Eleştiri ya da eleştirinin eleştirisi

İhsan KUTLU

İhsan KUTLU

Genellikle ve özellikle ülkemizde ELEŞTİRİ, olumusuz tavır alma, karşı çıkma, yergi… özet olarak, ele aldığı konu ile bağdaşmazlık anlamında kullanılır. İdeolojik, politik konularda kesinlik, sınırları belirlemek, tutum almak demek; elbette karşı olduğunuz, uyuşmadığınız ve hatta zıt yanda olduğunuz düşüncelere yönelttiğiniz eleştiri ve söylemlerinizin ölşüsünü, sertliğini ortaya koyar. Uygar ve demokratik toplumlar, hatta nice iç savaşlar, çatışmalar yaşadıktan sonra bile DİL dediğimiz nimeti kullanırlarken son derece edepli, ölçülü ve düzeylidirler. Çünkü, Dil, dış dünyaya açılan kapımızdır, ‘Dil yarası Haneçer yarasından daha kötüdür,’ sözü herkesçe kullanılır ama DİN, Ahlak, dürüstlük vs gibi yalnızca paspas bezi gibi kullanılır.

Bir de buna Yalan, çarpıtma, utanmazlık ve Demogoji eklenirse, artık Eleştiri değil, buna banal sokak dili demek gerekir. Kültürlü toplumlarda çok az KÜFÜR sözü bulunmasının, bizim ise dünya Kültür dağarcığının tek başına yarısına sahip oldmamısın sırrı buradadır.

 

Peki EDEBİYAT, sanat ve kültür alanında Eleştirel tutum yukarıdaki gibi olabilir mi? Bir şiir okudunuz; bir resmi incelediniz, filme baktınız… hatta doğaya baktınız, ister istemez Zevk dediğimiz Tat alma – hoşlanma – hoşlanmama – etkilenme – sıkılma – pek sarmadı, sözünü kullanma- gibi değer yargılarında bulunur ve soran olursa bunu söyleriz. Aslında ve önemli ölçüde bu yargılar, bizim konuştuğumuz konuda düzeyimizi, birikimimizi, bakış açımızı, psikolojik dünyamızı, kültürel birikimizi ve Estetik – Haz alma erginliğimizi ortaya koyar. Çünkü, edebiyat, sanat ve kültürel dünyadan iki şey ediniriz; Biligi – bilinç ile Estetik dünyamızı zenginleştirme ve doyurma.

 

Edebiyat, tiyatro, sanat vs alanında ELEŞTİRMENLİK aslında bir Meslek adıdır. Bu alanda çok iyi yetişmiş (Diploma değildir bunun ölçüsü) duygu ve sezgileri sağlam, yarulmaksızın araştıran, okuyan, sanat dünyasının her dalına ilgi duyup izleyen ve herşeyden önce bu uğraşısına aşkla bağlanan insan anlaşılmalıdır. Toplumumuzda böyleleri, bir yıldız gibi akıp – geçti ve çok önemli görev yaptılar. Bu kadar Universitelerin, Edebiyat fakültelerinin ve orada görevli Aakademisyenlerin olduğu toplumda, ne yazık ki, eleştiri alanında boşluk eskisinden fazla sürüyor. Prof.ların, akademisyenlerin önemli bir bölümü, diyebiliriz ki, okutmanlık – öğretmenlik yapıyor; oysa bunun çok ötesine geçilmelidir.

 

Bu konuda da söylenecek ilk sözü anımsatayım; Eğer Fransız Akademisi’nin yargıları geçerli ve doğru olsaydı, Paris Kültür, sanat ve edebiyat alanında dünyanın önemli çöllerinden biri olurdu. Akademi kimi reddeetti, değersiz buldu ve hatta alaya aldıysa onlar En Büyük oldu; özellikle Resim, edebiyat alanında hala yaşayan en önemli adların yaşam öykülerini bir inceleyin. Bunun anlamı; Gücünü İktidardan alan, (Hükümet olabilir, Şirketler, Kuruluşlar ve hatta günümüzde Dış Dünya bile olabilir) hiçbir edebiyat, sanat ulusal kültüre katkı yapamıycağı gibi, gelecek için kalıcı olamaz. Ben, ülkemizde daha çok, Kişisel Ahbaplık, İçki masasında kadeh arkadaşlığı, bazı ufak tefek avantaların Eleştirmenlerin önünde en önemli tuzaklar olduğunu biliyorum: Gelişmiş toplumlar için bile bunun geçerli olduğunu görmek, günümüz edebiyat ve sanat yaşamının iyice Kapitalizmin Kar dünyasının bir parçası haline gelmesini belgeliyor.

 

Bu kısa özetten sonra, kısa bir metin üzerinde ve gene pek derinliği olmayan bir eleştiri yapmayı deneyeceğim. Önce genel geçerli olan şu düşünceleri yinelememde yarar vardır, sanırım: Eleştiri, ele aldığı bir Metni özetlemek değildir. Edebiyat kuramlarının bir tarihi vardır; ünlü kuramcılar ortaya çıkmıştır; her biri birşeyler eklemiştir, bunları öğrenmeye çalışmak edebiyat ve sanat sevgisi olan, ilgi duyan her insanın kaçınılmaz görevidir. Bunlardan hemen hepsinin Aşılmış olması, onların öğrenilmeye değmez, hale geldiğini göstermez. Aristotales, Platon vs aşılmıştır ama, onları atlayarak sonrasını tam bilemeyiz, bilincimizde gedikler oluşur. Gene, bugün Elektronik hangi düzeye varırsa varsın, Edison, Tessle adlarını taşır; diğerlerinin adları daha sönük kalır.

 

Eleştiri konusunda hepimizin bildiği ÜÇGEN vardır. Yazar – Yapıt – Okur. Başka biçimde söylerce Üreten – Nesne – Tüketici. Bir dönem gelmiş, Yazılan Kitap ya da tablodan Yazar ya da Ressamı, yaşamını, dünyasını öğrenmek fikri ağır basmıştır. Çünkü o dönemde okur – yazar olan Kilise, Burjuva, Asil sınıf ve Bürokrasidir. Bu kesimlerin hanımları ve kızları bile okuma bilmediği gibi, Roman okumaları (Buna şövalye romaneskleri diyebiliriz) ayıptır, ahlaksızlıktır. Bizde ‘Burjuva’ sözü, nitelemesi hep aşağılama ve kötüleme gibi kullanılır, ki, bu da tıpkı Eleştiri sözü gibi yanlıştır. Batı toplumu, felsefesi, aydınlanması, demokratlaşması… vs Burjuva toplumunun ürünüdür. Neyse, ilk dönemde, bunların dünyasına uygun, ya şato ve Burjuva zevkine ya da Kilise dünyasına göre kitaplar yazılmış; çünkü başka tüketicisi yoktur. (İlk Türk romanları da bu özelliği taşır; Köşk ve yalılar vardır. Aşk, müslüman kadına yasak olduğu için ya Fransız Mürebbiyeler, ya da cariyeler ile olanaklıdır. Özgür ve Tip olarak kadın çok sonra romana, tablolara girebildiği için, bugün ülkemizdeki kadınlar bunun cezasını çekmetktedirler) Öyle olunca, Yazar ve sanatçı her kimse onun da önemli olması, güvenirlik sınavından geçmesi vs gerekmektedir. Böylece Ahlaksak değerlendirme ile, zamanla Rönesansın etkisiyle Antik çağın Yunan sanatıyla benzerliği temel ölçü sayılmıştır.

 

Bence, edbiyat, sanatın tüm dalları, felsefe vs bir bütündür; tümü birden bizi İNSAN eden ve diğer canlılardan ayıran tamal sınırlardır. Yoksa, diğer fiziki, biyolojik özelliklerimiz hemen har canlıda vardır. Toplumları da birbirinden ayıran ve birleştiren temel değerler bunlardır. Ülkemizde, her alanda Kamouyu araştırması yapılıyor (Kimleri reklam ve kitleleri etkilemeyi amaçlıdır) bir de bu alanda yapılsa! Sözgelimi ölünceye kadar bir tek roman okumayan, resim sergisi görmeyen, tiyatroya gitmeyen insanların topluma oranı nedir?, vs gibi bir Kültür dünyamızı aydınlatan bir araştırma yapılması, sanırım çok gereklidir. Özellikle Üniversite diploması olanlar üzerinde böyle bir araştırma yapılsa!; sanırım hepimizi çok şaşırtan sonuçlar görürüz.

 

Geçen yüzyılda ‘Yazarı boşverelim, Yapıta bakalım’ yaklaşımı etkili olmuştur. Hatta bunu ‘Yazar Öldü’ sonucuna getiren önemli kuramcılar çıkmıştır. Diğer yanda Gerçekçilik denilen akım ve Yazarların ortaya çıkması için nesnel temelinini oluşması gerekmiştir. Sanayi devrimi, İşçilerin ortaya çıkması ve en önemlisi okuma – yazma oranının toplumun çoğunluğunu kapsaması, giderek bu kitlelerin de Romana girmesi sonucunu yaratmıştır. Toplumsal sorunlar, fabrika bacaları, örgütlenme, kölelik koşulları,çocuk işçiler, tatil hakkı, emeklilik… benzeri koşulların iyileştirilmesi için toplu savaşım, grev vs roman dünyasına girmiş; gazeteler, yayınevleri (Kar için bile olsa) toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan ve Tüketici – Müşteri saydıkları bu insanlara yönelik yayınlara destek olmuşlardır.

 

Gerçekçilik, Sovyet Devriminden sonra Toplumcu Gerçekçilik adıyla edebiyat, sanat Parti – Devlet güdümüne girince, öldürücü bir darbe yemiştir. Ortaçağda Kilise Egemenliğinde sanat ve edebiyat neyse, Stalin dönemi Toplumcu Gerçekçilik teziniin uygulanması budur. O görüşün lanetlediği Sovyet ressamları, sanatçıları, edebiyatçıları yaşıyorlar; bu görüşün elüstünde tuttukları ise çoktan unutuldu. Priferi denilen sınır kesiminden ancak bazı adlar ayakta kalabildiler. Totaliter düzenlerin kaderidir bunlar. Kuramcı ve yazar olarak bile Brech, Nazım Hikmet, Nerudo, Paz, Ritsos ile bazı romanların ya da Gramsci’nin hala yaşıyor olması, bu insanların sınır çizgisinde bulunmalarından kaynaklanıyor.

 

Eleştiri, varolan bir Metin üzerine yeni bir Metin kurmak; Yazı üzerine Yazı oluşturumaktır, denilir. Yani, bir eleştiri yazısı, ele aldığı yazı – metin kadar değerli olmalı ve o tadı vermelidir. Kaba Gerçekçilik, Kaçış, Sözcük bolluğu, İçeriksizlik vs bence Roman yazanların kaçınması gereken tutumlardır. Barok denilen süsleme sanatı, Avrupa’ya İslam dünyasından geçmiştir, Özellikle cami ve Kur’anda gördüğünüz geometrik ve çiçeklerle süsleme Avrupa’da mimariden bailayarak, edebiyat, resim, müzik dünyasına egemen olmuştur. Divan edebiyatındaki süslü betimlemeleri, sözleri ben Barok çağımız diye adlandırıyorum. Bence, halkın diliyle, ‘Edebiyat parçaladı’ sözü bunu anlatıyor. Bu süslemelerin edebiyat açısından bir değeri olduğunu sanmıyorum.

Dünyada sayısız Roman, Şiir  vs var; sözgelimi, Kafka. Romanın kahramanı, diyelim Josef K., yalnızca ad olarak vardır, hiçbir yerde ve zamanda onun dışgörünüşü belirtilmez. Bu konudaki tartışmaları okudum. Burada Alımlama Estetiği denilen görüşe başvuracağım. Kısaca, Okuyucunun okuduğu Metin ile ilişkisi; okur ne düşünüyor, nasıl anlıyor, algılıyor, duygulara kapılıyor… vs. Oysa yazarın da yazmasının bir amacı vardır, bir anlayışı vardır; bunlar okurunki ile ne ölçüde çakışıyor ya da ayrılıyor? Yazar, Josef K. nın tipini çizmemekler Okura en geniş özgürlüğü tanıyor ve bu görevi ona bırakıyor, diyorlar. Öyle, TV: de seyrettiğiniz filmdeki kahraman, tip neyse ve nasılsa onu değiştirme, kafanızda yaratma şansınız yok; ama romanda bu görev okurundur; yani okudukça kafanızda, yaşamınızda ve dünyanızda varolan anılar, izler harekete geçiyor ve bir Josef K. Yaratıyorsunuz ki, bu her okur için özeldir, ikinci bir insan aynı tipi yaratamaz. Böylece Yazar – Kitap – Okur merkezli eleştiri dünyasında çok kısa bir gezinti yapmış oldum.

 

BİR ELEŞTİRİ

15-16 yaşlarında  Düziçi’nde, öğretmen okulunda okuyan iki hemşeri ve arkadaşın arasında geçen kısa bir diyalog ve ilşiki anlatılmaktadır. Aslında buradaki metin bir Roman Eleştirisi sayılamaz; amacım zaten roman eleştirisi değildir; bir metin üzerinde eleştirel tutum nasıl olmalı?, konusudur. Bir tek ŞİİR ele alınıp uzun ve derin bir eleştiri yapılabilir, ancak bu tutum Roman için gereçli değildir.

 

Metin şöyle (Koçak Gözümsün romanından):

 

Akşam etüdü, – mütalaa saati diyenler de vardı – 40 kişilik sınıfta, gittikçe yükselen konuşmalar ve şakalaşmalarla sona ermek üzereydi. Dışarısı karanlık; rüzgâr, çamların dallarında müzik tadı veren sesler çıkardığına göre biraz şiddetliydi. Zaten, Düziçi Ovası’na dört taraftan hep yel eser, özellikle kuzeyden, Düldül Dağı’nın yarı yıl eksik olmayan karlarını yalayarak geliyorsa, hava soğuk olurdu; ancak o anda Çukurova tarafından deniz havasının iyot yüklü ılık rüzgârıydı esen.

Murat o saat yanyana oturduğu hemşerisi, arkadaşı Koçak’ın aceleyle boş bir kâğıdın üzerine 150 rakamını yazdığını, sonra zarfa yerleştirdiğini seyretti. Koçak zarfın kapağını diliyle yaladıktan sonra yapıştırdı ve düşünmeye başladı. Gözünü Murat’a çevirip bir süre daldı ve kafasını iki yana kıvratarak gülmeye başladı. Murat ise hafif kumral saçlı, güleç, yakışıklı hemşerisinin, gene bir muziplik yaptığından emin olarak kime yazdığını, ya da kimin çantasına yerleştireceğini sordu.

“Bizim Hacı’ya mektup yazdım.”

“Mektup öyle mi olur, Koçak?”

Koçak’ın mektubu böyle olurdu; gerisini kardeşi Mustafa tamamlar ve evdekilere selam – kelam göndermiş gibi ekleyerek okurdu, bunu anlattı Koçak.

“Bizim Hacı İlyas, bir tek şey sorar benim mektupta: rakam. Eeee, ben de O’nu yazarım, yani istediğim parayı. Allah kahretsin, yeni bir ev yaptırdı İskenderun’da, adresi bilmiyorum.”

Murat biraz düşündükten sonra, bir tanıdık aracılığıyla yollamasını önerdi, “Köye yaz” diye belirtti.

“Oğlum, bu aşk mektubu mu ki araya aracıları sokacağız.”

“İyi sen bilirsin Koçak.”

Koçak, kıskıs gülerek zarfın üzerine eğildi ve başladı yazmaya:

 

 

    Sayın Hacı İlyas Koçak

Oğlum postacı, postahaneden çık, sağ koluna dön, Fevzi Çakmak Caddesi’ne yukarı git, hah, sol yanında İnönü İlkokulu, sağ tarafında Kazım Karabekir Ortaokulu, oradan dosdoğru Dumlupınar Mahallesi’ne yürü, Namık Kemal Sokağı’na döndüğünde köşede bir bakkal var, onu geçince Hacı Rüstem’in (Ne Makarios o, faizci deyyus!) çay ocağına vardın,  karşıya yürü, yedek parçacı Corc’un (Karaborsacı o ha, dikkat et!) dükkânına ulaştın, durma dümdüz yürü, tam karşında yeşil kapılı, mübarek kokuların yayıldığı kutsal bir hane duruyor, içinde bir aziz oturur, kapıyı çal, bekle, gözleri ‘velfecri’ okuyan uzun beyaz sakallı Hacı İlyas karşında, zarfı uzat ve aklın varsa kaç: Yoksa, ihtiyarın bastonu kafana iner.

                                                                                                                                             İSKENDERUN

…………………………

Yazarı, okuru, yani alımlamayı bir yana bırakarak değerlendirirsek; bazı noktaları işaret edebiliriz. Bizi ilgilendiren tek şey bu metindir; ne yazarıdır ve ne de okuru. Metnin kahramanı Koçak’tır. Bir açmazını çözmektedir. Adres oldukça komiktir; eliyle diye toplumun büyük çoğunluğu mektup yazmıştır. O insanlar hemen kendi yazdıkları mektupları anımsıyacaklar ve kendi yaşanmışlıklarına döneceklerdir. Yeni kuşaklar ise adresin komikliğine gülecekler ve Koçak’ın nasıl bir tip olduğunu merak edeceklerdir. (Metin dışı eklersem; Koçak Romana ilk kez böyle girer. Kafka romaları da böyledir; Ya romanın kahramanı uyanınca değişik bir hayvan olur; kiminde daha başlangıçta, ilk satırda, tutuklandığını anlar ya da Şato’da görevlendirildiğini. Proust ise çaya batırdığı bir kek ile tüm yaşamını yeniden gözden geçirir ve anıları dev bir romana dönüşür.)

Metin gerçekçi bir görüşle yazılmıştır. Ülkemizin uzunca bir döneminde yazılan mektupların ezici çoğunluğunu temsil etmektedir. Gene metin dışı bir açıklama yapayım: 12 Eylül sonrası Yurt dışına çıkmak zorunda kalan insanları, iktidardakiler, toplum – üke düşmanı diye dört koldan tanıttılar. Aralarından Savrulanlar savruldu elbet. Öyle tipleri zaten Batı ülkeleri kendi hizmetine aldı.

(TODAİ’de okudumuğum için, bu ülkeye geldiğimde ilk keşfettiğim şey, İsveç’in satandartlar ülkesi olduğuydu, bu konuda zaten bir tez de hazırlamayı istiyordum. Kısa zamanda birçok göçmen gibi yeni açılan ve topmodern denilen Merkez postane binasının Paket Bölümünde iş buldum; otomasyon, tüm adreslerin numaralı olması vs beni hayran bıraktı. Hemen TODAİE’ye ve bazı yerlere uzun bir raporla bunu yazdım ve gerçekten bir süre sonra okuldan bazı hocalar geldiler ve Tomteboda denilen binada birkaç gün bilgi almışlar, ancak onlar gittikten sonra haberim oldu. Bir süre sonra da ülkemizde Adresler bugünkü gibi numaralanmaya başladı. Halkımızın, ülkemizin Çağdaş dünya ile bileşmesi için yaptıklarımızın en küçüğü buydu; İslam konusu mu tartışılıyor, bizler hemen savunmaya geçer ve vargücümüzle, Endülüs’ü, Abbasi, Osmanlı Millet sistemini, İslam uygarlığını, büyük adları vs öne çıkarır ve anlatırdık. Türk tarihi ve Türkiye için de tutumumuz buydu. Yani Eleştirel tutumuzda Bilimsel olmayı hiç bırakmadık. Ne zamana kadar? İslam dini, Tarih, Teröristlerin, Hırsızların, Diktatörlerin elinde oyuncak oluncaya kadar. Artık bunlarla ilgilenmiyoruz, çünkü bunların neyini savunacaksınız?)

Toplumcul Gerçekçi sayılabilecek yan nedir bu metinde? Metnin bu niteliği aslında adreste gizlidir. Mahalle, cadde, sokak, okul vs adlarının tümü Kurtuluş Savaşı önderleri ve yerleri ile Hürriyet abidesi büyük insanlardır; oysa bu adreste rastlanılan insanlar (Çünkü herkesin bileceği, postacının da mutlaka tanıdığı) Faizci Hacı Makarios ile Karaborsacı Corc’dur. Bu adres bile, Kurtuluş Savaşı ile Sonrası arasında ortaya çıkan ters – yüz olma, o gün olduğu gibi, bugünü de ve ve belki yakın geleceği de anlattığı için toplumcu gerçekçi yan taşıyor.

Alımlama estetiği açısından, elbette okur, okuduğu her parçayı eleştirici gözüyle göremez; okur geçer. Yalnız, izlekler, hem geriye doğru, hem de ileriye doğru ve bir de kendi yaşam tecribesini harekete geçirerek bir duygu yaratır. Sadece Postacı değil de, Koçak’ın Oğlum Postacı diye yazıya başlamasının Oğlum diye hitabetmesinin henüz nedenini bilmemekte, merak etmemekte ve belki de farkında bile olmamaktadır. Oysa okumayı sürdürdükçe, tıpkı kaleoskop gibi, bu yazı da bir İz, imge olarak yendien aydınlanacak ve gelecekteki metinleri de aydınlatan brlli – belirsiz ışıklardan biri olacaktır.

Sonunda okur, Koçak’ın Oğlum lafını – unutsa bile – Koçak hakkında yargısını verdiğinde tümden Koçak’ı ve romanı anlamış olacaktır. Eğer Koçak, sadece Postacı,  Arkadaşım Postacı, Postacı beyefendi, ya da Sayın postacı… diye başlık yazsaydı, belki de mektup yerine varmayacak, postacı yırtıp atacak ya da iade edecekti. Ama Oğlum Postacı yazısı, postacıda hemen bir yakınlık, merhamet ve yardım etme isteği yaratacaktır. Çünkü eliyle diye yazılan adreslerden her türünü görmüştür. Bunu yazan, postacıya göre, asla 16 yaşında bir genç değil, olsa olsa en azından 60’lık bir ihtiyar, bir Hacı ve bir zavallı beybabadır ve böylelerinin duasını almak tüm yorgunluğa değer…

 

Edebiyat, Sanatın tüm dalları gerçek Eleştirmenlere, Araştırmacılara ve canlı bir tartışma ortamına gereksinim duyuyor; gelişmesinin, değişmesinin ve ileri gitmesinin diyalektiği budur; başka bir şey değil.

İhsan KUTLU

 

1 Yorum

  1. Erhan TIĞLI avatarı Erhan TIĞLI diyor ki:

    Yazınızı ilgiyle okudum. Bizde pek eleştiri yoktur. Ahbap-çavuş ilişkileri vardır. Ya yerilir bir yapıt ya da göklere çıkarılır. Tarafsız, bağımsız eleştirilere muhtacız.

    Cevaplamak için giriş yapın

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.