PARODİ – Roman, Sinema, Kültür, Kimlik

İhsan KUTLU

İhsan KUTLU

Birleşik Yayınevı tarafından çevirisi yapılan ‘Kitapları Nasıl Okumalı’ adlı Adler ve van Doren tarafından kaleme alınmış olan kitabı incelerken, İRONİ üzerine bir önceki kısa yazımdan sonra bu kez PARODİ üzerine yazmamın uygun olacağı sonucuna geldim.  Öncelikle intenetten aldığım Parodi ile ilgili bir tanımla başlamak istiyorum. ŞÖYLE:

   (Ciddi olduğu varsayılan bir yapıtın bir bölümünü ya da tümünü koşutlukları koruyarak alaya alan, biçimini bozmadan ona bambaşka bir içerik vererek, özle biçim arasındaki bu karşıtlıktan gülünç ve eleştirel etkiyi var eden oyun biçimi.)

Öncelikle okuma eylemi ile okur üzerine şunların altını çizmeliyim: Öğrenme için ‘beşikten mezara kadar’ denildiğini herkes bilir. Okuma ise bunun en temel kaynaklarından birisidir. Ancak, biliyoruz ki, Okuma beşikten başlamaz ve bazı insanlarda, bu arada yurdumuz ınsanlarının önemli bir bölümünde hiç başlamaz; ya da ezici çoğunluk Edebiyat alanında okumayı gereksiz bulur. Eh, karın doyurmayan, para getirmeyen bir alanda zaman harcamak Mide ile düşünen toplumlarda okumanın ve özellikle sanat – edebiyat gibi Kültür toplumuna özgü yetilerin doğmadan ölmesinin bir nedenidir.

 

DON KİŞOT, edebiyatçıların ezici çoğunluğu tarafından İlk Modern roman ve roman çağının başlatıcısı sayılır. Bu eşsiz ve çağları aşıp bize ulaşan roman aynı zamanda PARODİ için de en somut örnektir; çünkü, Cervantes, o dönemde furyası yaşanan Şovalye romanlarını (daha doğrusu romanımsı anlatıları) parodi yoluyla alaya almayı, gülünç kılmayı ve edebiyat dışına atmayı amaçlamıştır.

Bu romanın aynı zamanda Şovalye – Asiller ve Feodalite çağının çöküşüne ve bu kesimin yeni döneme ayak uyduramayıp gülünç olmaya başlamasına denk gelmesi romanın gücünü arttırır ve onun toplumsal bir misyonu da yüklenmesi sonucunu doğurur.

Bu noktada Eleştiri Kuramları ile Romanın Gerçeği konusuna yüzeysel de olsa değinmek gereği duyuyorum:

     Öncelikle, Modern eleştiri kuramlarının anası olan Rus Biçimciliği üzerine dünya literatüründe ve ülkemizde çok yayınlar yapıldı, binleri bulan kitaplar yazıldı, eleştirildi, yerildi ve övüldü. Ülkemizde, özellikle Toplumcu Gerçekçilik çizgisinde olanlarca bu akım henüz yeterince anlaşılmadan, doğru olarak anlatılmadan, açıklanmadan mahkum edildi ve ne olduğu ve olmadığı edebiyat sevgisi olan genç kuşaklarca kavranmadan buzdolabına kondu.

       Şimdi, hepimiz tarafından bu tarihsel süreç öğrenilmek zorundadır.

Özetle, edebiyata bakışı kökten etkileyen bu değerli kuramcılara göre Edebiyat; Dil’in özel biçimde kullanımıdır; sözcükleri alışılmışın ve aşınmışlığın dışında kullanma, çoğaltma ve zenginleştirme sanatıdır; kullandığımız sözcükleri yabancılaştırmak ve bu yolla okurun algı süresini uzatarak farkına varmasını sağlamaktır; taşı Taş olarak hissetttirmek yol ve yöntemidir… vs Bu vurgular, Rus biçimcilerinin ilk temel tümceleri diyebiliriz.

İroni, parodi, metafor, eğrileme gibi Edebiyat sözlüğünde geçen tüm kavram ve sözcüklerin günlük konuşmalarda kullandığımız dilden tek farkınının, dilin özel kullanımından doğduğunu görürüz. Yoksa, Edebiyatın Halkın konuştuğu Dil’den ayrı, kendine özgü bir dili yoktur. Bu gerçekten yola çıkılarak, şiir ve Romanın yapısı incelemeye alınmış; yapısalcılık, yapıbozuculuk, göstergecilik gibi ekoller doğmuş; yazar başlıca malzemesi olan sözcüklerden nasıl bir yapı kurgu inşa etmiş o irdelenir; daha sonra, yazarın romanı oluşturan bu yapıyı pussel gibi parçalara ayırırp, yeniden aynı malzemelerden yapıyı kurararak roman anlaşılmaya çalışılmış.

Bunları bilmek zorunda değiliz elbet, ama iyi bir Okur olabilmek için, en azından temel eleştiri ve edebiyat kuramlarını ve yaklaşımlarını bir kez olsun okumamızda, haberdar olmamızda yarar olduğu inancındayım.

 

 GERÇEK ve ROMANIN GERÇEĞİ

 

      Sovyetler’de Zdanof döneminin Toplumcu Gerçekçilik akımının en belirgin çıkmazı, bu iki ‘Gerçek’ arasında ayırımı ve diyalektik ilişkiyi kuramamasından kaynaklanır. Gerçek’in tek sahibi ve belirleyicisi kimdir; Ortaçağda Kutsal Kitap, Kilise, Cami, Havra vs iken Modern çağda bunlara denk gelen Kutsal Kitap (ideolojik temel kitaplar) Şef, Parti, Devlet vs.dir. Gerçeğin tek sahibi olan GÜÇ, bunun sanat ve edebiyatta başka türlü sunulmasını, gösterilmesini, betimlenmesini şiddetle cezalandırır; yasak, günah, sapma sayar.

       Edebiyatın temel figürleri,  özellikle ironi, parodi, satir, eğretileme vs kullanılmadan yazılan, tüm ayrıntıları katı kurallarla belirlenmiş olan sansür dönemi Sovyet Romanlarının, Rus Biçimcilerinin kuramına ve ondan dallanan diğer edebiyat akımlarına ve gnümüzde Edebiyat sevgisi ve estetik zevki olan her insana göre bir değeri olamıyacağından dolayı günümüze kadar pek azı yaşayabilmiştir.

        Soveyet Devrimi öncesi romanlarını, öykülerini, şiirlerini yazan Dostoyevski, Tolstyoy, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Çehov… vs gibi yazarların halen yaşıyor ve daha çok uzun süre yaşayacak olması, bir sonraki Sovyet dönemiyle kıyaslandığında çok şeyi belgeliyor. En basit ironik ve parodik cümleler anında Şef’e (Günümüzde İslamifobi adıyla yürütülen yasaklama benzeri), Partiye, Sosyalizme saldırı sayılıp ezilmiştir.

Kısaca özetlersek; Gerçek, bizim irademizden bağımsız olarak vardır ve nasılsa öyledir. Romanın Gerçeği ise, kısaca tanımlarsak; kendi içinde birliği, bütünlüğü, çelişkileri, parçalanmışlıkları, karmaşık olay örgüsü ve ilişkileri olan başka bir dünya, insan ve yaşamıdır. Roman bize, yaratmış olduğu bir dünya sunar; bu dünyaya roman kişileri yoluyla gireriz, onların yaşamını izleriz; bunu yaparken kendi yaşam tecrübelerimiz, anılarımız, duygu ve düşüncelerimiz de bu sürece katılır. Bu dünya, tıpkı bizim algıladığımız dünya gibi ise, Yazar, ressam, sanatçı boşuna emek harcamış ve tereciye tere satmış olur.

Burada vurgulamam gereken şey; aslında bir TEK Dünya vardır; bu beğensek beğenmesek üstünde yaşadığımız dünyadır. Acaba biz bu somut dünyayı doğru algılıyor, doğru biliyor, doğru yorumluyor muyuz? Romanın dünyası derken bunu işaret ediyorum ve roman, şiir, öykü bize bunu sorgulamamızı önermekte, hayata ve dünyamıza başka bir gözle de bakmamızı salık vermektedir.

Yazarın, sanat ve sanatçının gücü ve Romanın, şiirin, öykünün değeri, bu dünyayı, hayatı, aşkı, kederi, entrikayı vs bize duyumsatmayı, algımıza birşey katmayı, bilincimizde izler bırakmayı, kafamızdaki takıntıları yenmemiz için bize güç vermeyi başarabilmesiyle ilgilidir. Tüm SANAT ve Edebiyat bu amaca göre ve buna uygun olarak gelişmiş, değişmiş ve bu noktaya gelebilmiştir.

 

Don Kişot’a dönelim; Birkaç sayfa okuduktan sonra Romanın dümyasına girmiş oluruz; bu dünya şu anki dünyamızdan oldukça farklıdır; sonra Don kişot ile uşağı Sanço Panço’nun peşine takılır gideriz. Artık Gerçek, bu romandır; bu romanın dışındaki Dünya bizim için önemli değildir. Yeldeğirmenlerine saldıran Don Kişot’un, okumakta olduğumuz Romanın Gerçeğine göre, olağan bir kahramanlık yapmasına şaşırmayız; Tam tersine yeldeğirmenlerine saldrımasa şaşırır ve romana olan inancımız sarsılabilirdi; ya da Koyun sürüsüne saldırırken, tam orada Don Kişot ile Sanço Panço’nun konuşmalarını ters yüz edin, roman gene inandırıcılığını yitirirdi. Peki Yazar ne yapıyor?

Elbette Parodi!

     Parodi aynı zamanda Abartma ile ilgilidir; yalnız bunu yanlış anlamamak gerekiyor: tıpkı, bir zamanların Alman Expresyonizmi gibi gerçeği bozup, bizlere yazar ve sanatçı tarafından özel biçimde düzenleyip sunulması gibidir, diyebiliriz. Buradaki Abartma, söz konusu unsurlardan birini büyütme ve duyulur, görünür kılma çabasıdır. Gerçeği görebilmemiz, taşı Taş olarak duyumsamamız için abartma sayılan vurgular, betimlemeler bir büyüteç ve bazen mikroskop aracı işlevini görür. Don Kişot romanında rastladığımız ve bazen abartma saydığımız olaylar bu anlamdadır.

     Kafka romanları da Romanın Gerçeği’ni açıklamakta iyi bir örnektir. Sabah uyanınca, dünyada rastlanmayan ve yazar tarafından da tam şekli çizilmemiş olan bir iri böceğe dönüşen bir insan anlatılır. Bu böcek – insan yoluyla insani ilişkileri, bu romanı okumadan önce asla düşünemiyeceğimiz bir olgunluğa ulaşarak yorumlamaya başlarız. Kendimizi, başkalarını ve ilişkilerimizi yeni baştan ve en yalın haliyle görür, duyumsarız. Çünkü Romanın anlatmaya, betimlemeye çalıştığı asıl şey bu yeni yaratık değil; buna karşı en yakınlarının, sevdiklerinin davranışlarıdır. Buradan Evrensel nice duygu ve düşüncelere ulaşabiliriz.

Demek oluyor ki, Romanın Gerçeği, bizim kavramış olduğumuz gerçekten çok daha derin, daha gerçek ve anlam doludur ve bunu sağlayan ise yazıyı edebiyat yapan temel kıstaslardır. (Klasik Yunan döneminde, Aristotales tarafından bile bu gerçek vurgulanmıştır) Zdanofçu Toplumcu Gerçekçi akım bunu anlamamakla, devrim öncesi gürül gürül akan Rus sanat ve debiyatına öldürücü bir darbe vurmuştur ve bu acı gerçeğin artık herkesçe kabullenilmesi kültür dünyamız için bir zorunluluktur.

 

BİR ÖRNEK:

Antakyalılar,‘el’alemin işine karışma; ıstıfılı olsunlar!’ der; bu gerçekten yola çıkarak, yazmış olduğum KOÇAK GÖZÜMSÜN romanından PARODİ örneğini somutlamak için bir bölüm seçip, bu  metin üzerinde bazı noktaları vurgulamayı uygun buluyorum.

(Sözkonusu metin aşık iki insanın İLK GİZLİ buluşmaları üzerinedir. Koçak Düziçi’nde öğretmen okulunda, Ayten ise İskenderun lisesinde okuyan 15-16 yaşlarında öğrencidirler ve ilk görüşte birbirlerine aşık olan iki insanın birliktelikleri önünde en büyük engel ise Arsuz’da bahçesi ve evi olan kızın babası Salih ağadır. Bu derin aşk önünde, bu metinde, akla hayale gelmeyen başka engeller de bir bir ortaya çıkar.)

Bu metni okurken, 60’lı yılların sonlarına doğru gençlerin, toplumun, dünyanın ve yaşamın Parodi biçiminde sunumunu göreceksiniz. Koçak, Romanın Gerçeğinde başka türlü olamaz, başka biçimde konuşamaz ve en GİZLİ hali bunun dışında beliremezdi. (Yaşayan KOÇAK’ı tanıyan, bilen, onunla dostluk yapanlar da bu yazının dışında bir başka KOÇAK hayali bile kuramazlar. Demek oluyor ki, Gerçek ile Romanın Gerçeği içiçe geçmekte ve sınırlar silinmektedir.)

Ayrıca, parodisi yapılan bu sahnenin suya atılan taşın halkaları gibi daireler biçiminde genişlediğini, yayıldığını ve sonunda tüm dünyamızı da Parodi biçiminde kapsadığını saptayacaksınız..

Aslında yazılacak çok şey var ama, asıl amacım bu alanda merak ve ilgi uyandırmaktır; geniş bilgi sunmak değil. Edebiyat sevgisi olan, okuma ve edebiyat alanında derinleşme tutkunlarına, haddim olmayarak, Edebiyat Kuramları ve tarihi hakkında daha fazla bilgiyle donanmaya davet etmektir.

Son olarak şunu vurgulamalıyım:

Roman yazarken, kendimi asla ve asla ironi, metafor, sembol, parodi… gibi figürleri yaratmaya, hatta bunları düşünmeye zorlamam; spontan olarak ve kendiliğinde bunlar yazıya giriverir. Yaratıcılık denilen olgu bu olsa gerek. (Diğer yazarlar hakkında konuşamam) Sonradan, bu edebi figürlerin romana nereden, nasıl girdiğini ben de her okur gibi ve daha fazla merak ederim. Bu romanımı diğer romanlarımdan daha rahat ve daha büyük zevkle yazarken sadece yazıcımın tuşlarıma bastım ve iki kez yazdığım ne bir paragraf, ne sayfa ve ne de cümle olmadı. Çünkü canlı KOÇAK, önümde, tuşlar arasında öyle hızlı gidiyordu ki, onu yitirmekten, elimden kaçırmaktan korkuyordum.

PARODİ konusunda bu yazıyı kaleme almaya karar verdiğimde romana yeniden baktım ve anladım ki, roman baştan sonra bir parodi olmuş. İlerde Kültür Toplumu olabilir ve pırıl prırıl yeni bir Edebiyat Kuşağı ortaya çıkabilirse, Corrumpt ve Dargörüşlü Eleştirmen esnafı yerine gerçek eleştirmenler, kültür simaları, uzmanlar layık oldukları yere gelebilirlerse bu konuları ve Türk Edebiyatının gerçek yerini daha iyi kavrayabileceğiz.

……………………………………………….

      ÇOK GİZLİ (!)  BİR AŞK BULUŞMASI

 

Koçak’a İskenderun, sahil, koca deniz her yer dar geliyordu. Her akşam aynı kız için kafa çekiyor, sahildeki kahkahaları etrafta çınlamakla birlikte, bir sevda bulutunu başından atamıyordu. Sonunda dostlarının da yardımıyla Ayten ile buluşabilmek için planlar kurmaya, tüm hile ve desiseleri kullanarak kızla elele tutuşmaya çalışan Koçak, Zübeyde’nin abisini buldu, Zübeyde ise en iyi arkadaşının ta evine giderek, henüz iyileşen kadından izni kopardı. Salih ağanın hanımı Esma iyi olmuş ve Hacı’nın öğüdüne uyarak akşam yazıyı törenle yakmışlar ve böylece kadını deli eden cinler de yok edilmişti.

“Babası çok kızar amma” diye itiraz etmeye çalıştı Esma, sonra kendi çektiklerini düşünerek, hiç değilse kıza aynı açıları yaşatmamak gerektiğine akıl erdirdi. “Kızım rahat dur e mi, bir hafta sonra dön, dön de bana yardım et.”

“Tamam anneciğim söz, Zübeyde ile birlikte döner, her işini yaparız, sen üzülme ve kendine iyi bak.”

Koçak, ertesi günü buluşacağı haberini aldığında, koca Amanoslar bile yok oldu, önünde uçsuz – bucaksız bir dünya açıldı. Suları kevser, meyveleri cennetten ve bütün insanları huri – melek… O gece sahilde daha kalabalık arkadaş grubu olarak toplanıp, bu büyük buluşmayı kutlarlarken, gece boyu aynı müziğin çalmasına hiç kimse itiraz etme cesaretini gösteremedi.

Aşk’tı bu, tapu gibi.

Deniz, püfür püfür. Amanons dağlarının tepesinde, ağaçsız bir yerde gözüken dev radarların hemen üstünde küçük iki bulut sayılmazsa, gökyüzü, altına serili Akdeniz kadar maviydi. Koçak’ın içini daha bir aydınlatan bu mavi tablo içinde, öylesine çarpan iki yürek vardı ki, denizin bitimsiz gücü, bunun yanında oyuncak sayılırdı. Koçak’ın çöktüğü beyaz, kalker kayaların denize kavuştuğu yerde, dalgaların hareketine göre kabuklarını açıp kapayan midyeler, o hareket sırasında gıdalarını devşirmeye çalışan istridyeler, küçük kabuklu böcekler sanki Koçak’ın büyük buluşmasını kutluyorlar, tek büyük kıskacıyla bir yengeç selam çıkıyor, kaplumbağa ise Koçak’a gülümsüyordu. Ne kadar çok martı vardı! Kırlangıçlar, çeşit çeşit kuşlar, tümü aynı yere toplanmış, aynı sahneyi gözlüyor gibiydiler: Koçak’ı.

“Ulan, herkes, her şey beni dikizliyor,” diye yerinden kalktı Koçak, sevdiğinin geleceği yola dikti gözünü. İskenderun bitiyordu burada, yani başbaşa kalıp, sonuçta nihayet aşkını kendi üslubuyla dile getirebilecek ve sonra… Allah bilirdi sonunu, Koçak bu anı bekliyordu?

Misis dağları ta uzakta, körfezin karşı tarafında yalnızca bir mavilik olarak beliriyordu; Gökkubbe’den, biraz daha açık bir mavilik. Sağ tarafta büyük liman, silo, petrol tesisleri ve saklanıp yok olmuş koca kent: İskenderun.

Göründüler! Koçak aniden yerinden sıçradı, pantolonun arkasını silkeleyip, gözünü onlara doğru çevirdi: Ayten geri dönmek ister gibi bir hareket yaptı, evet döndü, sonra aniden Zübeyde kızın kolunu yakaladı, kulağına eğilip bir şeyler söyledi ve görünüşte, Ayten ikna edildi. Koçak bekledi yalnızca, şaşkın, heyecanlı ve ihtiras dolu olarak. Yarı yolda Ayten bir kez daha dönmek istedi. Zübeyde kızın koluna yapıştıktan sonra Koçak’a bağırdı:

“Gelsene be! İlla, biz mi senin ayağına geleceğiz!”

Koçak, böylece hatasını anlayıp onlardan tarafa, yükseğe doğru yürüdü ve Zübeyde ile el sıkıştılar. “Hoşgeldin Ayten” diyerek elini uzattı Koçak, öyle bir uzattı ki, sanki kolu gövdesinden koptu; ya da yüreğini, sınıfta bol kopya çeken avucuna koydu ve küçük bir hediye gibi sevdiği kıza uzatıverdi.

“Hoşbulduk Koçak.”

Ayten’in güzel, narin eli değdi Koçak’ın eline. Ne değiş! Koçak o anı, hiçbir zaman unutmamaya söz verdi! Nasıl bir andı? Gökte, güneş ışığını bile gölgeleyen bir nur peyda oldu, o an, iki AŞK yüklü parmak birbirine dokunduğunda; Akdeniz, nice savaşlara, korsanlıklara, aşklara tanık olmuş yüce su aniden durdu; fotoğraf nasıl ki, bir hareketin duruşundan başka bir görüntü değilse, iki elin teması böyle yansıdı Koçak’a. Kuşlar hep bir ağızdan şarkı söylemeye başladılar; belki önceden de çağırıp – bağırıyorlardı. Ne ki, o temasta tüm sesler doğanın bir orkestrasına dönüşüverdi; selam çakan yengeç, gülümseyen kaplumbağa, hemen üç metre ötelerinden havaya sıçrayıp dans eden üç adet yunusbalığı, her şey o bir saniyenin anıları olarak Koçak’ın belleğine çakıldı.

Zübeyde, on metre ilerde, yükseğe (aynı zamanda gözcüydü), genç aşıklara hafiften sırtını dönerek oturunca, yüreğinde bir kabarma hissetti: Kıskançlıktan daha fazla, eksiklik dolu bir özlem! Sınıfındaki erkekler, niçin Koçak gibi cesur, atılgan olamıyorlardı: öyle ya, kendisine durmadan bakan, hatta pencereleri önünden her gün geçen Kemal Zorlu ya da Mehmet Bırakçın, niçin gelip de aşklarını söylemiyorlar, hiç değilse sırasına iki satırcık da olsa, bir mektup bırakmıyorlardı?

Koçak, günlerdir ayna karşısında bile ezberlediği birkaç sayfalık konuşmanın neresinden başlaması gerektiğini kafasının içinden geçirmeye başlarken, gördüğü güzellik karşısında dili tutuldu, tüm metin altüst oldu.

Öyle ya, Türk filmlerinden ezberlenmiş birçok sahne vardı: Mesela o an üç kabadayı gelip, kızı Koçak’ın elinden almaya kalksa, ne söyleyeceğini ezbere biliyordu. Salih ağa adamlarını yollayıp, kendisine silahlarını çevirmiş olarak Zübeyde’nin oturduğu tepeden görünüverseler, Ayhan Işık olup, konuşacaktı. Daha da önemlisi, bir çekişte kısa kollu ince gömleğinin düğmelerini kopartacak, iki eliyle göğsünü açacak, “Vurun ulan! Ben ölmem!” diye son nefesinde haykıracaktı! Daha sonra, film bitecekti. O sahne aklına gelince Koçak birden gerçekçi oldu, sonra, sonra adamlar hapse girecekler. Salih ağa kızı başka birine verecekti… Koçak… unutulup gidecekti.

Daha önce, niçin bu gerçeği düşünmediğini çözmeye uğraşırken, “Ulan, gerçekten bu kadar aptal var mı, dünyada?” diyerek başını salladı ve Ayten’e karşı bir adım yürüdü, tam karşı karşıkarşıyaydılar.

Koçak ağzını açmaya karar verdiğinde Zübeyde’nin ıslığı öttü. Koçak başını çevirdiğinde, gördü; o, plajlarda dondurma satan Dani. Madenli Köyü’nden tanıdığı bu adamın akla – hayale gelmeyen ve o ana kadar tek bir insanın yüzmediği bir yerde görünmesi Koçak’ı öyle bir öfkelendirdi ki, Arapça bir küfür etmeye hazırlanıyordu, adamın sesini duydu:

“Doooooonn duuuurmaaaAAAAAaaa, Vallahi berrit…”

Adam birkaç kez daha aynı sözü bağırınca, Koçak zorunlu olarak üç tane dondurma ısmarladı, sonra adama, o an Gülcihan plajının adam dolduğunu, bir an önce oraya gitmesini salıkverdi. Adam ise inat eder gibi yarın başında bağırarak, dolaşıp duruyor ve üç insandan başka kimsenin olmadığı yerde birilerine dondurma satmaya çalışıyordu.

Ve Koçak patladı: “Ulan, vallahi bir gelirsem, seni dondurma külahı yapar, içine dondurma doldurur… sonra da…” Adam tehdit karşısında irkildi ve bir anda kayboldu. “Kısmet, Ayten. Demek ki ta burada birlikte dondurma yemek kısmet olmuş bize” diyen Koçak, yeniden kıza yaklaştı, gözlerini yumdu ve elini eline dokundurdu kızın ve ağzı açıldı: “Ayten…”

Yeni bir ıslık! Zübeyde’nin ıslığıyla, “SiiiiiiiİİİİmiiİİİT!” çığlığı aynı anda yankılandı. Koçak tövbeler çekerek vs ancak üç simit alarak simitçiyi kovmaya çalıştı; başaramayınca tehdit yoluna başvurdu. Üçüncü hamlesini yapmaya fırsat bulamadı. Bu kez tombala torbası elinde iki ufak çocuk göründü; numaralar çekip, Kent sigarası almak için cebindeki tüm paranın yarısını harcayan Koçak, ancak tehditle karşısındakileri kovabildi…

Motorlu kayıkla üç kişi gelip, tam önlerinde demir attığında ve balık tutmak için oltalarını hazırlarlarken, artık Koçak dünya gelse, umursamamaya and içmişti.

“Ayten, seni seviyorum desem; sensiz kendimi bir tek saniye bir insan olarak, Koçak olarak düşünemediğimi şurada, şu an ve bu koşullar altında sana itiraf etsem; geceleri rüyalarımı süsleyen bir peri, bir melek olduğunu belirtmeye kalkıp, gündüzleri ise, her yerde, hatta sokakta yürürken, kahvede tavla atarken yalnız ve yalnız senin hayalini kurduğumu, senin hayalin dışında bir hayatım olmadığını ve olamayacağını söylesem; okuduğum romanda, seyrettiğim filmde, anımsadığım anılarımda yalnızca seni, Ayten’i bulduğumu söylesem… tam üç sayfa tutan konuşmamı, burada bitirmemi istediğin için kısa kesip sana desem ki; Ayten, karşında gördüğün Deli Koçak, Allah’ına kadar sana aşık, sana tapıyor! Acaba bu sözlerime kızar mıydın?”

Ayten, elini tutan güzel elin sahibinin renkli gözlerindeki ışıltıyı farketti, yakışıklı yüzüne daldı, hiçbir şey anlamadığı deminki sözleri nasıl yanıtlayacağını bilmediği için şaşkına döndü.

“Bir şey mi sordun Koçak?”

“Hayır Ayten’im, sormadım. Üç sayfa uzunluğundaki en kısa ilan-ı aşkımı kısaltarak sana söylemeyi uygun buldum.”

“Sen bana aşık mı olduğunu söyledin?”

“Maalesef öyle, ilerde umarım sana daha güzel anlatabileceğim aşkımı, senin için içime attığım güzel duygularımı.”

Genç aşıklar dizdize oturduklarında, Zübeyde artık usandığından dolayı ıslık çalmıyor, kendilerinden geçmiş olan iki karasevdalıyı birbirinden ayırmaya gönlü rıza göstermiyordu: Zaten, kendisi dışında o küçük yarın başında beş insan vardı; dondurmacı, simitçi, tombalacı, ayakkabıcı boyacısı, limonatacı ve kayık ikiye çıkmış, denizde de beş insan olmuştu. Haliyle bu aşka şahit toplam onbir insan vardı: Elbette diğer canlılar sayılmazsa.

Koçak dizdize oturduğu Ayten’in alt çenesini, sağ eliyle hafifçe yukarıya kaldırdı, dudağını kızın dudağına birleştirdi. “Pardon Ayten, gözlerimiz kapalı olacak” diyerek ayne sahneyi yinelediler ve erken kapatmış olmalılardı ki, Koçak’ın ağzına, Ayten’in sivri, düzgün güzel burnu doldu. Üçüncü denemede başardılar, öyle bir başardılar ki, Ayten’in gözlerinden yaş boşandı; sevinç ve mutluluk gözyaşları. İlerde çok mutlu biteceğinden emin olduğu sıcak yaşlar.

Koçak’ın kulağına alkış sesleri dolunca, başını irkilerek kaldırdı ve gördü: Tezahüratçıları, yani karada ve denizde etrafında çepeçevre mevzilenmiş olan dikizcileri gözleriyle taradı.

“Ayten, korkma canım, küçük bir çevirme hareketi. Koçak’ın yanında olduğun sürece seni korkutalabilecek yeryüzünde hiçbir şeyin yok canım, evet hiç kimse ve hiçbir güç, ben varolduğum sürece, bu yürek bende çarptıkça, bu bilek yerinde durdukça, sana el süremez, seni benden alamaz, canım, sevgilim.”

Ayten daha büyük bir hıçkırıkla yüzünü Koçak’ın göğsüne gömdü.

“Sen başkasını seviyorsun, Koçak’ım.”

Koçak ani bir hareketle, ayağa kalktı, kıza sırtını döndü, kız da ayaktaydı, beline sarılmak istedi sevdiği gencin, ancak Koçak izin vermeyip, onu itti. İlkokul beşinci sınıfta yaşamıştı ilk aşkını Koçak, doğruydu; kızın defterine “Seni seviyorum” diye yazmış, sonra kız ile doktorculuk oynamış, kız ona züngül getirmiş, Koçak ise kıza, iki bilya vermiş, biraz helva… Ayten nerden bilebilirdi bunu? 13 yaşındayken, öğretmen okulu ikinci sınıfta Necla ile adı söylenmiş, sonra?.. Koçak bu sahneye uygun yerleri kafasından geçirmeye çalıştı ve uygun bölümü seçti. Koçak o an Orhan Günşiray, karşısındaki kız ise Neriman Köksal’dı: elini beline koydu, konuşmadan ve sırtını kıza dönüp, dalgaların çarptığı yere kadar yürüdü:

“Evet, Ayten’im, insan gerçek aşkı, gerçek sevgiliyi bir keresinde bulabilseydi, yeryüzünde ne ihanet, ne kavga, ne çatışma ve ne de savaş olacaktı. Sen yoktun, ben ne yazık ki yolumun üzerinde dizili bekleyen bazı kızlara rastladım. Onları yeryüzünün en güzel kızları sandım. Onlara karşı olan duygularım aşktı, ancak tümü senden önceydi Ayten’im. Güzellik, şu anda karşımda ve aşk, şu anda damarlarımdan akan kan gibi bana can veriyor.”

Ve bu kez öpüştüklerinde, gerçekten aşkı ve öpmenin – öpülmenin tadını bütün hücreleriyle duydular.

Beş balıkçı ile değişik meslekten insanlar, aynı anda, aynı noktaya, yani iki genç aşığa bakıyorlar ve içlerinden konuşuyorlardı.“Helal olsun!” Bu söz çıktı ağızlarından.

Koçak Ayten’i ile buluştuğu akşam, sahildeki içkili lokantada bu macerayı anmak için onuruna büyük bir ziyafet verildi: Hüseyin Kurum, Aslanyeleli, Mithat Zan ile dostları rakı kadehlerini Koçak’ınkine tokuşturdular ve aşk destanını dinlediler. Kesilmeyen kahkahaları, durmadan çalan ‘Senin en güzel yerin, kahverengi gözlerin’ plağının kederli havası altında bir melodrama dönüşmüştü ve gece yarısına kadar bir düzine insan olup, pavyon ziyaretine başladılar.

Kahkaha, boşvermişlik ve de mutluluk; özeti buydu.

Ertesi gün değişen şey ziyaretçilerin hem nicelik hem de nitelik olarak artışıydı: Kundura ipi satmaya bile geldi biri, bir başka adam ise, karpuz sergisi açıp, “Mala gel malaaaaaa! Kaaaaarpuzzz, kan gibi, yedikçe için serinleeeeerrr!” bağırdığında Koçak, pornografi kokan bu çağırışa çok kaba sözlerle karşılık verdi. Denizden ise, hayret, tam yanıbaşlarından bir dalgıç suyun yüzüne çıkıverdi ve Ayten keskin bir çığlık attı.

Gece gene içki. Ertesi gün daha da artan kalabalık.

“Bu böyle olmayacak” diyerek Koçak’ı uyardı Hüseyin Kurum, “Yarın hadiseye biz el koyuyoruk, tamam mı!” diyerek ayağa kalktı ve yirmiye yaklaşan arkadaş grubundan onay bekledi. “Ne lan! Yarın YSE oraya dozer koyarak yol yapıyormuş, korkarım Belediye ise otobüs koyacak. Bir aşkı önlemek için devlet, millet, belediye elele vermiş, sanki seferberlik ilan etmişler. Yarın hadise mahallini erkenden kuşatma altına alıyoruk ve Koçak’ın aşkına yönelik bu menfur saldırıyı def’ediyoruk.”

Alkış ile karşılık verildi ve plağı değiştirmesini tembihlediler garsona: ‘Ağlatan Plak’. Garson koşarak gitti.

Sabah erken, Deli Mevlüt dozeri durdurdu, artarak gelen meslek gruplarını ise tehditle geri çevirdiler. Deniz dışında her yer kordon altına alınmış ve o anda elele verip, sahilde çıplak ayakla dönen ve dönerken etekleri savrulan Ayten’i, Koçak’ı seyrediyorlar ve arkadaşlarıyla haklı bir gurur duyuyorlardı. Açıkta, az ilerde olağanüstü bir değişiklik göze çarpıyordu:Türk donanmasının yarısı oradaydı.

Birden gemilerin dev topları ateşlendi, çıkarma gemileri hareket etti ve büyük bir hızla Koçak’ın olduğu sahile yöneldiler, denizaltılar battı ve havada dev uçaklar göründü; jetler, helikopterler ve tarladaki çalılar kıpırdamaya başlayınca Aslanyele’linin saçları kirpi oku gibi dimdik oldu. Yanıbaşına çöktüğü çalı yürüyordu, iyice baktı, yüzü siyaha boyanmış, elinde otomatik tüfeği, sırtında telsiz çantası olan bir subaydı çalı.

“Kıpırdamayın! Eller yukarı!”

Koçak, “Donanma bile bizim aşkımızı kutluyor, Ayten” dedi, ancak kendisi bile bu sözüne inanmadı.

Yirmi tane sivil insan elleri havada beklerken ve çalılar birer askere dönüşüp hücum ya da savunma için düzene girerken, ilk çalı – asker, yani komutan, “Kardeşim, biliyor musunuz: Bugün buradan başlayıp ta Marmaris’te sona erecek en büyük tatbikat başlıyor. Tam bu noktadan başlıyor, şahilde duran bir kız ve bir erkek kelek var ya tam o noktadan başlıyor.” diye esir aldıkları sivillere açıklama yaptı.

“Yemin ederim haberimiz yok komutanım. Bari o iki insana bir şey olmasa. Onları görüyorlar  mı?” diye sordu Aslanyeleli.

“Ne dedin?” diyen subay askerlerine telsizle yeni bir emir verdi; silahlar, çıkarmayı önleyecek tarzda hazırlanırken korkudan titreyen Aslanyaleli’ye döndü: “Kimler seyrediyor, özetliyeyim sana, yerlilerden başlıyayım: Güney Deniz Saha Komutanı, Üçüncü Ordu Komutanı, Hava, Deniz ve Kara komutanları, 6. Filo Komutanı; duyduğuma göre, NATO Genel Sekreteri ile, Pantagon yetkilileri Beyaz Saray’da yeni denenecek bir roketi izlemek için şu anda Başkan Johnson ile toplantılar ve uzay TV’den tam o iki kerizin olduğu yeri izliyorlar. Havada Amerikalıların ve Rusların uyduları da elbet buraya çevrili ve dikkatle izliyorlar. Gözleri o kerizde!”

Havadan bir anda paraşütçü yağdı ve denizden çıkarma başladı.

Paraşüt birlikleri ile çalı – askerler birleşirken, denizciler süngü elde öne atladılar ve Koçak’ın kollarına daha bir kafasını gömdü Ayten. O’nu ne kadar sevdiğini daha tam anlayabildi.

“Koçak, yüreğin var ya, tüm bu top mermilerinden, bombalardan daha hızlı ve daha gür çarpıyor. Benim, yiğit sevdiğimsin sen.”

“Bunlar geçecek Ayten’im. İnan ki, tüm bu saldırılar çelik göğsüme çarpıp tuzla -  buz olmaya mahkûmdur, ancak bir tek güç var ki, beni korkutuyor: Baban. Salih Ağa!”

*

Bu metni okur, örtük okur, üst okur – okuma, derin okuma, yakın okuma savlarına göre ve Alımlama teorileri açısından Parodi merkezli olarak kısaca irdelemek istiyorum.

Milan KUNDERA, aynı zamanda Batı kültürü ve roman sanatı üzerine önemli yazılar yazmış ve bir dönem ülkemizde romanlarıyla yankı uyandırmış bir yazardır. Bir yerde rastladığım görüşü beni düşündürmüştür. Ona göre ‘Batı insanı, Romanın çocuğudur.’ Bu savı ben iki biçimde anladım;

Birincisi, Batı Kültürünü, değerlerini, toplumunu ve insanını Roma İmparatorluğu uygarlığının ve mirasının biçimlendirdiği gerçeğidir. (Bugün AB denilen topluluğun çekirdeğinin aslında Roma anlaşması olduğu gerçeğini unutmamalıyız.)

İkincisi ve daha önemlisi  ise Batı insanı ilk kez Roman sanatı yoluyla Kimlik ve kişilik kazanmaya, yani BİREY olmaya başlamıştır. Çünkü, romanda çok yönlü, ruhsal derinliği olan, karmaşık ilişkilere sahip somut insan ve insanlar belirmiş; okuyucular bu roman kişileri ve tipleri arasında kendilerine uygun özellikler, dünya görüşleri, yaşam zevki vs olanları içselleştirip ona benzemeye gayret etmişlerdir. Daha önce masallarda Stereotip denilen ve ad olarak yer alan kişi ve kahramanların yerini somut insan almıştır. Ülkemizde bu sürecin çok zayıf ve etkisiz kaldığını biliyoruz.

 

Cumhuriyet döneminde yeni alfabe ve eğitim – kültür atağıyla az da olsa ilginç tip ve karakterler ortaya çıkmış ve okurları, tıpkı Batı toplumunda olduğu gibi etkilemiştir. Benim kuşağım bu etkileri taşıyan çok sayıda insandan oluşuyor.

Sofya’da Parti Okulu’nda öğrenim görürken (12 Eylül sonucunda yurtdışına çıkabilmiştim) Bulgar Partizan Liderleriyle de söyleşimiz olmuştu. Onlardan biri, ‘Biz Partizanların en çok okuduğu roman Çalıkuşu; en büyük kahramanımız da romandaki öğretmen Feride idi.’ sözü beni çok etkilemiş ve düşündürmüştü.

 (Türk edebiyatında bu alanda bir araştırma yapılmadığını biliyoruz. Kimileri Fransız Kültürünün ülkemizdeki temsilcisi; kimileri Alman, İsveç, İngiliz, ABD vs kültür ateşesi rolündedir ve davetiyeler, gelip – gitmeler bu ilişkiyi sapasağlam kılar.Tersine, o ülkelere Kültür zenginliğimizi ve özgünlüğümüzü sergilemeye zamanları yoktur. Türkiye ise, her zaman ve her dönemde kendi aydının yiyen, susturan, ezen  ve yokeden bir değirmen olduğu için, yani Kültür toplumu olmadığından, yöneticileri de bu Alana yabancı bulundukalrından dolayı, başkalarının ülkemizde oluşturduğu LOBİ’leri gibi Dış dünyaya dönük Kültür elçileri ve Lobileri yoktur. Ha, zaman zaman ikitidarın yapısına gore, aydınlar, eleştirmenler ya tümden Batı’ya savrulur; ya da Arabistan çöllerinde yolunu şaşırarak kendilerine yer bulmaya kalkar. Türk Kültürü arada kaynar gider.)

Edebiyat kuramları, eleştiri ve incelemeler üzerine çok zengin kaynak bulabilirsiniz ama bunların pek azı Türk Kültürü üzerinedir; oysa Batı Kültürü üzerine o kadar yazı yazılmıştır ki, ülkemizde bu alanda kitap, makale yazanlar yeni bir şey söyleyemezler, yalnızca aşırma ve derleme yoluyla birşeyler yazabilirler. Oysa Ulusal Kültürümüzü Evrensel ve çağdaş kültürle buluşturmak, kaynaştırmak ve orada yer almak için çabalamalı değiller mi? Bütün bu edebiyat kuramlarını, akımlarını vs okuyup incelerken bir tek Türk adına rastlayamamak biraz ayıp değil mi? Kendi kültürüne bu denli yabancılaşmış aydını Sömürge ülkelerde bile pek göremezsiniz..

Edebiyatımızda ikinci ve bence en kalıcı TİP ise Aziz Nesin tarafından yaratılmıştır: kitapları içinde en fazla beğendiğim ZÜBÜK’tür bu ölümsüz tip. (Umarım gelecekte ‘En büyük ZÜBÜK bizim ZÜBÜK!’ adıyla belgesel ve biyografik kitap ve kitaplar yazılır. Ruh sağlığınız için ve özellikle ortaçağa özgü ilkelliklerde boğulmak istemiyorsanız, edebiyat, felsefe ve sanatın her dalıyla daha çok haşır neşir olmalısınız; yoksa, ilkellik sizi de ayağınızda tutup aşağıya, kendi düzeyine çeker)

 

Batı’da romanın oynadığı rolü ülkemizde 70’lı yılların ortasına kadar Sinema oynamıştır. Bu metinde, edebiyat kuramcılarına gore, ister örtük okur, ister üst okur rolüne bürünün, ilk rastladığınız Parodi Sinemanın, beyaz perdenin kuşağım üzerindeki etkisidir. Bu durum nesnel bir gerçekliktir; metinde bu özellik Parodi yoluyla aynı zamanda Romanın Gerçeği haline gelmiştir.

(70’li yılların başında Almanlar sanırım bedava olarak Ankara Yenimahalle’de ilk TV vericisini kurdu ve böylece TRT ilk TV deneme yayınlarına başladı. Ankara’da öğrenciydim. Oysa beğenmediğiniz kimi Arap ülkeleri, Kıbrıs, sömürgelerin çoğu ta 50’li yıllarda TV’ye sahip olmuşlardı. Çok sonra işin içyüzünü öğrenebildik. Meğer tüm ileri gelişmiş ülkeler, dünya, Avrupa ülkeleri Renkli TV yayınına geçmişler ve sanayi ülkelerin ellerinde dev siyah – beyaz TV stokları kalmış. Eh, bunu kakalıyacakları ülke ve ülkeler bellidir. O sıralar ülkemiz doğrudan Renkli TV’ye geçebilirmiş; bu yapılsaydı onmilyarlarca dolar parayı çöplüğe atmaktan kurtulabilirdik, ancak DÜZEN! Bu stoklar bitince ancak ülkemiz Renkli yayına geçebilmiştir).

Avrupa ülkeleri ta Antik Yunan ve Roma’dan başlayarak tiyatro, opera, bale, karnaval vs ile zaten Osmanlı Islam toplumundan farklı olarak gelişmeye başlamış; kadınlar bu sahnelerde rol almakta ve kişilik sayılmaktadır. Ülkemizde tiyatro, opera, bale vs.nin tarihi bellidir, Cumhuriyet eliyle bu modernleşme başlatılmış ve bunların toplum üzerinde bir etkisi olmamıştır.

Oysa Sinema, hem Türkiye ve hem de birçok İslam ülkesinde Modernleşmenin ve çağdaş insan olmanın, muaşeret (görgü) kurallarını topluma yaymanın bir çeşit okulu olarak, dil ve davranış öğretme görevini de sürdürmüştür. Aşk, dostluk, çağdaş kadın – erkek ilişkileri, toplumsal sorunlar sinema yoluyla ancak geniş kitlelere sunulabilmiştir.

O dönemin Türk filmlerine bakın, bugünkü malum kafalarla kıyasalanmıyacak kadar çağdaş ve ileri olduğunu görürsünüz. Bu arada artistlerin saçı, giyimi, davranışı gençler ve eğitimli insanlarca ölçü olarak alınıyor; moda oluyor ve toplum ile sinema dünyası karşılıklı etkileşim içinde bulunuyordu. Bu nedenle, Japonların ‘aptal kutusu’ adını taktıkları TV,nin ülkemize çok geç gelmesinin, Sinema dünyamız için hayırlı olduğu ve sinemanın toplumu derinden etkilediği bir gerçektir. Metinde bu gerçek de Parodi biçiminde belirir.

Bir başka ve çok önemli gerçeği daha vurgulamalıyım: Osmanlı Türk ortak kültürünün özeti ve en canlı merkezi İstanbul’dur: Tiyatro, daha sonra Sinema dünyasını incelerseniz, artistlerin, teknisyenlerin, yapımcıların, kadın yıldızların çok önemli bir bölümünün İstanbul’un Ermeni, Rum, Musevi kökenli Türklerden oluştuğunu görürsünüz. Ne yazık ki, bu alanda da ciddi bir yayın ve araşatırma yoktur. Bin yıldır süren bir kozmopolit, ortak ve zengin İstanbul Kültürü vardır; bu sanatçı ve sanat emekçileri Türk Kültürünün en büyük temsilcileri, yayıcıları ve yaratıcılarıdır. Ne yazık ki, bu canlı ve önemli Kültür zenginliğimizi oluşturan dalları tek tek GERİCİ ve dargörüşlü politikalar, hareketler sayesinde yokettik: sonra bu insanlar göçürüldüğü – kaçırıldığı ülkelerde yaratıcılıklarını sürdürüp o ülkelerini Kültür dünyasını zenginleştirdiler: Yunanistan’da, ABD, Fransa ve bir çok ülkede bunun kanıtlarını görebilirsiniz.

(Bunlar araştırılıp topluma sunulmadığı için her Ermeni vatandaşımız Asala’cı; ya da her Rum vatandaşımız Megalocu; her Musevi insanımız da bir Siyonist gibi algılandı, o tür propaganda ve kampanyalar açıldı ve sonuç olarak en büyük kayba toplumumuz ve Kültürümüz uğradı.

Kavalada bir ay geçirdim; otobüs, dolmuş, sokakta, bizde olduğu gibi müzik de dinledim. Yüzlerce türkçe – yunanca karışık şarkı duydum; hatta sırf türkçe olan da vardı ve bizim hiç duymadığımız ve söylemediğimiz şarkılar! Bunlar, tıpkı Buzuki gibi Anadolu’nun ve bizim ortak Kültür mirasımızın kalıntılarıdır. Boşvermişiz! Kültürel erozyon budur.)

 

Bir başka çnemli gerçek, Sinema dünyasında olduğu gibi, toplumsal yaşamda da, DİN kisveli Fitne ve Fesat başkaldırmadan önce, artistlerin kim olduğunu, dinini, mezhebini, soyunu ve sopunu merak bile etmezdik. Yılmaz Güney en çok Çukurova’da sevilirdi. (Onu sevenlerin, hayranı olanların hiçbiri soyu – sopu kimdir, nedir, diye merak bile etmezdi; kendi dünyalarının temsilcisi olarak görürlerdi.) Fikret Hakan tüm çağdaş insanlarca sevilirdi; Kenan Pars, gümüş saçlı ve daima Aşıkları ayıran olumsuz rol alırdı; buna karşın büyük sanatçıydı. Çok sonra bu ikisinin Antakya’lı ermeni kökenli Türkler olduğunu öğrenebildim, duygularımda en küçük değişme olmadı. Karacalar, Terziyanlar vs, nice emektar sanatçının, çağdaş bir ülkede heykelleri dikilir, parklara adları verilir ve ama mutlaka onların anısı yaşatılırdı.

Kötü adam rolü oynayan Danyal Topatan, Koçak’ın adamıydı ve Düziçi’nde onu andıran Hacı Durdu’ya bu adla takılırdı… Elbette hocalarımızın bazıları dahil, insanlara benzerlik ya da başka tür yakınlığı olan Artist adları taktığımız gerçektir.

En Kötü adam rolleri oynayan artistler arasında bile TC düşmanı, Türk sözcüğüne kin besleyen, Ulusal Günleri yoketmeyi amaçlayan tek bir, ama tek bir Ermeni, Rum, Musevi kökenli sanatçı yoktu  ve bunu aklından geçiren de. Onları saygıyla anıyorum ve kişiliğimize katkıları için binlerce teşekkür borçlu olduğumuzu biliyorum.

 

Günümüzde ise, İstanbul’u geçelim, ülkemizin tüm kentlerinde yerli nüfus, haliyle o kentin Kültürü, son 30-40 yılın göçleriyle yok olmuştur. Zaman içinde kuşaktan kuşağa oluşan, doğal, uyumlu ve o topluluğu toplum haline getiren her kentin kendine özgü bir kültürü, ruhu ve karakteri varken, bu durum yaratıcı biçimde değerlendirilip önemli ve doğru temelde bir Toplumsal dönüşüm ve değişim olanağı doğmuşken, tam tersine yanlış politkalar ve öngörüsüz vurdumduymazlıklar nedeniyle bu kültür tahrip edilmiş, sosyal Goku çözülmüş bunun yerini kişilik ve kimlik bunalımı almıştır. Bu kategoriye ülkemizin hemn her kenti, hatta Diyarbakır ve hatta Şırnak bile dahildir. Dünün Diyarbakırlısı artık köklü kültürüyle birlikte önce marjinalleşmiş, sonra da mercan adaları gibi çevreden akın akın kente göçen insan okyanusu ortasında kaybolmuştur.Yani bir Kültürel boşluk yaratılmış, yozlaşma, kültürel erozyon yaşanmış ve bu boşluk ise çıkar ve gösterişe dayalı politize hale gelmiş olan Arabesk yapıda bir DİN yoluyla doldurulmaya çalışılmıştır.

GEZİ EYLEMLERİ bir yanıyla, kentlerin siluetleri gibi, ortak kültürünü, ruhunu ve sosyal yapısını tahrip eden çarpık ve vurguncu gelişmeye karşı da bir tepkiydi; yığınlar şarkılarıyla, yaratıcılıklarıyla ve zekalarıyla bu gerçeği ispat ettiler. Malum gerici ve çağdışı  kliği çılgına döndüren ve bunu Yahudi – Ermeni – Dış Güçler komplosu ilan eden kafa, diğer yandan Osmanlıcılık yalanına da sarılınca, artık bu maskeyi indirmek görev oluyor. Çünkü bu kafanın daha Sapkın halini Suriye, Irak, Pakistan, Afganistan’da görüyoruz ve onların ne menem KÜLTÜR düşmanlığını ibretle seyrediyoruz.

Aslında Gezi eylemine karşı yürütülen bu kara ve karanlık propogandayı da PARODİ sayabiliriz. Ama en olumsuz haliyle!

Kimlik ve Kişilik bunalımın kaynağı Kent kültürünün, ruhunun tahribidir.

 

Sinema döneminde bizler Hollywood’un belirleyip sunduğu ölçüleri tek doğru sayıyorduk; dünyada kızların güzellik standardını bu ölçüler oluşturuyordu; erkeklerin de. Türk Sinemasında sevdiğimiz bayan artistin önce hayranı, sonra gizliden sevdalısı olup, benzerleri olan kızları aşık olmak için arıyorduk.

 

MAHALLE Baskısı: Bu söz ve saptama çok önemlidir. İslam toplumlarında Özgürlüğün yalnızca Yasalar tarafından kısıtlandığını, engellendiğini sanmak büyük bir yanılgıdır; Toplumsal baskı,, yasalardan daha şiddetli olarak özgürlük önünde engeldir ve bazı İslam ülkelerinde ise en büyük tehdittir. Bugünden itibaren Arap ülkelerinde, Afganistan’da ve hatta Türkiye’de ‘İsviçre Yasaları geçerlidir,’ diye karar alın, pek az şeyin değiştiğini görürsünüz. Bu metinde Dikizci denilen ve sayıları sürekli artan temaşacı takım, kuşağımın yakından bildiği tiplerdir; zaten ülkemizin Dedikodu toplumu olması da bunun göstergesidir.

Feminist Eleştiri kuramı, ünlü temsilcileri Edebiyat alanına yepyeni görüşler ve yaklaşımlar sundular. Ülkemizde bu alanda kimler çaba gösteriyor, kimler temsilcileridir, bilemiyorum. Bu metinde onlar için de ilginç gerçekler sergileniyor. Sözgelimi, Aşık olan erkek, içkili lokantalara, gazinolara, barlara gidip Aşkı için kadeh kaldırıyor; dansöze para takıyor; nara atıyor… vs. (Yeşilçam’dan biliyoruz ki, Başroldeki artist böyle davranıyor, bu tür Aşk bağlanmasına efkar dağıtmak diyorlar ve toplumun önemli bir bölümü de bunu taklit ediyor.)

Peki, Aşık olan kız ne yapıyor? İşte size erkek egemen toplumun tablosu!

 

TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK:  Lukasc, Brecht, Benjamın vs gibi Toplumcu Gerçekçilik akımının kuramcıları kuşkusuz bu metinde tezlerine aykırı hiçbir şey bulamazlar. Kaba Toplumcu Gerçekçilik dediğimiz ve sergilemeye çalıştığım Stalinci Sansür bu metni nasıl değerlendirirdi?, diye kafa yoralım.

Sanırım, önce, Koçak hangi toplumsal sınıftan geliyor, patili mi, buna bakarlardı. Partili bile olsa, bu metni Parti düşmanı ilan ederler, yazarı ise hemen sorguya alırlardı. Sonra, Hüseyin Kurum’un “Ne lan! Yarın YSE oraya dozer koyarak yol yapıyormuş, korkarım Belediye ise otobüs koyacak. Bir aşkı önlemek için devlet, millet, belediye elele vermiş, sanki seferberlik ilan etmişler. Yarın hadise mahallini erkenden kuşatma altına alıyoruk ve Koçak’ın aşkına yönelik bu menfur saldırıyı def’ediyoruk.” sözünü belge sayıp, ’Sosyalizm Düşmanı bir Grup’ suçlamasıyla tümünü sorguya alırlardı; Sosyalist devlete, onun kurumlarına, belediyeye, kahraman Kızılorduya ve Stalin’e karşı Halkı Kışkırtmktan dolayı suçlanırlardı; belki GULAG’a sürülenler bir süre yaşamayı başarırlardı ama,Yazar kesinlikle kurşuna dizilirdi. (Bunlar bir ihtimal değil sayısız örnekleri olan bir gerçektir.)

Oysa, Antik Yunan döneminde, trajedi – komedi ve dram diye ayrılan Sahne sanatını birarada bu metinde, yani bir sahnede bulmak, başlıbaşına bir Edebiyat değeri sayılmalıdır.Koçak’a okuyucu olarak dışarıdan bakarken bir Komedi seyrederiz; ama aslında bir türlü başbaşa kalamıyan iki Aşık insanın Trajedisidir bu durum. Ortada traji-komik bir dünya vardır.

Soğuk Savaş döneminde Olimpos’un tepesinde oturan iki kardeş tanrı, yani Karalara hükmeden Zeus (Brejnef) ile Denizler tanrısı Poseidon (Başkan Johnson) birbirlerinin silahlarını, açıklarını gözlemekle günlerini geçirirlerken, ilk kez aynı anda İnsanı, Aşkı ve Güzelliği de görmüş olurlar; ki, bu da onların dramıdır.

 

Gelin dostlar, hepimiz enerjilerimizi Yaratıcı kanallara yöneltelim. Dünya tarihinin gösterdiği bir gerçek var; Aydınlar dünyanın her yerinde ve her döneminde daima azınlık olmuşlardır; bu nedenle malum kalabalığın dışında kalmak, baskılar, hatta yalnızlık sizleri ürkütmesin, korkutmasın.

Çünkü sizler geleceği temsil ediyorsunuz ve gelecek engellenemez!

Bu nedenle, şu an yaşadığımız akıldışı durumu kaderin, feleğin bizlere oynadığı bir PARODİ sayalım ve bu gerici tsunaminin geçici olduğuna inanalım.

 

 

 

 

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.