiirsel ( şairane değil ) üslubuyla da dikkat çekiyor. Son zamanlarda edebiyatı toplumsallıktan yalıtmak isteyen anlayışlara karşı da, toplumsallığı gündeme taşıyan bir roman. Ayrıca çocukların, gençlerin ve yetişkinlerin okuyup, anlayabileceği bir roman. Okurlar üzerinde dönüştürücü ve değiştirici bir etkisi olacağını da tahmin edebiliyorum.

 

Doğaya karşı girişilen barbarlığı, canavarlığı, kısa süreli menfaatler uğruna göze alan siyasetçilerin aymazlığı eleştiriliyor. Bu aymazlık son on yılda daha vahim boyutlara ulaşmış durumda. Hesler ve nükleer santrallerin doğayı ve dolayısıyla insanı nasıl tahrip edeceği düşünülmeden, büyük ve çılgın projeler üreten siyaset kurumunun, aklını başına toplaması lazımdır.

 

Batılı, uluslar üstü şirketler, kendi ülkelerine zarar vereceğini düşündükleri maden ve benzeri işletmeleri, geri kalmış ülkelerde kurarak, kendi insanın risk altında olmasına mani olmaktalar.

 

Bergama’da siyanürle altın madeni çıkaran çok uluslu şirket önce yol, ev, camii yaparak köylülere şirin görünmek istiyor. Ve daha sonraki safhalarda, altın madeninin verdiği zarar somutlaşıyor. İnekler sakat buzağılar doğuruyor. Arılar bal vermez oluyor. İnsanların benzi soluyor.

 

Romandan alıntılıyorum:

 

Kötü başlamıştı bu iş. Gece boyunca çok fazla ağaç kesilmiş olmalıydı. O mis kokulu çamlara böyle kolayca kıyıldıysa, bu maden hakkında anlatılan bütün olumsuzluklar gerçek olacaktı demek ki.”[5]

 

Maden işletmesi, köylü gençlere madende işçi olarak çalışma olanağı sunması, bazı gençlerin ve ailelerin aklını çeliyor. Türkiye’de iş ve ekmek kapısı bulma zorluğu göze alındığın da, madenin olumsuzlukları ikinci plana atılıyor.

 

 

Önemsemez bir ses tonuyla konuştu Murat.

-          Ama madeni isteyenler de var.

-          Evet. Biz istiyoruz. Hayriyeler istiyor. Daha pek çok insan istiyor. Murat’ın sesi değişmeye başlamıştı:

-    Onlar karşı olanlar, iş istemiyorlar mı yani. Ayaklarına gelen fırsatı tepmek bu

-          Hah! İşte tam tam o dediğinden oğlum. Nasıl ana baba bunlar anlamadım ben.  Oğullarının işsiz kılması hoşlarına gidiyor demek. Bu kadar işsiz varken maden açılmasın demek başka ne anlama gelecek? ”

 

Simo’nun terk ettiği karsı Yadigar, uzun süre maden şirketi yanında yer alır. Ama romanın sonlarına doğru, bakış açısı değişir,  doğanın bağrından yaralarını sararak şehre inen Simo ile birlikte maden şirketine karşı mücadele edenlere destek verir. Altın madeninde çalışan evlatları Murat’ta, bazı rahatsızlık, hastalık emareleri baş göstermiştir. İneklerin sakat buzağılar doğurması mühim bir sinyaldir. Altın madeninde çalışmanın, kömür madeninde çalışmaktan daha tehlikeli olduğunu da ben romanını okurken öğrendim.

 

Benzer diyaloglara yakın bir gelecekte Sinop’ta da duyabiliriz. Nükleer Santral demek iş imkânı demek” diye meşrulaştırılmak istenecektir.

 

Manisa Soma Kömür Madenlerinde, Maden sahiplerinin hırs ve aç gözlülükle, aşırı bir üretim için, işçilerin yaşam hakkı ve sağlıklarını hiçe sayan, sorumsuz tutum, Bergama altın madenlerinde de görülüyor.

 

Gitgide kapasitesi artıyordu madenin. Şirket yönetimi, alabileceği en yüksek altın miktarına ulaşmak için vardiyaları tam kapasite çalıştırıyordu.  Zaten çok zaman yitirmişlerdi. Direnişçiler yüzünden çıkabilecek herhangi bir aksiliği düşünerek işi iyice hızlandırmışlardı.  Gece gündüz çalışıyorlardı”[6]

 

Soma ya da Bergama ya da benzer durumlar için bir fıtrat meselesi tartışılacaksa, “ fıtratı bozuk” olanların iş adamları ve Batılı şirket yöneticileri ya da onların vekâletini alanlar olduğu görülecektir.

 

Oysa Türkiye dünyanın en güzel ülkesi. Bergama güzel, Mardin Safranbolu, Rize, Amasra birbirinden güzel şehirler. Antakya, Sinop, Ordu,  İzmir, Antalya, İstanbul birbirinden güzel şehirler. Üç yanı mavi denizlerle çevrili bir ülke. Böylesi güzel bir ülkede nükleer santral kurmak bir canavarlıktır. Üstelik İslam’a da tümüyle aykırıdır. Türkiye kaliteli ziraat, tarım ve hayvancılıkla kalkınabilir. Turizm potansiyelleri de düşünüldüğünde, bu cennet vatanın bağrına bir kama gibi Batı’nın ıskartaya çıkardığı, teknolojik artıkları sokmak da ihanet değil de nedir?  Elbette Yüce Allah’ın rahmet ve bereketinden nasipleneceğimizi de, düşünmek gerekir.

 

Siyaset kurumu ve kimi belediye reislerinin ağaç ve çevre katliamını meşrulaştırmak istedikleri meşhur sözün yalan olduğunu gösteren bir cümle var:

 

“ Kesilen ağacın yerine çiçek bahçesi yaparız savları aldatmacadan öte gidemez.”[7] 

 

Fakat Bergama Belediye Başkanı, araştırmalarını yapar ve altın madeni şirketine karşı mücadele eden köylülerle dayanışma içinde, eylemlerin öncüleri arasında yer alır. Bir de ünlü Posbıyık.

 

Oysa Bergama ve havalisi tütün, pamuk ve zeytinin en kalitelisinin üretildiği verimli topraklarla çevrilidir. Ayrıca bahçeler, bostanlar, en lezzetli üzümlerin yetiştiği bağlarıyla cennetten bir köşedir. İneklerden alınan temiz süt. Dağlardaki kızıl çamların, meşelerin, çiçeklerin kokusu. Bu cenneti bırakıp, maden kuyularına inenleri insan anlayamıyor. İnsanlar,  âdeta kendini cennetten, maden ve teknolojinin sebep olduğu cehenneme sürgün ediyor.  Romandan alıntılıyorum:

 

Onlar kendi keselerini doldurmaya bakacaklar. Nasıl yapacaklar bunu?  Siyanür kullanarak. ./. Onlar talan edecekler, bunu bilin. Altını, gümüşü, platini alacaklar, geride zehirli, işe yaramaz topraklar bırakacaklar.”[8]

 

Yazımın başında “Bergamalı köylülerin direnişini, âdeta bir kurtuluş savaşı perspektifinden yansıyor romanda.” demiştim. Bu izleği daha da derinleştirerek sunuyor Ferda İzbudak Akıncı:

 

İyi iyi. Önce anlamaz görünür ama herkesten iyi anlar köylümüz. Önce ilgilenmez görünür ama herkesten çok karışır kafası köylümüzün. İnce eler sık döker içinde. Çabucak alevlenmez. Zor kalkar yerinden. Ama kalktı mıydı da, kimse oturtamaz onu oturduğu yerde. Ne laf kâr eder artık, ne korkutmak. Bildiğini okur. Yunan’a, Fransız’a, bilmem işte o kaç diyarın bu toprağa göz koymuşuna dersini vermedi mi zamanında. Çarıklı diyorlarmış bize hem de kimler? ./. Çarıklılar kovdu buralardan işgalciyi.”[9]

 

Ferda İzbudak Akıncı, 2013 Gezi Parkı Direnişinden yedi sekiz yıl önce, Gezi Parkı’ndaki sahneye benzer bir sahneyi betimliyor. Hem şaşırıyor hem de hayranlık duyuyorsunuz. Romandan alıntılıyorum:

 

“Kimseye zarar vermedi, gecenin o vaktinde her şeyi yapabilecek direnişçiler. Hiç bir şeyi ellemediler. Dokunmadılar. Bir bayram sabahı gibi, ovalarına bakarak kahvaltı ettiler. Maden insanlarla şenlenmişti. Gelenler yerleşiyor, geceyi de orada geçirmek için planlar yapıyorlardı. Derken sabah oldu. Vali geldi. Asker yığıldı madene. Emniyetten geldiler. Toprağın asıl sahibi maden alanını terk etmemekte direniyordu” [10]

 

Roman 2007 de yayınlanmış. Gezi Parkı Direnişi 2013 de. Gezi Parkı’nda siyaset kurumunun ürettiği “çapulcu “ sözcüğünü romanda rastlayınca bu tesadüfe şaşırıyorsunuz. Maden Şirketi yetkilileri de kendi tezlerini meşrulaştırmak için toplantı yapmaktadırlar. Romandan alıntılıyorum:

 

“  – Madenimizin başına gelenleri biliyorsunuz. Saldırdılar işgal ettiler, mahkemeye verdik kazandık… Şimdi Danıştay altın çıkarma iznimizi iptal ediyor. Bu izni kim verdi? Devlet. Devletin verdiği izni nasıl iptal edersin. ? Çapulcular ayaklanıyor.”

 

Gezi Parkından yedi sekiz yıl önce Taksim İstiklal Caddesinde Bergamalı direnişçiler gösteri yapıyor. Müthiş bir rastlantı. Bir mücadele direniş pratiği gelecekteki devrimci pratikler içinde misal olabilmekte. Romandan alıntılıyorum:

 

“ İstiklal Caddesi kış sabahında, esnemeye bile fırsat bulamadan erkenden uyanmış, parlak, kocaman vitrinlerini iri gözler gibi açmış, yeni şaşırtıcı konuklarına gülümseyerek bakıyordu. Gitgide kalabalıklaşan bir topluluktu bu. Taksim neler görmüş, neler yaşamıştı yorgun bağrında. Ölümler kıyımlar yaşamıştı. Coşkular, sel gibi haykırışlarla dolu kalabalıklar görmüştü. Ölülerini taşımıştı gençler, ellerinin üstünde. Tabutlar kanlıydı. Silahlar ateşlenmişti. Vurulanların yerini yeni insanlar almıştı hemen.  Bu meydan, büyük direnişlere kucağını aşmış bir meydandı. Şimdi de saçları kırarmışından gencecik delikanlılara, üstü çıplak adamlardan aralarında pankart taşıyan şalvarlı, yemenili kadınlara, genç kızlara açmıştı kucağını “[11]

 

Bergamalı şizofren Simo’nun ruhundaki naif ve zarif çizgileri, şiirselliğin doruğunda bir yetkinlikle betimliyor Ferda.

 

“ Ah, diye fısıldıyor eski tiyatronun merdivenlerinden koşup gelen Bergamalı Simo. ‘ hayatın biraz da şahlanmak, ayağa kalkmak, haykırmak olduğunu bilmiyordum tıpkı senin gibi ben de bilmiyordum… Ve öyle sessiz, öyle kımıltısızdı ki aralarında yaşadığım insanlar, benimki tiz bir çığlık, hoşa gitmeyen bir ses olarak kalacaktı, belliydi.  Kolay değil Yadigar, öğrenmek de, anlamak da kolay değil ama gerçek bu… Aykırı sesler işte hep böyle alnının ortasından vuruldu bu ülkede.  Kolay değil şahlanmak. Göyüzüne uzanmak, zapt edilemeyen sulardan biri olmak kolay değil”

 

 

Sözü uzatmak istemiyorum. Has ve hakiki ustaların eserleri bir yazar ve okur olarak beni heyecanlandırıyor. Emek ürünü nadir eserleri hayranlıkla alkışladım. Edebiyatın geleceği adına da umudumuzu tazeliyor.

 

Ferda İzbudak Akıncı, evrensel bir destan yazıyor. Evrensel bir şarkı. Nihai olarak da sınıfsız topluma işaret ediyor. Bu dünyadaki cenneti korumak isteyen iyilerle, cehennemi savunan kötüler arasındaki bir mücadele.

 

 

 

 

 

 

 

* bergamalı simo İlya Y. I. Baskı 2007 İzmir

 


[1] S. 22

[2] S. 106

[3]  S. 49

[4] S. 36

[5] S. 36

[6]  S. 180

[7]  52

[8] S. 38

[9]  S. 80

[10]  S. 102

[11] S. 124

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.