Allegori: Edebiyat ve Sanatın Temel Taşlarından Biri

İhsan KUTLU

İhsan KUTLU

İroni, Parodi konusunda derin olmayan yazılarımdan sonra, Allegori hakkında birşeyler yazmayı gerekli gördüm. Amacım, edebiyat ve sanat ile ilgilenenler için bu alanda merak uyandırmak, bu kavramın üzerinde biraz araştırma yapmalarını teşvik etmek ve okurların, resim, müzik severlerin ufkunu genişletmeye katkı yapmaktır.

Aslında, edebiyat, sanat, felsefe, insana özgüdür ve insanın yaratıcı yanının ortaya konulmasıdır. Bu alandaki kuramların, bilim dallarının, kavramların başlıca işlevi ise insanın ve kendine özgü eyleminin açıklanmasıdır, diyebiliriz. Tüm bunlar da bir bütündür. Sosyolojiyi (bir çok dalı vardır) ile Psikolojiyi (bu da günümüzde dallı budaklıdır), ya da Edebiyatı ve Müziği, dahası tarihi, felsefeyi, teolojiyi birbirinden tümden ayırarak, yalıtlayarak, kopararak anlayamayız ve anlatamayız. Ancak tümünü birden aynı anda ve aynı nesneye uygulama şansımız da yoktur ve olamaz.

Nedir Allegori? Ta ilk çağdan buyana yaygın olarak kullanılan sanat ve edebiyat kavramlarından, anlatma sanatlarından biridir. Platon’un Devlet kitabında geçen Mağara bölümü bunun klasik örneği sayılır. Sembol, Metafor ile Allegori çok sıkı olarak birbirine bağlıdır. Divan edebiyatımızın Sembolleri, sözgelimi Gül – Bülbül aynı zamanda Aşk ve kadın – erkek allegorisi sayılır. İslam dünyası Resim ve Heykele kapalı olduğu için bu alanda Hırıstiyan dünyasında çok allegorik eserler ve edebi metinler bulunuyor; ne yazık ki, biz bundan yoksun kalmışız.

Allegori de aslında gerçeği söyler; ancak bunu, sözgelimi FABL dediğimiz yolla dile getirdiğinde Allegorik sayılır. Bunun en ünlüleri La Fontaine diyebiliriz. Burada sadece hayvanlar vardır ama, biliriz ki, onlar insanı, durumlarını temsil etmektedir. Ta antik çağdan Ezop anlatılarında, varolan Mitolojilerde de Fabl önemli bir anlatım aracıdır ve bizim masal dünyamızda zengin örnekleri vardır.

Georg Orwel’in Hayvanat Bahçesi modern çağın önemli Fabl yapıtı sayılır ve Allegori için en somut örneklerden biri kabul edilmiştir. Modern çağ için ben buna, sözgelimi, Anderssen masallarını, örnek ’Kral Çıplak’ masalı (öyküsü, parçası… insan hangi Genre’yi, terimi kullanacağını bilemiyor. Bu bile, Kavramların ne denli içiçe olduğunu kanıtlıyor) gibi, bilimkurgu filmelerinde gördüğümüz uzaylılar, bu alanda yazılmış çok sayıda Roman aynı zamanda sembol – metafor ve allegori yüklüdür.

ŞİMDİ BİZE DÖNELİM: Internet bilgilerine başvurduğunuzda bu sözcüğün Antik Yunan (Grek) ve Latin kökenli olduğunu görüsünüz. Ancak, ben bu konuda emin değilim. Bir kez AL (El) ile başlayan sözcükler, adlar Arap ve Ortadoğu haklarının izini taşır. İngilizcedeki THE gibidir ve belirli, özel adlarda kullanılır. Latin dillerinde LA olmuş, ta Amerika kıtasında ise LOS haline gelmiştir. (Dünyada birçok kent adını bu eklerle bulursunuz).

Antakya’da özel bir sözcük vardır; ALLEK! Yaramazlık, şaklabanlık, gevezelik yapanlar için bu niteleme kullanılır: ’Bre alleklik yapma! Çok allek birisin yohu…’ gibi. Benim inancım, bu sözcüğün Allegori ile akrabalıktan öte, binyıllar içinde Hatay insanına bu söyleyiş farkıyla ulaştığıdır. Ne yazık ki, Arap – Türk vs aydınları Skolastik ve Gerilik batağında boğuşmaktan bunları araştırmaya zaman bulamadıkları gibi; ayrıca ülkelerindeki çağdışı kafaların, zorbaların da baskıları altında inliyorlar.

Allegorinin en tehlikeli bulunan ve baskı altına alınan türü DİN ve TARİH alanında yapılanıdır. Batı dünyası bu alanda ürün vererek, bedeller ödeyerek toplumlarını Demokrasi ve Özgürlüğe kavuşturmuştur. İslam Dünyası ise ’İslamifobi ve Dine saldırıldı’ engizisyonu ile bunu olanaksız kılmıştır ve bu nedenle hiçbiri doya doya ne demokrasiyi ve ne de özgürlüğü yaşayamamıştır. Ülkemizde Resim ve debiyat alanında vrolan eksikliği Karikatür dergileri doldurmaya çalışmaktadır ama etkisi Güncel konu ile sınırlı kalmaktadır.

15 Yıl aradan sonra, ilk kez yurduma geldiğimde Düziçi’nden dostlarımla İskenderun’da bir gece yaşadım ve ALLEKLİK (Allegori) dolu anlatılar, öyküler, fıkralar, fabller vs ne varsa doya doya dinledim ve mutlu oldum. Keşke halkımızın çoğunluğu bu humöre, böyle ince düşünceye, bu çağdaş kafaya sahip olabilse, diye sonradan çok çok düşündüm.

Hüseyin Kurum’un anlattığı başlıbaşına bir ROMAN yapılabilecek Allegorik anlatıydı ve bu arada KEPÇE SAVAŞINI da bol bol konuştuk.

Bu olaydan birkaç Yıl sonra ANJA (Anya) romanımı yazarken, bu anlatı sayfamda beliriverdi. Allegori konusunu ele alınca, örnek olması için bu anlatıyı seçtim. Allegorinin bir özelliği ise SATİR dediğimiz yergiyi, eleştiriyi hem derinleştirmesi ve hem de yumuşatıp kalıcı kılmasıdır. Brecht’in oyunlarında da Allegoriler vardır, Baskı dönemindeki edebiyat ve resim sanatında da! Ancak, çoğul anlam yüklü olduğundan ve çoklu yoruma açık bulunduundan dolayı suçlanması da pek kolay olamaz; bu nedenle ülkemizde de Baskı dönemi edebiyat ve sanatının bu açıdan da ele alınıp irdelenmesinde büyük yarar olduğu inancındayım.

ROMAN:

Anja, romana adını veren FİN’li 7 dil bilen, Türkçe öğrenmeye başlayan entellektüel bir bayandır ve İsmet ile buluştuğunda Türkiye, Ortadoğu, İslam ülkeleri, Tarih vs hakkında derin bir söyleyişe dalmıştır. Son derece öğretici olduğuna inandığım bu bölümden seçtiğim kısa bir metin, son derece Ciddi konuşmalar içinde birden Allegorik (Alleklik sayılır) bir parantez açar ve okuru rahatlatıcı bir etki yaratır; ama aynı zamanda düşünmeye teşvik eder.

Daha önce belirttiğim gibi, ’her Yazar aslında kendini yazar’ sözü doğrulanmış oluyor; bunun anlamı fantaziyi yadsımak değil. Edebiyat yaşanmışlıkları bir materyal kabul edip, ondan yeni bir şey yaratma sanatıdır. Ressam için de, tüm renkler doğada var, kullandıkları malzemeler de doğadan, ama tüm bunlardan DOĞADA olmayan yepyeni bir eser yaratan kendisidir. Zaten, ’Sanat doğaya anlamlı birşey eklemektir,’ diye okumuştum. Müzik için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Besteci, Doğada olmayan bir ses yaratmıyor;bu seslerden bir senfoni, müzik yaratıyor. Edebiyatın malzemesi ise DİL’dir; dil ise sözcüklerden oluşuyor. Hüner bunlardan bir yapıt ortaya çıkarmaktır. Böylece burada TARİH’e yaklaşımda allegorik bir üslüp bulacaksınız.

KEPÇE SAVAŞI:

” … Burada daha zevkli bir konu anlatayım. Roma İmparatorluğu’nun tarihe geçmiş en ilginç savaşı Pirus’tur. Yenen ordu, yenileni yokeder ama kendisi o hale gelirki, kayıpları öylesine büyüktür ki, (Yenen ordu 7 kişi kalmıştır) kapıları açık duran Başkent Roma’ya girmekten vazgeçip, tekrar ülkelerine döner.

Bu ZAFER(!), batı kültüründe sembol, atasözü benzeri bir özdeyişe, allegoriye dönüşmüştür. Biz, Emin Oktay’ın yazdığı, İsveç’teki tarih kitaplarını görünce utanç duyduğum ve kahrettiğim, bir eserle büyüdük. Eğer, tarih bilgisi değil, bilinci vermeyi asıl amaç bilen Tarih kitabı okusaydık, öğrendiğimiz, hatta ezberlediğimiz, bilemediğimiz için öğretmenlerimizden dayak yiyip, zayıf aldığımız nice şeyleri hiç okumayacak; okumamız, bilmemiz gerektiği halde kaçırdığımız bilgileri ise zevkle hatırımızda tutacaktık…

Haçova ya da Kepçe savaşı ise, en az Pirus gibi, yalnız bizim tarihe değil, aynı zamanda Dünya Tarihi’ne geçecek bir serüvendir. Avusturyalılarla yapılan bu savaşta, Osmanlı ordusu dağılır, kaçmaya başlar. Avusturya ordusu ise kovalar. Kaçanlar, tam geriye yani, hastahane, mutfak vs.nin bulunduğu tarafa doğru gerileyip, hatta onlardan arkaya kaçınca, mutfak, yani Ahçı ve yamak taifesi, bir anda en geri plandan cephenin en ön saflarında bulurlar kendilerini. Anlaşılmaz biçimde dışarıya çıkan Aşcı ve yamakları, yüzlerce palabıyıklı, kocaman göbekli adam ve tam işbaşında olduklarından, ellerinde kesik koyun kafaları, ciğerleri, budları ve aynı zamanda sağ ellerinde satırlar, baltalar, uzun mutfak bıçakları ve kocaman, dev kepçeleriyle silahlanmış olarak düşman ordusuyla burun buruna duruverirler ve boşlukta ahşıbaşının top güllesinden daha şiddetli narası yankılanır:

-’Koman bre! Aman vermen bre! Kırın – geçirin bu kafirleri! Koyun sürüsüne dalar gibi dalın aslanlarım! Haydin yiğitlerim, Osmanlı ahçılarını tanıtııııın! Allllllaaa-huuUUUuu Ekbeeeeeeerrr!’

Öyle bir dalarlar ki düşman ordusu saflarına, bir an duraklıyan Avusturyalılar, adamların ellerindeki, kelle ve ciğerleri, yanlış yorumlayınca, birden dehşete kapılırlar ve önlenemez bir panik çıkar.

-’Tuttuklarını, kasap gibi doğruyor, sonra kebab edip, yiyorlaaaaar! Bu barbarların eline düşmeyelim, canınızı kurtarıııın!’

Bu Almanca söz, yani Batı usulü nara, savaşın kaderini tayin eder.

Sonra? Sonrası daha ilginçtir. Her biri ters tarafa kaçan iki ordu, ortada zaferi kazanmış Mutfak taifesi ve galibi – mağlubu olmayan bir savaş! Ne yenen belli ve ne yenilen!

Osmanlı ordusunun savaşa giderken iki ileri – bir geri yürüyerek söylediği (Gerileme döneminde Yeniçeriler bu usulu tam tersine çevirdiler; bir ileri – iki geri, biçimine dönüştürdüler) ve bu marşın sesinden, atlarını bile yerinde zaptedemiyen ve savaş henüz başlamadan, yenildiklerini kabullenen ve kaçmayı kafasına yerleştiren (Batılı tarihçilerin itirafı, bu) düşman!

   -’Allah yoluna Cenk edelim, şan alalım şan!’

Marşın böyle başladığına bakıp, sırf bu iki kavram için savaş yapıldığını sanmak, safdillik olur. Bugün iyice biliyoruz ki, Haçlı Savaşları bile, Din savaşından çok daha fazla ticari, ekonomik, hatta züğürt sürülerini kırdırıp, nüfus planlaması… gibi amaçların rol oynadığı Doğu – Batı ilişkilerinin, dış politikasının silahla yürütülen biçimidir. Din’i politikaya alet etmenin, bitmeyen ve hiçbir zaman da sonu gelmeyecek olan bir tezahürüdür.

Bu marştaki sembollerin, itici, eyleme geçirici bir yanı olduğunu yadsımadan, Roma, sınırlarını niçin ve hangi gerkçelerle genişletti, bir imparatorluk ve oradan giderek Barış anlamına gelen PAX- ROMANO olduysa, Osmanlı da benzerini yaptı demek pek yanlış sayılamaz; PAX – OTTOMANO. Zaten Sultan’ın yeryüzünde kendini denk saydığı tek makam Batı Roma’daki Papa idi, mektuplarında bir tek O’na ’Biraderim’ diye hitabettiği söylenir. Burada görüldüğü gibi otorite ve denklik en yukardadır.

Avusturya ile yaptığımız ilk savaştan sonra imzalanan Barış anlaşmasının metni bile, ŞAN denilen yüce kelimenin Osmanlı için ne kadar önemli olduğunu belgeler: ’Avusturya Kralı, Osmanlı Başbakanına denktir.’ Avusturya bir tek bu maddeyi reddettiği, tanımadığı, geçersiz saydığı an; Sultanahmet meydanında davullar dövülmeye, memleketin dörtbir yanındaki tımarlara, asker salmaları için, duyurmaya dörtnala olarak tellallar yola çıkmaya başlayacaklardır, demektir.

Kepçe savaşının tarihe alınmamasının altında da bu gerçek gizlidir: ’Savaştık- yenildik!’ sözünden utanılacak, Şan’a sürülecek bir leke sözkonusu değil, peki Kepçe savaşında olanlar? Şan’ı herşeyin üstünde tutan, bunu savaşmasının en baş nedeni sayan bir toplum, ’Valla, ordumuz yenildi, dağıldı, kaçtı ama Ahçılarımız düşmanı bozguna uğratıp, darmadağın etti !’ diyebilir mi? Akılla yönetildiği için toplum kendi – kendine böyle bir lekeyi süremez, gerçeği değiştirme şansına da sahip değildir, geriye en kestirme çözüm, en şarefli tek yol kalıyor; Es geç! Akıllı insanlar bu tür küçük şeylerle de meşgul olamıyacaklarından, niçin, neden, nasıl…gibi sorular da soran deliler yoksa, herşey sorunsuz yoluna gider.

Benim sınıfım, Koçak gibi delileri barındırdığından saatlerce bu savaşı tartıştık. Mohaç ya da Malazgirt savaşlarında tartışacak herhangi bir nokta bulamazken, bu savaşa kafa takmamız, bizim toptan akıldan yoksun olduğumuzu göstermez mi? Zaten, savaşın ayrıntılarını da, kulağı çınlasın, Ahmet Özdemir gibi şeker parçası tarih hocamızdan dinlemiştik.

Bu savaş, yıllardır Türkiye’de geçerli olan mantığı sergilemesi açısından özel bir yere sahiptir, dersem, şaşırabilirsin, ancak Deli saçmalarının, her zaman sürprizlerle dolu olduğunu söylemek zorundayım. Tarihe bu savaş nasıl geçsin ki! Böyle bir text, herşeyden önce mevcut kanunlara, cumhuriyet ilkelerine, Anayasa ile kurulmuş ve sınırları, sımsıkı, her ihtimal düşünülerek belirlenmiş Anayasal hukuk düzenine terstir. Yenilmek ile kaçmak ayrı kavramlardır ve ikincisi, bir kuruma hakarete girer. Denilebilir ki, 300 yıl öncesi bir ordu bu; bu’nun fazla önemi yok; ne de olsa, hükmü biçen, yasa koyucunun yorumundadır, vatandaş Ali efendinin ne dediğinde değil. Kaçmayan, esir düşmeyen, perişan olmayan bir ordu yenilmiş olur mu?, gibi soruları soracak Deli insanlar pek bulunmadığına göre, bu noktayı geçelim.

-’Osmanlı Ordusunu yenen, ancak, kahraman ve yiğit Ahçılar tarafından bozguna uğratılan Düşman ordusu’ tanımlaması, daha da büyük bir hakaret oluşturmaz mı? Haydi, bunları çözümledik diyelim, sonuç, savaşın sonucu nasıl yazılacak? ’Zaferi kazanan aşçılar ve yamaklar, doğu ve batı istikametinde tozu dumana katarak kaçan iki düşman ordunun arkasından üzüntüyle bakarken, Aşçıbaşı Höke, ’Şinci ben, bu kadar yimeği nideceğim, yazzık, günah değel mi?’ diye hıçkırıyor, diğerlerinin ise, vatan, memleket, karı ve çocuk hasretinden gözlerinde yaşlar birikiyordu…’

Bu son cümlede ne kadar çok kanun ve rejim ihlali olduğunu, bu işi iyi bilen birinden sormalıyım, ben sadece üç büyük ve ciddi suç unsuru bulabildim.’

-’Deli saçması, derlerdi, ya, simdi anlıyorum ki, İsmet, epey zevkli, Beni bile yok say ve kendikendinle nasıl konuştuğunu anlamama yardım et…Evet, lütfen sürdür.’

-’Şan için savaşın pek inandırıc olmadığını söyledikten sonra, araştırmamızı sürdürelim. Peki, ne işleri vardı, Yemende, Cezayir’de Kırımda, denilebilir? Bunu araştırdım, sonunda kendim bir sonuca vardım; İskender, Roma, Bizans ne aradıysa, ne bulmaya kalktıysa O’nu aradı Osmanlılar…’

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.