Çocuğa yönelik şiddet açısından bir roman incelemesi: Boyalı Kuş

Aziz ŞEKER

Aziz ŞEKER

Romana geçmeden önce trajik bir hayatı olan yazarının üzerine birkaç cümle kurmak gerekir. Jerzy Kosınskı, 14 Haziran 1933 yılında Polonya’nın Lodz kentinde doğdu. Altı yaşında, İkinci dünya Savaşı nedeniyle evinden ayrılmak zorunda kaldı. Bu acılarla dolu bir yaşamın da başlangıcı oldu. Nazi işgalindeki Doğu Avrupa’da çeşitli köylerde ırgatlık, hayvan bakıcılığı, çiftçilik yaptı. Dokuz yaşındayken köylülerle yapılan bir çatışmada konuşma yeteneğini yitiren Kosınskı, beş yılı aşkın bir süre hiç konuşmadı. Savaş sonunda anne ve babasıyla yine bir araya gelen Kosınskı, sakat çocukların gittiği bir okula yerleştirildi. Tatile gittiğinde, bu kez bir kayak kazası sonucunda konuşma yeteneğine kavuştu.[1]

Kosınskı kendisini bir gölge gibi izleyen geçmişinden kopamadı. 3 Mayıs 1991 günü eşi Katerina onu banyoda başına geçirilmiş plastik torbayla ölü buldu. Romanlarındaki şiddet ve korku ölümüne de egemen olmuş, kahramanları gibi değişik bir ölüm yöntemi seçmişti. Kosınskı, yaşadıklarını yazan, yazdıklarını yaşayan bir yazardı. İnsanın acımasız, saldırgan, kötü yanlarını serinkanlılıkla gözledi ve şiddetin şiirini yazdı. Artık yazamayacağını anladığında ise, hep kolkola yaşadığı ölümle bütünleşti.[2] İşte Boyalı Kuş’un yazarı böyle bir yaşam biçimine sahipti. Dolayısıyla bu kısım romanın havası hakkında şimdiden az çok bir bilgi veriyor.

Şiddet: İnsanlarda şiddet kullanma, kanuna uymamak, kişiye zarar vermek, hakaret etmek, onurunu kırmak, sükûnet ve huzura son vermek; birinin hakkını çiğnemek, hırpalamak, incitmek, canını acıtmak için zor kullanmak; yıkıcı aşırı davranışlarda bulunmak, aşırı derecede öfke ifade etmek şekillerinde kendini gösteren davranışlar olarak kavramsallaştırılmaktadır.[3] Romanda bu kavramı enine boyuna görüyoruz. Roman kahramanımızın yaşayacakları tam anlamıyla şiddet kavramıyla örtüşmektedir. Roman kahramanız şiddet sarmalında yaşayan yalnız kalmış bir çocuktur. Orta Avrupa’da bulunan ailesi Nazi zulmünden çocuklarını uzak tutmaya çalışırken savaş sonrasında çocuklarına ulaşacaklarını planlayarak bir adama verirler. Ancak yaşanan bazı olaylar adamın kaybolmasına neden olur. Çocuk ise İkinci Dünya Savaşının dört yılı boyunca, Orta Avrupa’nın en geri yerleri arasında sayılan gezindiği bu köylerin halkı tarafından esmer, kara kaşlı ve kara gözlü olması nedeniyle bir Çingene, bir Yahudi olarak nitelendirildi.

Almanların cezalarının da korkusu eklenince, gittiği yerlerde şiddetin, dışlanmanın birçok çeşidine maruz kaldı. Öte yandan bölgenin Almanlar tarafından işgali halkın yoksulluğunu, sefaletini, vahşetini, daha da arttırdı.[4] Adını romanda göremediğimiz çocuk kahramanımız, önce yaşlı Marta’nın kulübesine yerleşir. Marta’ya göre, “Tanrı’ya küfreden bir Çingene ve Şeytan’ın piçi”ydi kahramanımız.[5]

Marta’nın ölümüyle kahramanımız anne ve babasını arayarak yürür gider yeni köylere doğru. Artık başka başka yaşamlara tanık olacaktır. Yürüyüşü onu gerisin geri köye götürür. Onu orada ölüm gibi bir şiddet beklemektedir: “Adamın biri, tırmığıyla arkama vurdu, yana sıçradım. Bir başkası yabasını batırdı. Bağırarak geriledim.”[6] Sonrasında taş yağmuru, şaklayan kırbaçlar ve bir torbaya konup bir ahıra götürülüşü… Bir çiftçinin yanında kırbaç altında geçen günlerden sonra onu, “Bilgiç Olga” isimli biri boynuna ip geçirerek alır gider. Olga’nın kulübesinde ormandan çalı çırpı toplatma, hayvanlara bakmaya kadar birçok iş görür. Olga için, ‘Kara Çocuk’tur. Onun birtür kötü ruhlu bir insan olduğu konusunda kuşkusu yoktu Olga’nın. Kahramanımızı burada ırmağa atarlar. Irmaktan sağ çıkar, yollarda yürür, acımasızlık ve anlayışsızlıktan başka bir şeyle karşılaşmaz. Köylülerin “Kıskanç” diye adlandırdıkları bir değirmencinin yanına yerleşir. Şiddet dolu ev ortamından ayrılır. Gittiği her yerde şiddet insanların günlük dilidir adeta. Bir yaşam tarzı haline gelmiştir.

Kahramanımız kitaba adını veren olayla da bizleri tanıştıracaktır. İşte buna örnek kuş satıcısı Lekh’in yanında geçen günleridir. Lekh çok, küçük, zayıf ve hafif olduğu için onu yanına alır. Lekh’in ulaşamadığı yerlere ağ kurar. Lekh’in kuşlarla ilgili yaptıkları hakkında bilgi de verir kahramanımız.

Lekh, yine ormanda yaşayan ve dramatik bir geçmişi olan sevgilisi Ludmilla’yı (daha sonra köylü kadınlar tarafından linç edilerek öldürülür) görmediği günlerde acımasızlığı üzerindedir. Küçük kahramanımızın anlatımıyla: “O zaman büyük bir kızgınlık, gizliden gizliye kemirirdi Lekh’in içini. Gözlerini kuşlara diker, saatler boyunca kendi kendine homurdanırdı. Uzun uzun ve günlerce düşündükten sonra en güzel kuşlardan birini seçerdi. Kuşu bileğine bağladıktan sonra, bir sürü garip şeyi birbirine karıştırıp kokulu bir boya elde eder, değişik renklerde, kutu kutu hazırlardı bu boyadan. Sonra kuşun başını, kanatlarını, boynunu ebemkuşağı renkleriyle bezer, tüylerine bir demet yabani çiçeğin gözkamaştırıcı parlaklığını verirdi. Sonra ormanın içlerine yürürdük birlikte. Epey ilerledikten sonra Lekh durur, kuşu bileğinden çözüp bana verir ve ayaklarından tutarak sallamamı isterdi. Boyalı kuş söylenir durur, bağrışına gelen bir sürü kuş, tepemizde dönmeye başlardı. Onlara ulaşmak isteyen tutsak debelenir, bütün gücüyle öter, boyalı boynunun içinde kalbi delice atardı. Tepemizde yeteri kadar kuş toplandığına inanırsa, Lekh, bir işaretle tutsağı koyvermemi isterdi. Bulutların üstündeki küçük ebemkuşağı, mutlu ve özgür, yükselip kardeşlerinin gürültücü sürüsüne katılırdı. Diğerleri bir süre şaşkın bakarken benzerini görmedikleri kuş, boşu boşuna kendilerinden biri olduğuna onları inandırmaya çalışırdı. Parlak renklerin iyice şaşırttığı kuşlar onu kuşkuyla inceler, sonra birbiri ardından saldırıp boyalı tüylerini gagalayıp yolmaya koyulurlardı. Tüysüz ve kan içinde kalan zavallı kuş havada duramaz, düşerdi. Aynı sahne sık sık tekrarlanır, kurbanlarımızı hep ölü bulurduk. Gövdelerindeki gaga izleriyle yaraları dikkatle yayar, renkli kanatlardan sızan ve boyaya karışan kan, kuşçunun eline bulaşırdı. Ama Deli Ludmilla gelmezdi bir türlü. Hayal kırıklığına uğramış somurtuk Lekh, kuşları birer birer kafesten çıkarıp boyar, acımasız, benzerlerine teslim ederdi onları.”[7] Ludmilla’nın ölümünden sonra, kahramanımız Lekh’in yanından ayrılır. Boyalı Kuş, roman kahramanımıza ne kadar da benziyor aslında. İnsan gruplarının içine girdikçe dışlanan, ötekileştirilen ve kabul edilmeyen biri olarak görünür. Nedeni onlardan biri olmamasıdır. Bu durum onu diğer insanlar tarafından şiddetin nesnesi haline getirmiştir. En kolay şiddet mağdurları hep ötekileştirilenler arasından çıkar…

Dülger ve karısının yanına yerleşir. Burada da kara saçlarının yıldırım çekeceği sanısı vardır. Fırtınalı, “günlerde Dülger sırtına kalın bir ceket alır, haç çıkara çıkara ayak bileğime bir zincir geçirir, zincirin bir ucunu da, kullanılmayan eski ve ağır bir koşum takımına bağlardı. Gökyüzüne ikide bir ışıklar çizen şimşeklerle fırtınanın gürültüsü arasında beni arabasına bindirir, öküzlerini kamçılayarak beni köyden ve ağaçlıklardan uzak bir tarlaya götürüp bırakırdı. Zincir ve koşum takımı yüzünden kendi kendime köye dönemeyeceğimi bilirdi. Uzaklaşan arabanın sesini dinleyerek tek başına, korku içinde beklerdim. İlkin yanıma yıldırım düşer, uzaklardaki kulübeleri bir an aydınlatıp yeniden karanlığa gömerdi. Kemik beyazlığındaki ay, sabah olup da yerini solgun güneşe bırakınca arabasına atlıyan Dülger gelir, beni çiftliğe geri götürürdü.”[8] Batıl inançlarına yenik düşen köylülerin şiddetini yönlendirdikleri bir beden olur, O. Şiddetin yansıması bir süre sonra kahramanımızda ürün verir: Dülger’den dayak yediği bir günün ertesinde eski bir harabede hazine göstereceğini söyler. Elleri bağlı kahramanımız Dülger’i hazine diye farelerin kımıl kımıl olduğu bir karanlık çukura iter. Ölümüne neden olur. Başka bir köye sığınır. Köyün muhtarı olan demircinin yanına yerleşir. Rahattır: “Zaman zaman kafayı tütsüleyen köylüler, onlara kötülükten başka bir şey getirmeyeceğimi, köyde bir Çingene bulurlarsa Almanların bütün köy halkını cezalandıracaklarını söylerlerdi.”[9] Bir gece Kızıl partizanlara yardım ettiği gerekçesiyle demirci öldürülür. Kahramanımız da yakalanır, dövülerek Çingene olduğu için Almanlara teslim edilmeye götürülür. Bunlar Beyaz partizanlardı. Nazi yanlıları. Yaşlı bir Alman askeri onu öldürmek için ormana sürükler. Ancak kaçmasına izin verir. Siyasi şiddetin yöneldiği çocuk kurbandır. Aslında, “kimse istemiyordu beni…”[10] diye özetlediği bu cümle yaşamını yansıtır.

Başka bir köyde Yahudi ve Çingene olmadığına ikna etmeye çalışır köylüleri. Burada yüzüne tüküren, tokatlayan, onu gördüğünde başını önüne eğen, göz göze gelmenin kötülük getireceği sanısıyla yaşayan insanların arasındadır. Nazilerin Balkanlarda yakıp yıktığı günlerdir: “Almanların dünyayı, esmer, kara gözlü, kara saçlı, uzun burunlulardan temizlemeye kararlı oldukları gerçekse benim yaşam şansım yok gibiydi. Er geç ellerine düşecek, bundan önceki gibi kısmetli olmayacaktım herhalde.”[11] Bu köyde kiliseye gitmeye başlar. Yol boyu etrafını saran çocukların saldırısına uğrardı. O gördüğü şiddet karşısında bir şeyler yapmaya çalışsa da kendi haklılığı görünmez bile, sığındığı köyden gönderilirdi. Başka bir köyde yazgısını aramayı sürdürür. Köy halkının yoksul olduğu bir çiftlikte çalışmak ister. Köylülerin şüphe dolu bakışları altında çalışır. Mantar topladıkları bir gün gördükleri aslında Nazi faşizminin bir dışavurumudur: “Bir gün, değişik bir tren çıktı ortaya. Hayvan vagonlarına bir sürü insan doldurulmuştu. İstasyonda çalışan adamlar bunların tutuklanıp ölüm cezasına çarptırılan Yahudilerle Çingeneler olduğunu söylediler. Gençler, yaşlılar, erkekler, kadınlar, çocuklar; hatta bebekler bile vardı aralarında. Çevredeki köylülerden birkaçı, toplama kampı yapımında çalışıyor, garip hikâyeler anlatıyorlardı. Köylülerin anlattıklarına göre, trenden inişte Yahudiler gruplara ayrılıyor, çırılçıplak soyuluyor, neleri varsa ellerinden alınıyordu. Saçları kesilip şilte yapımında kullanılıyordu. Almanlar ağızlarını açtırıp dişlerini de inceliyor, altın olanları oracıkta söküveriyorlardı. Gaz odalarıyla fırınlara bunca insan yetmiyor; gaz odalarında can verenlerin çoğu toplama kampının çevresine kazılan çukurlara atılıyordu.”[12]

Savaş insanoğlunu acımasız kılıyor, kusursuz bir katil haline getiriyordu.

Yahudiler o bölgede yaşayan köylüler için bir öfke bir öteki ekseniydi. Öyle ki bazıları, “Yahudi ölüsünden insanlarla hayvanlara bulaşıcı hastalık geçeceğine inanmıştı.”[13]

Alman devriyelerine yakalanır, onu yaralı bir köylüyle polis merkezine götürürler, yol boyunca başından geçenler taş ve saldırı yağmurudur. Alman askerleri tarafından bir Papaza verilir. Papaz bakması için Garbos isimli bir köylünün yanına yerleştirir. Ne ki Garbos da her gün döverdi. Ona göre: “Otlak, kümes ya da ahırdan her dönüşümde Garbos, yeni işkence ve falaka yöntemlerini denerdi üzerimde.”[14] Garbos bununla kalmaz köpeği Judası da yeri geldiğinde saldırtırdı. Bu arada Papaza olan sevgisi nedeniyle kiliseye gitmeyi ihmal etmiyordu. Bir gün kilisedeki bir ayinde kutsal kitabı ve tepsiyi düşürdüğü için kalabalık tarafından dövülerek, ellerinden kollarından yakalanıp lağım çukuruna atılır. Kurtulur ama, sesini kaybetmiştir: “Ormanda, genç çobanların eline düştüğümde umutsuzluğa kapılmıştım. Beni köyün muhtarına götürmekle yetindiler. Muhtar, yaram olmadığını, haç çıkarmayı da bildiğimi anlayınca beni Makar adlı çiftçinin yanına yerleştirdi.”[15]

Kızıyla ve oğluyla yaşayan Makar’ın ve çocuklarının yaşamı saçmalıklar, psikolojik bozukluklar üzerine kuruludur. Makar’ın kesmesini istediği bir tavşanı kahramanımız yarı canlı bırakınca karnına yediği tekmeyle günlerce boş bir kafese hapsedilir. Zaman böyle geçerken Almanlar üzerine düşünmeyi de ihmal etmezdi: “Almanları kimse durduramazdı. Yenilemezlerdi, işlerini gerçek bir ustalıkla görüyorlardı. Diğer ülkelere nefret tohumları saçıyor, koca koca ulusları yok edebiliyorlardı. Her Alman, ruhunu doğar doğmaz şeytana satmış olmalıydı. Güçlerinin sırrı burada aranmalıydı.”[16]

Ve iç tartışmalarından birinde, “kara kafeslerin tepesinde her yanım ter içinde kalmıştım. Ne kadar çok insandan nefret ediyordum ben de. Bir gün geri dönüp evlerini ateşe vermeyi, çocuklarıyla hayvanlarını zehirlemeyi, onları dipsiz bataklıklara çekmeyi kaç kere düşlemiştim… Bendeki nefret duygusunun kötülük arzusunun, zararlı otlar gibi hızla büyüyeceğini bilmeleri gerekirdi.”[17] Yönündeki değerlendirmesi şiddet görenin ya da istismar edilenin uygun zemini bulduğunda benzer şeyleri yapabileceği açıklamasını doğrular gibiydi. Köyden kaçar. Yine yolda, “Çingene! Uğursuz çingenenin biri!”[18] sataşmalarıyla çocukların saldırısına uğrar. Buz tutmuş bir gölün kırılmış yerinden içine atılır: “Beni boğduklarına inanan çocuklar, sopayı bırakmış olmalıydılar.”[19] Gölden çıkar, donmaya yatarken ihtiyar bir kadın bulur onu.

Hayata sevgiyle dokunan insan sayısı ne kadar da az bu romanda.

“Pek anlamadığım bir diller- konuşuyor, bana ‘zavallı çingenem, serseri Yahudim’ diyordu. Önceleri inanmazdı dilsiz olduğuma. Ağzımın içini inceliyor boğazımı yokluyor korkup bağırmamı bekliyordu. Kısa bir süre sonra bundan vazgeçti. Adının Labina olduğunu söyledi. Mutluydum, rahattım yanında. Onu çok seviyordum. Beni Almanlara teslim etmesini söyleyen köylülere kulak asmaz, küfrü basardı hepsine. Herkesin Tanrı karşısında eşit sayıldığını, birkaç kuruş için soydaşlarını satan kalleşlerden olmadığını söylerdi.”[20]

Labina’nın ölümü üzerine buradan da ayrılır. Her köyde farklı yaşam öyküleri ve değişmeyen tek şey şiddetin günlük sıradanlığı… Gittiği köyde Alman destekli Kalmuk’ların saldırısı başlar. Tecavüzler, öldürmeler, yakmalar. Kendisi de dipçiklenir. Ama uzun sürmez Kızılordu Sovyet askerleri köye girerler. Kalmuklar asılır. Kahramanımız, “ateşten titreyerek, Sovyet askerlerine gider.”[21]

“Birkaç hafta sonra, birliğin hastanesinden taburcu edildiğimde Kalmuk askerinin dipçiğinin ciğerimde açtığı delik kapanmıştı. Acı çekmiyordum artık. 1944 yılı sonbaharı.”[22] Sovyet ordusundan Gavrila’nın dersleri Kahramanımızın usunda aydınlığı getirir. Gavrila siyasi eğitimiyle uğraşırken, Mitka edebiyat eğitimi verir. O da kendi içindeki kavgasıyla hesaplaşır… Ayrılık günü gelir. Bulunmuş çocukların kaldığı bir yurda yerleştirilir. Gavrila’dan, Mitka’dan ve diğer dostlarından ayrılması zor gelir biraz ona.

Yurt yaşantısı, tam bir keşmekeş ve kavga ortamıdır. Şiddetin sosyalize ettiği yurtta arkadaşı Sessiz ile yurttan kaçar, olaylara karışır. Her ne kadar ailesinin bir bombardıman esnasında öldüğünü söylese de, anne ve babası birgün çıkagelir. Yabancı davranmak ister. Belki de o büyük terk edişin karşılığını vermek ister: “Kurtulamazdım artık. Gavrila, sık sık anneyle babanın çocuk üzerinde hakkı olduğunu söylerdi. On iki yaşındaydım henüz reşit olmamıştım. İstemeseler bile beni götürmek zorundaydılar. Beni dövecek kişilere benzemiyorlardı. Tersine, utangaç, dokunaklı bir görünüşleri vardı. Kaçmayı göze alamıyordum bir türlü. Annem olan yüzü yaşlı kadınla, elleri titreyen babama bakıyordum. Gizli bir güç beni orada tutuyordu. Mağlûp edilemeyen bir içgüdüyle benzerlerine koşan Lekh’in boyalı kuşu gibiydim.”[23]

Günler insanlarla arasındaki uyuşmazlıklarla, kavgalarla, yeni bir hayata hazırlanmakla sürer. Ancak çocukluğunu geçirdiği koşullar onda telafisi zor değişiklikler, psikososyal davranış bozuklukları, anti-sosyal davranış eğilimleri oluşturmuştu. Geceleri sokaklara kaçıyor. Parklara takılıyor. Esrar-eroin tacirleri tarafından getir-götürcü olarak kullanılacak hale geliyordu… Öte yandan onda insan sevgisini, kendisine olan saygısını ilk yeşerten Kızılordu elemanlarından Gavrila ve Mitka dostlarını ise hep beklemeyi sürdürdü, özledi onları… Ailesinin gönderdiği bir kayak eğitim merkezinde geçirdiği kazadan sonra hastaneye yatırılır… Hastanedeyken bir telefon gelir. Telefonun diğer uçunda belki de beklediği bir dost vardı: “Heceleri, sözcükleri, cümleleri, Mitka’nın şarkılarını tekrarladım. Uzak, çok uzak bir köy kilisesinde yitirdiğim sesim, geri gelip beni bulmuştu…”[24]

Boyalı Kuş romanı ikinci dünya savaşının büyük insan kitlelerini etkisi altına aldığı Nazi Almanya’sının dünya halkları üzerinde bir zulüm kılıcı gibi sallandığı milyonlarca insanın katledildiği tarihsel koşullarda geçer. Yazar, öteki kılınmış; şiddetin türlü boyutları üzerinde uygulanmış bir çocuğun romanını kaleme alırken arka plandaki siyasal-devlet şiddetini gözler önüne sermektedir. Öyle ya yazarlar, romanlarda her zaman şiddet olaylarına karşı olduklarını hissettirirler. Şiddet, romanlardaki karakterler bağlamında kötülüğün göstergesidir. Şiddet kullananlar dengesiz, ahlaksız, para hırsı olan, kıskanç, tutucu, zorba, yozlaşmış, sevgisiz insanlardır. Şiddet, bu insanlardaki sahiplenme ve hâkim olma arzusunun bir uzantısıdır. Bu yüzden de tabii olarak şiddet kullananlar genelde erkeklerdir.[25]

Boyalı Kuş insanların yok etme dürtülerinin nasıl ortaya çıktığını, insan ilişkilerinin gelmiş olduğu düzeyi vermekle birlikte ötekileştirmenin insan toplumları arasında nasıl kabul gördüğünü bir çocuğu anlatarak veriyor. Bu yönleriyle bir çocuğun psikososyal yaşamını aktarırken onun şiddet ve istismar karşısındaki tutumunu algılatıyor okuyucuya. Sevginin hele hele içinde çocuk sevgisi olmayan kör inançlarının, sefaletlerinin umutsuz militanı olan insanların barbarlıkları romandan gözlerimizi bir an dünyaya çevirmemize neden oluyor, Yüzyılımızda Ortadoğu başta olmak üzere Dünyanın birçok bölgesinde çocukların katledildiği savaşlar hâlâ sürüyorken romanda geçenlerin doğruluğundan dahi şüphe etmeyesi geliyor insanın…

Son söz, sevgisiz insanın işidir şiddet…

Kaynaklar:

[1] Kosınskı, Jerzy: Boyalı Kuş. Çev. Aydın Emeç. E Yay. İstanbul, 2001, s. 7
[2] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 8
[3]Ardalı, Cahit. Erten, Yavuz: Saldırganlık, Şiddet ve Terörün Psikososyal Yapıları. Ed. Özlem Solok. Şiddet. Sayı:6-7 Kış-Bahar 1996. YKY. İstanbul, s. 143-163
[4] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 12
[5]Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 16
[6] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 22
[7] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 47
[8]Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 52
[9] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 57
[10]Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 65
[11] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: .74
[12]Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 78-79
[13] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 82
[14]Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 200: 97
[15]Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 109
[16] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 116
[17] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 116
[18] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 119
[19] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 120
[20] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 123-124
[21] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 137
[22] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 139
[23] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 166
[24] Kosınskı, Jerzy: A.g.e., 2001: 172
[25]Esen, Nüket: Türk Romanında Aile İçi Şiddet Teması. Ed. Özlem Solok. Şiddet. Sayı:6-7 Kış-Bahar 1996. YKY. İstanbul, s. 323-326

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.