Tiyatronun tanığı: metin -4 (Metin AND)
Aşağıdaki yazı Yapı Kredi Kültür Sanat Etkinlikleri çerçevesinde 11 Şubat 2004 Tarihindeki Metin And söyleşisinden, Metin And’ın izniyle kaydedilmiş ve Fatoş Karagöz ile Ayşegül Güney tarafından çözülmüş ve redakte edilmiştir. Metinde okuyucuya tutarsız ya da ”daldan dala atlanmış” gibi gelen ifadeler sayın Metin AND’ın sohbet üslubundan kaynaklıdır. Redaksiyonda buna sadık kalınmıştır. Metin uzun olduğu için bir kaç bölüm halinde yayınlanacaktır.
Yazının birinci , ikinci ve üçüncü bölümü için tıklayınız.
****
Bu arada Şair Evlenmesine tekrar döneyim. İlk Türk oyunu dedik. Benim küçük bir kitabım vardı, adı nedir bilmiyor musunuz? Ordan okuyamazsınız belki Şair Evlenmesindeki ilk Türkçe oyunlar… aaa, sizde de var! Şimdi burda bir tanesi çeviri bunların ama, buna şimdi girmeyeceğim vaktimiz yok.Yani bunlar nerede yazılmış, kim yazmış falan, buna girmeyeceğim. Fakat bunların sonunda bir Molliere çevirisi var. Ermeni harfleriye Türkçe, bu şaşılacak bir şey. Metinlerin büyük bir kısmı Venedik’te. “Mığdariyanlar” denilen katoliklerin bir merkezi var orda, büyük matbaaları var. Bu matbaalarda Ermenice kitaplar bastıkları gibi, Ermeni harfleriyle Türkçe metinler de basıyorlar. Çok güzel Türkçe kitaplar da basıyorlar. Bunlardan dört tanesi İtalyan yazarı Metastasio’nun dört dini oyunu. Yani Hz.İsa ile ilgili dört tane dini oyun. Şimdi ben bu oyunların metnine Ermenice alfabeyi koyuyorum karşıma, bunları çözüyorum. Türk Dil Kurumu’nda bunları örnekler verdim. O kadar enteresan bir Türkçe ki, 19.yy’ın başlarında bir Türkçe. Bugünki öz Türkçe gibi biraz. Sentaks yanlışı yapıyorlar ama onun dışında çok duru. Mesela karakterler deriz yahutta eşarz deriz; bunlar kişileri tanıtırken onun üzerinde söyleşenler diyor. O kadar duru bir Türkçe ki hayret edersiniz.
Zaten ben büyük bir Ermeni hayranıyım. Ona dair de bir şeyler söyleyeyim. Çünkü bu tiyatronun kurulması Ermeni’lerle olmuştur. Türkçe oynamışlardır. Kendi aralarında da büyük kavgalar var. Milliyetçi Ermeni’ler var, çok koyu. Türkçe oynayanlara kızıyorlar. Bu şekilde bir şey dünya. Ama kendilerini o kadar veriyorlar ki, çok fedakar insanlar. Hepsi yabancı dil biliyor falan. Pekala devlet memuriyetine geçebilecek kadar. Çoğu veremden, yoksulluktan ölüyor ama yalnız tiyatro yapıyorlar. Şİmdiki tiyatrocular gibi değil. Orda televizyon reklamına çıkıyor, burda bilmem neye çıkıyor. Bunlar öyle değil yalnız tiyatro yapıyorlar. O kadar büyük bir tiyatro sevgisi. Sonra şunu da söyleyeyim, Ermeni’lerin çook eskilere giden tiyatro geleneği var. Size ona dair de bir hikaye anlatayım. Bu arada Tanzimata bir türlü gelemeyceğiz ama, bunlar da bu işi tamamlayan bilgiler.
Amerika’da 2.baskısı yapılacak ama, 1.baskısından çok farklı 5 ciltlik bir ansiklopedi. Drama Ansiklopedisi. Yani yalnız yazarlar, bir memleketin tiyatro yazarları. Bir de mesela komedilerde Ortaoyunu, Karagöz gibi türler var, tiyatro türleri. Bunun dışında editor Sandy Holkman diye bir adam Türkiye’nin girmesini istiyor. Mehti Özkök’tü sanırım adı, İsveç’te yaşayan bir şair ve fotoğrafçı var. Onun arkadaşıymış, ona sunuyor bu Türkiye’ye ait maddeleri. Kim var diye soruyor, o da benim adımı veriyor. Ben tanışmıyorum onunla ama. Türkiye’ye de çok merakı var. Özel bir durum, onu şimdi anlatmayayım.
Bana diyor ki, 40 tane makale yaz diyor. Yazarlar çoğunlukta olacak. Ortaoyunu, Karagöz falan olacak. Bir de uzun bir Türkiye maddesi. Ondan sonra yazdı ve anlaşmamız da şöyle; oyun adları Türkçe, yanında İngilizcesi olacak. Çünkü Amerika’lılar yanaşmıyor buna ve ona anlattım, ı hrfi ile i harfi arasındaki farkı. Birinde nokta var birinde yok. Ş var, ç var, ü var falan. Bunların hepsini anlattım. Adamla o kadar uyduk ki bir gün gönderdiğim yazılardan biriyle ilgili bana mektup yazıyor. Diyor ki; “burdakinin ı olması lazım gelmez mi? Sen i yapmışsın”. Hakikaten yanlışı ben yapmışım. Adam o kadar titiz ki, sonra bana musallat oldu. Ben onları yazdım. Mesela Nazım Hikmet ilk defa orda girdi, uzun bir madde. Nazım Hikmet’in bütün oyunları özetleriyle falan verilmiş. Hiç yayımlanmamış bir de fotoğrafını aldım kızkardeşinden, onu da koydum. Yaşar Kemal de oyun yazarı olarak girdi. Onun da portresi var burda. Hatta demin bir hanım geldi, ona verdim bir fotokopi.
Bakın Türk Tiyatrosu; yazar diyoruz, metin diyoruz, ben de o hanımdan duydum, o hanım, oyun yazarı Aydın Arıt’ın kızkardeşi. Aralık ayında ölmüş. Benin en sevdiğim oyun yazarı. Çok modern anlayışta bir yazar. Fakat ele avuca sığmaz bir yazar. Ben onunla hiç tanışmadım. Doğru dürüst bir fotoğrafını bile bulamadım. Böyle meçhul bir insan ama Absürt Tiyatrosunda neler yazmış.
Çok ilginçtir ben Ermeni’lerden bahsedecektim.Aydın Arıt maddesinden hemen sonra benim yazdığım Ermeni maddesi geliyor.Ermenilerin tiyatro tarihi. Bizdeki Ermenilerin rolü değil, onlara Türk Tiyatrosunda değiniyorum. Aydın Arık’ın ölümünü bile kızkardeşine aldırdım, benim numaramı aldı falan. Fotokopisiyle beraber buraya geldi biraz evvel. O fotokopiyi verdim hanıma, kardeşinin resmiyle beraber. Onun bütün oyunlarının kısa özetlerini veren şey. Şimdi onun 3 oyunu Devlet Tiyatrolarında oynandı. Tabi güme gitti o güzelim oyunlar. Bir tanesi bir perdelikti. ”Muslukçu” diye bir oyun, psikoanalizle ilgili .2.oyun uzun bir oyun. ”Aya bir yolcu”. O da mevsim sonunda oynandığı için kimse gitmedi. Öbür mevsimde de devam etmedi. Onun için herkesin meçhulü o oyunu da kimse görmedi. Bir tanesinin seçiminde de benim rolüm oldu. ”Uçmayan kuşlar tutulur”. Uçmayan Kuşlar Tutulur benim Cumhuriyet Tiyatrosunda okuduğum en güzel metindir. Fakat Asuman Korat’a düştü yönetmen olaraktan. Oyunu anlamamış ve o oyun da güme gitti. Sonra bir oyunu basıldı. Cem yayınlarında mı ne çıktı. Adı da tuhaf bir şeydi. Güneşi Parlatanların Gölgesinde mi ne, öyle bir başlığı vardı. Atruğ diye minyatür oyunlar vardır çok kısa oyunlar. ”Beşgen” diye beş oyun bir arada. Bu tamamıyle Absürt Tiyatro. Benim öğrencilerimden biri mastır yapacağı zaman bana geldi. Siz bu oyunları çok seviyorsunuz. Ben de dedi tezimi bu oyunlardan yapacağım, ayrıca sahneye koyacağım dedi ve koydu da. Bende seyrettim, o zaman gidiyordum tiyatroya, seyrettim. Eh, tam olmamış ama, kıyafetler, dekorlar… yapmış, hepsini kendisi hazırlamış. Böyle bir insan. Ama ne gazetede çıktı ne bir yerde çıktı. Tiyatronun tanımını metin diyoruz, çok önem veriyoruz ama, bir yazar öldüğü zaman da kimsesin haberi olmuyor. Öyle sessizce gidiyor. Kızkardeşi söylemesyedi benim hiç haberim olmayacaktı. Adamı hiçbir zaman görmedim.
İşte, bu Ermeni’lere gelince bana önce sordu; Arap tiyatrosunu en iyi kim yazar? Birini aktardım ona. İran Tiyatrosundan iki isim verdim. Dini tiyatroyu biri yazdı, dini olmayan tiyatroyu da bir başkası yazdı. Sonra bana dedi ki Ermeni Tiyatorunu da koymak istiyorum. Şimdi orda düşündüm. Dedim ki, şimdi bunu bir Amerika’lıya verirsen Amerikalı yine bu eskiden olmuş hikayeleri de koyacak, araya sıkıştıracak. Bir Ermeni yazarsa büsbütün öyle olacak. Dedim en iyi ben yaparım. Tuttum inceledim, ama hayret edersiniz. O çok uzun oldu. 1.ciltten sonra, Aydın Arıt’tan sonra gelen makaledir. Resimler de koydum. Ama hayret edilecek bir şey. Antik Çağlarda da tiyatroları var Ermeni’lerin. Bu Akdamar Kilisesinin yanında tiyatro var. Zaten Akdamar Kilisesinin yanındaki bu şeyler, inşallah günün birinde yine bir konuşma imkanı bulursam size bu ortaçağ tiyatrosuunu da, ölmüş tiyatronun nasıl dirildiğini de anlatacağım. Kilise içindeki horgürdükleri soytarılarala yapılıyor bu tiyatro. Akdamar’da bunların madalyon şiltli resimleri var. Kiev’deki Ayasofya’da (bizdeki Ayasofya değil) 13.yy dan merdivenlerin yanında duvar üstlerinde bütün soytarılar, canbazlar, hokkabazların reimleri var. Kilisesnin içi de düştü. Neden? İşte bunun nedenleri başka başka konuşmada olur ancak. Şimdi bu Ermeni’lerin o zaman tragedyaları, komedyaları falan var. Maskeli yaptıkları oyunlar var. Burdan Ortaçağ’a geliyoruz. Ortaçağ’da da ben resimler buldum. Ermeni İncil’lerinin içinde var bu soytarılar, maskeli resimler. Bir tane de mitolojik bir şey var. O da köpek tanrı, yarı tanrı. Köpek maskesi giyiyor aktörler. Tıpkı Mısır’lıların anıt ölüm tanrısı gibi. Onun gibi, onların da köpek tanrısı var. Böyle şeyler var. İncil’de buldum. 4 tane buldum İncil’de ve bu renkli resimlerin bazılarını yayımladım. Sonra yeni çağlarda da müthiş insanlar yetişiyor. Yani Ermeni’lerin çok geriye giden bir tiyatro kültürü var. Onlarla kuruluyor bu.
Şİmdi aslında, üç kişiyi anmak lazım Tanzimat Tiyatrosunda. Haa! Bölge Tiyatrolarında da. Mesela Ali Bey Trabzon’da tiyatro kuruyor. Ali Bey aynı zamanda oyun yazarı. Nefis komediler yazmış. Ahmet Mithat Efendi’yi söyledim. Ali Bey Varna Filibe muhtasarı olduğu zaman orda da Bulgar’lara Mollier’i tanıtmış. Böyle buna benzer şeyler var. Ayrıca Ahmet Mithat Paşa bir çok yapmış. Danıştayı kurmak falan gibi. Suriye Vali’si olduğu zaman oradaki yerli tiyatrocularda tiyatroyu uyandırmış, hatta bir gün tiyatroya gittiği zaman “yaşa çok yaşa Mithat Paşa”diye bağırdı yerli halk. Bu Abdülhamid’in kulağına gitmiş, hemen bunu İstanbul’a çekmiş. Orda bir isyan mı çıkaracak nedir diye. Bu kadar halk seviyor onu. Bölge Tiyatroları içinde Ahmet Bey belki en önemli tiyatro adamıdır. Dolaştığı Anadolu’da bir çok yerde tiyatro kurmuştur, işletmeye açmıştır. Yani çok örnekler var. O zaman ki imknalar nisbetinde güzel şeyler yapıldı.
Sonra Semt Tiyatroları… Diyorlra ki Muhsin Ertuğrul Semt Tiyatroları’nı açtı. İstanbul Şehir Tiyatrosunun başındayken (Fatih’de,Üsküdar’da Kadıköy’de) Semt Tiyatroları Osmanlı Tyatrosuna verilen imtiyazın şartlarındandı. Gerçi o zaman şimdiki gibi, trafik problemi, park etme problemi falan yoktu ama yollar çamurlu, mesela buradan Gedikpaşa Tiyatrosuna gitmek büyük bir macera. Yolda eşkiyalar da çevirebilir, soyarlar falan, öyle bir şey. Onun için Devlet şart koşuyor ”bu tekeli sana veriyorum, Türkçe oynatacaksın diyor. Bunu verirken de karşılığında bazı şeyler bekliyor. Mesela şu kadar ay içinde Tophane’de bir tane açacaksın, şu kadar ay içinde Üsküdar’da bir tane açacaksın, Galata’da bir tane açacaksın vs. Bunlar açılıyor da. İşte,zaten Gedikpaşa ve İstanbul tarafında açılmuş bir tiyatro var. Yani bu şekilde yayılıyor tiyatro. Bütün bunlar yapılmış, biz sanki Amerika’yı yeniden keşfeder gibi, her şeyin ilki Muhsin Ertuğrul’dadır diyoruz. Muhsin Ertuğrul’un aslında başka bir şey yapması lazımdı. Tiyatroyu sanat haline getirmesi laızmdı. Ben bugün idda ediyorum “tiyatro sanat değildir”; yorumcu bir sanattır. Yani yazarın yazdığı metnin körükörüne kullanılmasıdır. Sanat olması için tiyatrocuların yaratıcı olması lazım. Bunun çok örnekleri var. Size sabaha kadar bu konuda konferans verebilirim. Bu konu çok önemli.
Diyeceksiniz ki Shakespeare ne oluyor? Onların hepsi tiyatrocu aslında, hepsi aktör. Molliere aktör. Yunanlılar bazen tek kişi bütün karakterleri canlandırıyor. Koroyu eğitiyor ve o güzelim oyunları yazıyor. Şiirsel oyunları. Seyirci de öyle. Yunan seyircisi müthiş. O kadar dinamik ki. Bizde Cumhuriyet’te tiyatro seyircisi basitleştirildi. Muhsin Ertuğrul’un yaptığı bir şey var, emirleri. Tiyatroya düzgün kıyafetle geleceksin, fındık fıstık yemeyeceksin, gürültü yapmayacaksın. Tepebaşı’ında benim çocukluğumda polis kovalardı fındık fıstık satanları. Orda durmayın diye. Adam alır onunla girerdi. Halbu ki ona rağmen ben çocukluğumda girerdim Tepebaşı’na. Babam götürürdü. En önlerde oturduğum halde aktörlerin seslerini duyamazdım. Böyle bir tiyatro.
Sonra her sene Shakespeare’ler çıkıyormuş. Herkes Latince dua ederken Latince bilmeyenler büyük bir huşu içinde dinlerler ya, bizde de seyirci ”Shakesperae bu!” gibi ipe sapa gelmez laflar. Çünkü onun şiiri elden ele gitmiş, ortada böyle iskelet gibi bir şey kalmış. Yani bütün bunlar düşünülmeden “ben Shakespeare hayranıyım, Shakespeare ile başlarım”. Ama hangi Shakaespeare, o Shakespeare mi? Ya bu yazar tiyatrocular dilde oluşturuyorlar, evrensel dilde oluşturuyorlar. Örneğin Rönesans’ın en önemli oyun yazarı Ruzzante’dir. Ruzzante “Commedia Dell’arte”den gelen bir yazardır. Ruzzante kendi dilini oluşturmuş, o dilleri bilmeyen adam da ondan yararlanabiliyor. Şiirsel dil ve öyle şeyler yapıyor. Yansıma diyoruz ona. Yani mırıl mırıl şırıl şırıl varya. Almanca’an Latince’den bütün bu dilleri alıyor. Bunlarla bir dil oluşturuyor. Dil, müzikte nasıl illa bir söz anlamı olmazsa bunda da bir ölçüde olmuyor. Ama oyun gidiyor. Gayet dinamikleşiyor. Bizim orta oyunu Karagöz falan da öyle. Mesela meddah şimdi koruma altına alındı Unesco tarafından. Meddah müthiş bir şey; diyorlar ki modern standup’çılar bunun devamı diye. Uzaktan yakından alakası yok. Meddah bazen otuz gün sürüyor. Bir destanı mesela her gece bir tanesini anlatıyor. Öyle yerinde kesiyor ki, Ramazan’da mesela mutlaka kahveye gelecek onun gerisini dinleyecek. Hatta rüşvet veriyorlar “şu hikayeni biraz değiştir mutlu sona gitsin” diye. Kırsal kesimde de koyun, kuzu, pilav veriyorlar, rüşvet yani. Müthiş şeyler. Şimdi ben Meddah dinlemiş Türkçe bilmeyen yabancıların tanıklığına başvurdum. Bir tanesi anlatıyor:
Oturduğu zaman yanındaki arkadaşı,Türk arkadaşı yani, ”işte şöyle bir şeydir” diyor. Çünkü ordaki sözü anladım diyor. Ben Karagöz’cülerle çeşitl yerlere gittim. Mesela bir tanesiyle Londra’ya gittim. Bir tiyatro da Ferhat ile Şirin oynadı dört gün, dört gün de oradaydım. Başta çok kısa 5dk.lık bir konuşma, şimdiki gibi değil. Uzun uzatmadan Ferhat ile Şirin’i kısaca anlatıyorum. Birinci gece Türk’ler vardı, Türkçe bilen İngiliz’ler vardı. Fakat sonra ikinci, üçüncü, dördüncü gecelerde hiç yoktu, yerli yerince gülüyorlar anlıyorlar. Uzun uzatmadan Ferhat ile Şirin’i kısaca anlatıyorum. Çünkü bir durum yakaladağınız zaman o durum açık biçimde olduğu için terar ediyor. Değişik kişilerce devam ediyor.
Sonra aynı kişi ile, Metin Özden’le yani, Newyork’a gittik, Charston’a gittik. Orda da aynı şekilde oldu. Sonra küçük annemin torunu, ikisi de rahmetli oldu. Torun Çelebi ile Nevzat Açıkgöz. Nevzat Açıkgöz hem sinema yapıyor, hem tiyatro yapıyor, hem çok iyi Karagözcü, kuklacı, hem de illüzyonist. Hepsini çok iyi yapıyordu. O Karagöz oynatıyor ama o defa kukla oynattı. Küçük annemin torunu olan Torun Çelebi de kukla oynattı. Japonya’ya gittik. Önce Fransa’da Charlimosjor diye büyük bir kukla festivali vardı. Oraya gittik. Orda bir sempozyumda bende bir konuşma yaptım. Karagöz üzerine. Hayran kaldılar bunlar. Ondan sonra Japonya’ya gittik. Dikkat edin bundan çok daha büyük salonlarda, onbir değişik tiyatroda temsil verdiler. Ben her defasında 5dk. anlatıyorum. Bu Nevzat Açıkgöz’ün babası da Laleli’de bizim mahallenin camcısıydı. Hatta şöyle bir espri yaptım tanıtırken. Bunun dedim babası, camcıydı. O da Karagözcü’ydü, hokkabaz’dı, medahlık da yapardı falan, hepsinden bir parça yapardı. Nevzat Açıkgöz dedim, çocuklara para verir, çocuklar camlara taş atardı. Ondan sonra İrfan Açıkgöz gelir camları takar falan diye espri yaptım. Japonlar nasıl gülüyorlar. Tabi benim söylediklerim Japonca’ya çeviriliyor. Çıktı, sen dedi babamı dolandırıcı yaptın. Bende bir daha söylemem o zaman dedim. Özür dilerim dedim. Ne olduğunu anladılar, Japonlar bile anladı. Japonlar şakayı o kadar anlamıyorlar da, şaka olduğunu anladılar. Şimdi ben gene çıkacağım, bana dedi ki, ne olur babamın hikayesini gene anlat. Aslında öyle bir şey yok. Benim uydurduğum bir şey. İşte böyle bir şey bu dil. Bir de “şu kişi marifetli” diyorlar. Düşünün, bir adam hem sahneye koyan, hem yazan, hem metin yazarı.
Her defasında metin… Niye Geleneksel Tiyatro’da böyle metin dağıtılmaz? Çünkü o metin bir defalık bir metin. Ertesi gün o metni başka türlü oynatır. Yani bu yaratıcı bir tiyatro, yerinde durmayan bir tiyatro. Onun için bunu anlıyor, bir de görüyor. Tek adam otuz değişik kişiyi konuşturuyor. Kadın sesi çıkartıyor. Karagöz’ün ayrı bir sesi, Hacivat’ın ayrı bir sesi var. Şimdi o Meddah’da da öyle. Adam iki saat bilmediği bir dilde bir adamın hareketlerini, yüzünün aldığı ifadeyi, yani beden dilini kullanıyor. Düşünün bizde beden dili falan yok. Beden dili o kadar önemli ki, hatta şiiri yaratır. Yani Anthony Artho’nun uzağında şiir dediği şey. Balede şiir var, söz yok. Yani ille de şiir sözden çıkmaz. Tiyatronun bütünündeki dilerden şiire varabilirsiniz. Onun için metin, dekor, sakal, bıyık, peruk, aksesuar, beden dili falan. Gözler mesela çok önemli. Bizimkiler gözlerini kullanamıyorlar.
Ben şimdi her gün tiyatro okullarında ders veriyorum. Gelenekel Tiyatro okullarında. Bir gün beni bir sınıfa soktular. İkiyüz öğrenci, ikiyüz öğretmen var. Müzikli bir tiyatro. Batıda opera diyorlar buna. Opera falan değil. Müzik var içinde. 14 yaşında falan çocuklar yere oturmuşlar. Bir de piyanist bir kadın var. Bir de başlarında biri. Tıpkı bale dersi gibi. Piyansit çalıyor, onlar sırasını biliyorlar, kadın da işaret ediyor ama. Yani şu çalınırken ne yapacakalar. Şimdi oturuyorlar 45dk. gözlerini hareket ettiriyorlar. O tarafa bakıyor, bu tarafa bakıyor, yukarıya aşağıya falan. Sonra birini kapatıyor ötekini açıyor. Gözlerine hakim oluyorlar yani. O sınıfta onu öğreniyorlar. Herşeyiyle öğreniyor. Parmakların dili var. Bir eski dil oluşturuyor bunları. Yani biz oturuyoruz gündelik konuşmayı sahneden dinliyoruz. Ne diyor adam? “Aa! diyor seni uzun zamandır görmemiştim. Sorma diyor, uzun zamandır işim çoktu falan. Bunları dinliyoruz. Görecek ne var? Dekor var ama nasıl bir dekor? Hayal gücünü kesen bir dekor. Biblolar asılıyor, dikatimiz dağılıyor, onlara bakıyoruz. Demek ki böyle bir ev olur. Yani hayalimizi hiçbir şekilde işletemiyoruz böyle bir tiyatroda. Sözler de çok açık seçik belli. Yani söylenecek başka bir şey yok. Hareket dersin, hareketleri kullanamıyor. Halbuki bunların bir bütün oluşturması lazım.
Tanzimat’ta bu oluyor mu? Tanzimatta bu olmuyor ama başka bir şey oluyor. Mesela Güllü Agop bunu kurduğu zaman, bu Osmanlı Tiyatrosunu… Osmanlı Tiyatrosu kitabımdan bahsedeyim size biraz. Bu 1976 da çıktı ve Fakülte Yayınlarından çıktı. Bin tane basmışlar. Fakülte yayınlarının basıldığını o binadaki yerini ben bile bilmiyordum. Orda otuz sene sarfetmişim. Orada öyle hediye ediyorlar, hocalara oradakilere. Bir kaç meraklı belki geliyor oradan satın alıyor. Kimsenin haberi olmadı bu Osmanlı Tiyatrosu kitabımdan. Gel zaman git zaman bu Dost Yayınları var Ankara’da. Büyük de kitapçıları var. Üç dört tane kitapçısı var, en büyük kitapçılardan birisi, ama yayınlar da yapıyor, çok da güzel yayınlar yapıyor. Onun yayıncısı da benim öğrencimdi. Argos diye bir dergi çıkardı, kalın br dergi. Orada tiyatro yayınlarını yönetiyor. Hocam, dedi bize de yaz bir şey. Olur dedim. Osmanlı Tiyayrosunun yeniden basalım ama onda olmayan bol resimleri koyalım. Onda hiç resim yoktu. Bunda büyük bir albüm var. Bütün artistlerin resimleri, temsil resimleri, Tanzimattaki resimler var. Fakat bir kitabım daha çıktı. Kanuni Süleyman. Bale de, opera da, yani dışarıdaki buradaki değil. Halka da yapılan şeyler. Altmış kadar opera var yalnız Kanuni üzerine. Mozart’ın bile Kanuni üzerine operası var. Şimdi bu kitapları bastı. Bu adamın yani başındaki sahibinin bir kuralı var. İlan vermiyor, kimseye kitabı göndermiyor, yani meraklılarına bazen yazı yazıyorlar ya kitap hakkında, kitabı tanıtan yazılar yazılıyor, bu onu yapmıyor. Kitap fuarlarına katılmıyor. Benim aynı Fakülte de çıktığı gibi, Osmanlı Tiyatrosu’nun yeni genişletilmiş ve resimli baskısından pek az kimsenin haberi oldu. Bu yüzden, diyormuş ki meraklısı onu bulur ergeç. Burada kitapçılarda da ben sordum, çoğunda yok bu kitap. Kitaplaırın ikisi de yok. Ankara’ya gitmek lazım. Dost Yayınlarından onu almak lazım.
Burada keseyim ve size imkan vereyim. Zamanı iyi idare edemedim. Ama olsun yine de iyi bir kontakt kurduk zannediyorum. Aynı fikirde misiniz bilmiyorum. Ben de araya kişisel fikirlerimi sıkıştırmış oldum. Tarihçilikten öte bir şey oldu. Bu yarım saat içinde söyleyemediğim şeyleri tamamlarım.
Soru:
Eğitim Fakültesinde tiyatro canlandırma okutuyorum. Yani Türkiye’de 1998’den bu tarafa bazı değişiklikler oluyor. İstanbul’daki Eğitim Fakültelerinde, (35 tane Eğitim Fakültesi var) Türkçe Öğretmenliği ve Sınıf öğretmenliği bölümlerinde tiyatro dersleri var. Uygulamaya dönük ders olarak öğretiliyor. 3 senedir bu dersi okutuyorum. Her sene çocuklarla beraber 10’ar tane sahneye konuluyor. 10 oyundaki başarılarına göre sınıf geçmelerini sağlayabiliyoruz. Yani 98’den sonra tiyatro eğitimine, Eğitim Fakültelerine önem verildi. Çocuk Tiyatrosu ağırlıkla oynatıyoruz. Tanzimat döneminde çocuk Tiyatrosu yoktu. 2.Meşrutiyet’te, uzantısında 1915’den itibaren, çocuklara yönelik oyunlar oynanmaya başlandı. Muhsin Ertuğrul tiyatroya katkısını değil de, bu Çocuk Tiyatrolarını kurması, başlatması. Çocuk Tiyatrolarında Sovyetler Birliği’nden, Moskova’dan oyunlar alınmıştı. Acaba Bölge Tiyatroları da Sovyetler Birliği’nden Moskova’dan alınabilir mi?
Cevap:
Yoo orda Bölge Tiyatroları yok. Orda her şehirde sirk var, tiyatro da var, hepsi var. Şimdi o bahsettiğiniz Natalya Sats. O müthiş bi kadın. Ben Moskova’da 1962’de iki ay kaldım. Pazar sabahları o tiyatroya giderdim. Bizde o büyüklükte tyatro yok. Çocuk ve Gençlik Tiyatrosu Natalya Sats’ın kurduğu. Fakat bu Stalin bir çok tiyatrocunun canına okuduğu gibi, canına okudu Natalya Sats’ın. En büyük merakım, çünki Çocuk Tiyatrosunun anası diyebilirim. Gerçekten de dediğiniz doğrudur. Muhsin Ertuğrul Moskova’dan buraya getirmiştir. Fakat çok da iyi yürüdüğünü söyleyemem çocuk tiyatrosunun. Bence Çocuk Tiyatrosu yaratıcı tiyatro olmalı. Şimdi Ankara Üniversitesi’ndeki Eğitim Fakültesi’nde İnci San çocukluk arkadaşım, o bir şeye başladı. Orada yaratıcı drama, yani kolektif olaraktan bir oyunu yaratma. Bu çok önemli. Şimdi bunu tedavide bile kullanıyorlar. Yani birtakım ruhi sıkıntısı olanlara psikolojik drama dedikleri olay. Bunlar yapılıyor ve bu Türkiye’de de başladı. Fakat Fransa’da falan çocuklara bunları yaptırıyorlar. O kadar güzel neticeler alınıyor ki, çocuk resimleri gibi bu yaratıcı drama da aynı şekilde onları yaratıcılığa itiyor. Yani böyle yapmalı. Yoksa filanca metni alayım da bunlar oynasınlar bunu, öyle değil. Natalya Sats’dan sonra Çocuk Tiyatrosunda çok büyük değişiklikler oldu. Natalya Sats, maalesef itiraf ettiler bana, Stalin zamanında öldürüldü, yok edildi.
Başka bir soru üzerine Şair Evlenmesi ile ilgili Metin And’ın cevabı:
Şair Evlenmesi İbrahim Şinasi’nin. Doğrusu metin burada duruyor ama köprüden çok sular geçti. Ben bunları unuttum ama, aslında belki İbrahim Şinasi’nin kendisidir o Müjdat Bey. Yani tam Avrupai bir adam, tam Tanzimat aydını.
Bugünkü tiyatronun durumuyla ilgili. İlgilenmiyorum diyordunuz da (15 yıldır) neden ilgilenmemeye başladığımı burasını geç saatlere kadar tutarsak vereceğim. Bu arada başka bir şey söyleyeyim size. Bu aslında olacak. Ben bir türlü başka işlerden bunu tamamlayamadım. Geçen yıl Mayıs ayında Türkiye Bilimler Akademisi’nde, onların bir serisi var, bir konuşma istediler benden. Ben de uzun uzun düşündüm. Konuşmanın başlığı şöyle: Tiyatro öldü mü? İkinci soru: Yoksa yeniden mi doğacak?
O konuşmayı bulayım. Olduğu gibi geniş bir konuyu bir disiplinle kapatmak çok zor oluyor. Çünkü ben bu Tanzimat dersini bütün bir sene veriyordum. İki senede Tanzmimat ve tiyatrosunu, üçüncü sene de Meşrutiyet Tiyatrsosunu, dördüncü sene de Cumhuriyet Tiyatrosunu veriyordum. Onun için bunu özetlemek oldukça zor. Aynı şey tiyatroda da olur. Yalnız şuna güvendim. Onlar da teybe almışlar bana getirdikleri yazı olaraktan. Benim istediğim bu değildi. Ben dedim bunu kitap için ayrıca yazacağım. Bu çıktığı zaman biraz geniş olacak. Benim konuşmamın birkaç misli olacak. Burada hepsi açıklanacak. Canlılar gibi tiyatro ölebiliyor, doğabiliyor hiç yoktan. Tanzimat işte öyledir, hiç yoktan doğmuştur. Düşünün; seyirci yok, tiyatro binası yok, aktör yok, oyun yazarı yok. Hiç bir şey yokken birden bire fışkırıyor. Bizim bugün Devlet Tiyatrosu’nda yapamadığımız pek çok şey Osmanlı Tiayatrosu’nda yapılıyor. Komite var. Komitede yazarlar Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Ali Bey falan, Ermeni aktörlerin telaffuzunu düzeltiyorlar. Aslında Güllü Agop çok esaslı. Güllü Agop seyirciyi tiyatroya alıştırmak için seyircinin bildiği konularda oyunların yapılmasını istiyor. O tiyatroculuk bilgisini koyuyor, Midar Efendi yazarlığını koyuyor, birlikte çalışaraktan bu oyunları ortaya koyuyorlar. Mesela neler? Leyle ile Mecnun; çok esaslı bir temsilmiş. Bunu gazatelerden öğreniyoruz. Müzik de koyuyorlar içine, metni günümüze ulaşmadı. Ondan sonra Tayyarzade veya Binbirdirek, bu da eski bir halk hikayesi. Sonra Arzu ile Kanber falan.
BİTTİ..
Son Yorumlar