Nasuh Mahruki: “Vatan lafla değil, eylemle sevilir!”

“VATAN LAFLA DEĞİL EYLEMLE SEVİLİR”

Gezgin Dost A. Rüştü Hatipoğlu’na içten sevgilerimle…

“Vatan lafla değil eylemle sevilir…  Bu ifade gözüme ilk çarptığında aklımdan geçen şu olmuştu: “Mahruki, o tek cümlesini kurmuş işte.”

Çoğu zaman, insanların -çok önemli işlere imza atmış birinin bile- bu dünyaya tek cümle kurabilmek adına geldiğine inanırım. Yaşamınız boyunca çok işi başarabilir, çok önemli sözlerin sahibi olabilirsiniz; ancak kuracağınız bir cümle vardır ki o cümleyi kurduktan sonra o dakikada ölseniz ne çıkar?

Hayır, bu salt bir kitap adı gibi gelmedi bana… Bu olsa olsa Nasuh’un ‘o tek cümlesi’ diye düşündüm; yıllar öncesinden yola çıkmış, birikerek bugüne ulaşmış bir isyan çığlığı…” Süreyya KÖLE

S.KÖLE: Nereden başlayacağınıza siz karar verin, o çığlığı bizim için tekrar, belki de en başından yola çıkarın isterim. Ne oldu da siz bir kitap kapağından sesinizi yükseltmek zorunda kaldınız?

N.MAHRUKİ: Aslında bu çok genel  ve hayatın her alanında geçerliliği olan bir söz. Bir şeyi gerçekten seviyorsanız, o zaman insanın doğal olarak yapacağı şey, sevdiği şeyin daha iyi olmasına çaba göstermektir. Duygularınızın, davranışlarınıza yansıması halinde bir anlamın olacağına inanıyorum. Hele vatan sevgisi gibi içinin doldurulması gerçekten çok zor, yüksek bir değer, eylem ve davranışla da taçlandırılmazsa, desteklenmezse o sevdiğiniz şeye bir faydası olmuyor; yani bu dağları uzaktan sevmek gibi bir şey.

Bu tabii ki, böyle bir sevgiyi yaşamış olmaktan dolayı o kişinin duygularını tatmin edecektir, egosunu besleyecektir; ancak öte yandan, bu, işin karşı tarafına hiçbir fayda sağlamaz. Hele vatan gibi yüksek bir değere duyulan sevgiyse söz konusu olan, bu kesinlikle davranışlarınıza yansımalı; gün içerisindeki her tür kararınızda, söyleminizde, eyleminizde bu yaklaşımınızın hayatınızı etkiliyor ve yönlendiriyor olması gerekiyor.

Ben buna inanıyorum; bu nedenle de bu kitabın adını böyle koydum. Bizim AKUT’ta arkadaşlarımızla yıllardır yaptığımız, yapmaya çalıştığımız şey aslında vatan sevginin elle tutulur hale getirilmesi, bu duygunun eyleme dönüştürülmesidir.

S.KÖLE: Nasuh Mahruki’yi birileri hâlâ “Dağcı” ya da “Hayat kurtaran adam” olarak adlandıradursun, karşımızda bir yazar var aslında. “Vatan lafla değil eylemle sevilir” altıncı kitabınız diye biliyorum. Bu anlamda, bizi “Yazar Mahruki”yle tanıştırmanızı isterim. Yazmaya nasıl başladınız?

N.MAHRUKİ: Gerçekten yazmaktan çok keyif alıyorum. Kelimelerle kendimi daha iyi ifade edebildiğimi keşfettiğim andan itibaren, yazmak, hayatımdaki odak noktalarımdan biri oldu. Yaşadığımı, gördüğümü, edindiğim deneyim ve kazanımları başkaları ile paylaşmak benim için çok önemli. Ben ve arkadaşlarımın böyle bir şansı olmadı açıkçası. AKUT’u ilk kurduğumuz dönemlerde önümüzde örnek alabileceğimiz, bakabileceğimiz bir model yoktu. O zaman biz böyle her şeyi deneyerek, hatta zaman zaman hatalar da yaparak –Allahtan küçük hatalar yaparak- bir şekilde buralara kadar geldik. Şimdi bu ve benzeri tecrübelerimi paylaşabilmek, benden sonraki kuşaklara daha etkili bırakabilmek adına; fotoğraf çekmekten, video çekmekten, bunları yazmaktan, makale ve kitap haline getirmekten çok keyif aldığımı söylemeliyim.

Dediğim gibi, yazmak benim odak noktalarımdan biri; çünkü bana paylaşma fırsatı veriyor. Düşüncelerimi, tespitlerimi doğrudan, kendi cümlelerimle, kendi kurgumla, kendi kurduğum mantıkla paylaşabilme fırsatı sağladığı için yazmaya çok değer veriyorum.   

S.KÖLE: “Nasuh Mahruki” dendiğinde sokaktaki adamın aklından geçen çoğu zaman şu: “Ne de olsa adamların her işleri tıkırında; ne ekonomik sıkıntıları var ne de başka bir sorunları; tabii o dağ senin bu dağ benim tırmanırlar, o eylem senin bu eylem benim koştururlar.” Gerçekten de durum bu mu? Siz her işi çok yolunda giden bir adam olduğunuz için mi bugünkü Mahruki’siniz?

N.MAHRUKİ: Bu çok kısır bir bakış açısı olur. Herkes gibi benim de gündelik hayatımda birtakım sorunlarım var elbette; hayatın kendisi böyle bir şey.  Biz bu hayat içinde pek çok iyi şeyle, kötü şeyle, güzel ve çirkin şeyle sınanıyoruz zaten. Önemli olan bu sınamaların ne olduğundan ziyade, sizin bu sınamalara karşı nasıl cevap vermiş olduğunuz; bu süreçler içinde kendinizi nasıl yönettiğiniz, nasıl konumlandırdığınızdır.

Bu anlamda, elbette her işi tıkırında olan bir hayat sürmüyorum, o dediğiniz cennette olur yalnızca; öyle bir cennet kimse için mümkün değil. Ben sorumluluklarımın farkındayım. Hayatımda bir şeyler iyi de gitse kötü de gitse, olan bitene, ülkeme ve bu ülkenin insanlarına karşı, arkasına sığınamayacağım bahaneler olduğunu düşünüyorum bunların. Üzerime düşen sorumlulukları yerine getirmeye çalışıyorum. Keşke imkânlarımız daha iyi olsa da daha fazlasını yapsaydık. Bu şartlar altında bunları yapabildik.

Yani içinde bulunduğum durumun imkânlarla, kabiliyetlerle değil, tamamen gönülle, ruh dünyası ile alakası var. Yoksa açın şöyle bir gazeteleri, dergileri,  magazinleri de hali vakti yerinde, gününü gün edecek potansiyelde kimler var görün. Bizim gibi insanların mücadelesini, rahatlığa indirgemek işin kolayına kaçmak olur.  

S.KÖLE: Sanırım sizinle ilgili yargıların –önyargı mı demeliyim yoksa-  bir ortasını bulmak zor. Ya sizi direkt olarak yerden yere vurma derdinde olanlar var karşınızda ya da kimi zaman ağızların açık kalmasına yol açacak kadar yüceltenler. Ne dersiniz bu tespit için? Bu biraz da cephenizin belli oluşu ilgili olabilir mi? O cepheyi konuşalım isterim şimdi; Nasuh Mahruki’yi, Nasuh Mahruki yapan değerleri…

N.MAHRUKİ: Vallahi açıkçası kimin, nasıl değerlendirdiği beni gerçekten ilgilendirmiyor. Ben sonuçta aynada yüzüme baktığım zaman, ya da sevdiğim, değer verdiğim insanlarla yan yana bir şeyler yaşadığım zaman, önemli olan kendime güvenerek, kendime inanarak, kendime saygımı yitirmeden, Nasuh Mahruki’nin nasıl bir adam olmasını istiyorsam, o şekilde davranıyor olmak benim için önemlidir. O nedenle bu övgüler de, yergiler de beni ancak bir yere kadar etkiler. Ama tabii insanın yaptıklarından dolayı tercih ve takdir edilmesinin çok olumlu duygulara, motivasyona yol açtığını söyleyebilirim.

Ben, yaşadığı ülkeyi, bu ülkeyi paylaştığı insanları, hatta dünyadaki insanları, doğayı, hayvanları, tüm canlıları gerçekten çok, içtenlikle seven bir insanım; ve daha iyi bir yaşamın da mümkün olduğuna inanıyorum açıkçası. Öncelikle insanın içindeki potansiyele inanıyorum çünkü. Bizim el ele vererek, mücadele ederek, birtakım şeyleri düzeltmeye çalışarak,  yanlışlarımızı azaltarak, doğrularımızı çoğaltarak pek çok şeyi başarabileceğimizi düşünüyorum ve bu mantık çerçevesinde kendi üzerime düşeni yapmaya gayret ediyorum.

 

S.KÖLE: Nasuh Mahruki eşittir AKUT; AKUT eşittir Nasuh Mahruki… Adınızın böylesine özdeşleştiği AKUT’u konuşalım mı ? AKUT bugün hangi işlerle meşgul? Ortalıkta büyük bir felaket olmayınca AKUT boşa çıkıyor sanki, göz önünde olmuyor…

N.MAHRUKİ: Aslına bakarsanız AKUT çok yoğun bir şekilde çalışmaya devam ediyor.  Siz fark etseniz de etmeseniz de AKUT sürekli olarak bir yerlerde birtakım operasyonlara çıkıyor. Bu on dört, on beş sene içerisinde katıldığımız arama kurtarma görevinin sayısı yedi yüz ellinin üzerinde. Dünyada bu deneyime sahip bir başka ekibin olduğunu ben sanmıyorum. AKUT gibi, depremlerden sellere, dağ kazalarından kaybolmalara, orman yangınlarına, trafik kazalarına kadar çok geniş bir yelpazede arama ve kurtarma hizmeti veren ve bunu tamamen gönüllülük esası ile yürüten, bu kadar da çok olaya müdahale etmiş dünyada başka bir ekip var mıdır, tahmin etmiyorum. Bu biraz da bizim Türk insanının müthiş özverisine bağlı bir durum.

Biz AKUT’u bir avuç insan kurduk, yedi kişiydik. Bugün bin iki yüz gönüllüden oluşan bir sivil toplum örgütüne dönüştü AKUT. Sadece arama kurtarma ile uğraşmıyoruz, bunun yanında pek çok sosyal fayda projesi de yapıyoruz; kan bağışı kampanyaları, organ bağışı kampanyaları, afetler konusunda toplumu bilinçlendirme çalışmaları… Mesela iki tırımız  –Ak Sigorta ve AKUT’un beraber düzenlediği- “Hayata Devam Türkiye”  adını verdiğimiz proje kapsamında  iki aydır Anadolu’yu dolaşıyorlardı, İstanbul’a yeni döndüler. İçinde deprem simülatörü de var, belki denk gelmişsinizdir.

Sürekli bir şeyler yapıyoruz, bir taraftan AKUT Spor Kulübü’nü kurduk. Atletizm takımımız var; kayak takımımız çok başarılı, olimpiyatlara hazırlanıyorlar. Yayınevi kurduk, bilgiyi üreten, yayan ve paylaşan kurum olma hevesi ile AKUT Yayınları adıyla kendimize ait bir yayınevimiz var.

Acil durum yönetimi konularında danışmanlık hizmeti veriyoruz. Büyük alışveriş merkezlerinin camlarının silinmesi gibi, yüksekte yapılması gereken işlerini yapıyoruz.  Birçok projelerde çalışıyoruz ki buradan elde ettiğimiz gelirler ile AKUT’u döndürüyoruz.

Yani aslında biz bir dolu şey yapıyoruz. Üniversitelerde öğrenci topluluklarımız var. Bu arkadaşlarımız da sosyal fayda projeleri ile uğraşıyorlar. Bir yerin -su altı ve su üstü- çöp temizliğini yapmaktan tutun da, bir okula kitap bağışında bulunmak gibi, okulun boyanması gibi birçok projede çalışıyoruz.

Biz Türkiye’de çok etkili kullanılamayan yurttaş sektörünü, sivil inisiyatifi kendi ölçeğimizde harekete geçirerek içinde bulunduğumuz bölgedeki sıkıntılara bir ölçüde çözüm bulmaya çalışıyoruz. Tamamen gönüllü, yardımseverlik ilkeleriyle yapıyoruz bunu da.

S.KÖLE: Sizinle ilgili öyle bir fotoğraf karesi var ki, sanırım, milyonlarca insanın belleğine ve gönlüne kazınıp kaldı o haliniz. Depremden geriye kalan bir enkazının üzerinde, yakıcı bir ağustos güneşinin altında yaşam kurtarmaya çalışan genç bir adam… “17 Ağustos Depremi”ni sormak istiyorum size. Tam da yıldönümünde, bize o büyük depremi değerlendirmenizi istesek… O gün orada gördüğünüz ve yaşadığınız ne idi?

N.MAHRUKİ: Vallahi ben o günleri hiç hatırlamak istemiyorum, çok zor, çok sıkıntılı günlerdi; ne anlatabilirim ne de birisinin bana bir daha anlatmasını isterim. O öyle bir süreçti, yaşadık, elimizden geleni yaptık; inşallah yapabileceğimizin en iyisini yapmışızdır.

Ancak şunu söyleyebilirim;  Gölcük’e girdiğim anı hiç unutamam, sanki savaş çıkmış, şehir bombalanmış ve bombalanmadan sonra şehre ilk girenler bizmişiz gibi hissettim.

S.KÖLE: Ya bugün? Karşımızda, 17 Ağustos’tan gereken dersi çıkarmış, kurum ve kuruluşları ile herhangi bir büyük depreme hazırlıklı bir Türkiye var, diyebilir miyiz? Öncelikle depreme karşı oluşturduğu tedbirlerle, sonrasında gerektiğinde devreye girecek yardım ekipleriyle?

N.MAHRUKİ: Türkiye aslında 17 Ağustos’tan bugüne çok yol kat etti. AKOM’lar oluşturuldu bir kere; Afet Koordinasyon Merkezleri. Arama kurtarma ekibi sayısı yüzlerce katına çıktı neredeyse.  17 Ağustos’ta biliyorsunuz, Türkiye’de tek biz vardık gönüllü arama kurtarma ekibi olarak; bir de Sivil Savunma’nın yüz on kişisi. Toplasanız bütün Türkiye’de iki yüz kişiydi bunlar. Şimdi bu sayı ciddi anlamda çoğaldı.

Konuya ilişkin elbette çok şey önerildi, ama karşınızdaki problem en az elli yıllık bir birikimin sonucu. Plansız kentleşme, kontrolsüz göç ve kaçak yapılaşmanın ürünüdür aslında, bugün depremle ilgili yaşadığımız stres. Binalarımız depreme dayanaklı değil. Hani hep söylenir ya “Deprem öldürmez, iyi inşa edilmemiş binalar öldürür” çok yerinde bir tespittir bu.

Mevcut yapı stoklarımız depreme dayanaklı değil. İstanbul’daki binaların neredeyse yüzde yetmiş beş, sekseninin kaçak olduğu söyleniyor. Bu kaçak yapıların tek tek kontrol edilmesi, depreme dayanaklı hale getirilmesi, eğer depreme dayanaklı hale getirilemiyorsa da boşaltılıp yıkım kararının çıkartılması yapılmadığı sürece büyük şehirlerin tam anlamıyla depreme hazır olduğunu, afete dayanaklı bir toplum haline dönüştüğümüzü söylemek mümkün değil.

Sonuç olarak, 99 yılından çok daha ileri bir yerdeyiz, ama yetmez.

S.KÖLE: Hazır karşımızda sizin gibi doğa tutkunu bir eylem adamı varken çevreyi konuşalım isterim.  Aslında bu hükümetlerden çok devletin politikası haline getirilmeli, ön notunu düştükten sonra, ” Türk Hükümetleri ve Çevre” konusuna değinelim mi?  Sağlıklı işletilen ve kesintisiz devam ettirilen bir çevre politikamız var diyebilir miyiz? Nükleer santrallerin Türkiye’ye konuşlandırılmaya çalışıldığı bu günde, bu santrallerle ilgili görüşünüzü de merak ediyorum doğrusu.

N.MAHRUKİ: Ç evre konusunda hükümetlerin ve belediyelerin ciddi anlamda yaptığı hatalar oldu, biliyorsunuz. Resmi Gazete’de bir günlüğüne belli bölgelerin imara açıldığını, belli milletvekillerinin bundan faydalandığını, sonra bu alanların tekrar imara kapatıldığını; üstü örtülü bir şekilde bu ilişkilerin sürdürüldüğünü; birtakım yerlerin, doğal sit alanlarının zamanında birilerine peşkeş çekildiğini herkes biliyor zaten. Bu anlamda Türkiye’nin çok etkili, başarılı, bize yakışır bir çevre politikası olduğunu söylemek zor, her anlamda. Yine de şunun çok farkındayım ki, bu konuyla mücadele eden nitelikli insanlar, çok nitelikli kurumlar var. Onların mücadeleleri sayesinde mümkün olduğunca daha az zararla bu süreci yaşıyoruz diyebilirim.

Nükleer Santrallere gelince, o biraz daha zor bir konu. Üzerinde uzlaşmaya varılması zor. Hem artısı var, hem eksisi. Getirdikleri de çok değerli, ama götürebilecekleri de öyle ve çok riskli… O yüzden çok iyi incelenilmesi gereken bir konu diye düşünüyorum.  Ben öz olarak, fikir olarak nükleer santrallere karşı değilim.       

S.KÖLE: Peki ya Türk halkı? Karnını doyurmanın telaşına mahkûm edilmiş bu halk çevre konusunda ne kadar duyarlı? Bergamalı köylüleri biliyorsunuz. Adamların ne ajanlığı kaldı, ne kötü niyetliliği. Bir de böyle bir durum var. Sesini çıkartanlar için sayısız belden aşağı vuruş hazır beklemekte. Bu kısır döngü Türkiye’yi çevre konusunda nereye götürür dersiniz?

N.MAHRUKİ: Aslında bu da nükleer santraller gibi bir konu. Bu işin eğrisi nedir doğrusu nedir gerçek anlamda ortaya koyulamadığı için; her kafadan bir ses çıktığı ve bu konuda net politika oturtulamadığı için; uzun vadede ortaya çıkacak tehdit ve tehlikeler, ama avantajlarıyla beraber değerlendirilip, yurttaşlarla sağlıklı bir şekilde paylaşılamadığı için; o zaman insanlar birtakım kulaktan dolma bilgilerle, doğru olduğunu zannettikleri şeyin peşinden gidiyorlar.  Bu noktada etkili bir bilinçlendirme çalışması ile; bu işin doğrusu nedir yanlışı nedir, bizden ne götürür bize ne getirir, neye ihtiyacımız var ya da neye ihtiyacımız yok, bunların vatandaşlara aktarılması, paylaşılması ve ortak bir fikir birliğine varılması gerekir.  Şu anda o kadar çok gürültü var ki bu çevre konularında –santraller ya da Bergama’daki konularda- açıkçası hangisinin doğru hangisinin yanlış olduğunu ben de kestiremiyorum.

S.KÖLE: Yine size dönelim isterim. En son bir Everest tırmanışınız vardı diye biliyorum. Bu işin virüsünü kapmamışlar, tozunu yutmamışlar için tuhaf bir durum sizinki. Bu sorumu özellikle dümdüz yöneltmek istiyorum, sokaktaki adamın diliyle: “Everest’e tırmandınız da ne oldu sanki, başınız göğe mi erdi?”

Evet, sizden şimdi sokaktaki adamın atladığı, göremediği noktayı bize göstermenizi istiyorum; atladığımız o şey her ne ise onu…

N.MAHRUKİ: Bu bir kişisel gelişim. Aslında siz bir dağın zirvesine tırmandığınızda kendi zirvenize tırmanıyorsunuz; kendi içinizde yeni bir zirveye ulaşıyorsunuz; kendi fiziksel, ruhsal sınırlarınızı biraz daha ileriye götürüyorsunuz. Bu, insanın özgüvenini, özsaygısını, kendisi ile ilgili düşüncelerini ve değerlerini kuvvetlendiriyor. O yüzden bunu yalnızca bir sportif etkinlik olarak görmemek gerekiyor. İşin spor yanı da var elbette, tehlikeli bir spor olduğu için pek çok kabiliyetinizi de beraberinde kullanmanız gerekiyor ve bu durum sizi hayatın başka yerlerindeki zorluklara karşı da hazırlıyor. Yüksek hedeflerin, kişisel gelişime gerçekten çok ciddi faydası olduğunu söyleyebilirim. Açıkçası biz onun için gidiyoruz bütün buralara; doğada olmaktan, dağlarda olmaktan zevk aldığımız için; kendi içimizde yeni sınırlar keşfetmek ve kendi içimizdeki henüz keşfedemediğimiz değerlerimizi görüp, bunun farkına varmak için; buradan kazandığımız öz saygı ile de hayatta daha iyi ve büyük hedefler seçebilmek için…

S.KÖLE: Hiçbir başarı ve doğru çalışmanın cezasız bırakılmadığı bir anlayışın içinde soluk alıp veriyoruz ne yazık ki. Bu noktada ödediğiniz bedeli merak ediyorum. Bu kadar öne çıkmış ve doğru işler yapmış olmakla bir anlamda hedefteki adam olmayı da göze almış size, bir dokunsak bin ah işitir miyiz şimdi?

N.MAHRUKİ: Vallahi bedeli çok ağır oldu. Bu aslında hiç hoşlanmadığım bir konudur. 99 Depremine kadar –depremde 31 yaşındaydım- her şey çok iyi gidiyordu hayatımda. Sonuçta planlı, hedefli, belli bir strateji çerçevesinde kendi hedeflerine ulaşmaya çalışan bir sporcuydum ben. 24 yaşından itibaren de bütün hedeflerime teker teker ulaştım. Çok ses getiren tırmanışlarım, uzun motosiklet seyahatlerim, aldığım unvanlar falan derken her şey çok iyi gidiyordu.  Sonra, derken 99 Depremini yaşadık, o sene bir yere gidemedim; deprem ve depremin yaralarını sarmakla boğuşmaktan. O depremde AKUT olmayan bir değeri, olmayan bir kavramı ortaya attı. Acil durum yönetimi konularında, arama ve kurtarma konularında Türkiye’nin bütün modellemelerinin eksik, hatalı olduğu çıktı ortaya. Biz o noktada ciddi bir boşluk doldurduk. Hem arama kurtarmada, hem sonraki yardım çalışmalarında, hem de bu anlamda halkı bilinçlendirme çalışmalarında gerçekten çok iyi işler yaptık. Bu dönemde toplum bize büyük saygı ve sevgi, sempati duydu. Hatta Türkiye’nin en güvenilir kurumlarının başına bizi yerleştirdi.

Ne olduysa ondan sonra oldu; buraya kadar her şey çok iyi giderken, toplumla aramızda çok sıcak bir ilişki oluşmuşken, onların en zor zamanında hiçbir karşılık beklemeden, gönüllü olarak, hayatımızı tehlikeye atarak enkazlara koştururken…  17 Ağustos’ta AKUT olarak 220 insanın hayatını kurtardık. Fakat toplumun bu kadar sempatisini kazanmamız birtakım yerlerin hoşuna gitmedi. Daha depremin üzerinden altı ay geçmeden 2000 yılının başından itibaren son derece organize, son derece profesyonelce hazırlanmış, hani böyle girişi, gelişmesi, sonucu belli olan ve bir amacı olan, toplumun bize duyduğu güveni, saygıyı, sevgiyi kırmaya dönük çok ciddi kampanyalar yapıldı. Bunda medya güçleri de kullanıldı, köşe yazarları da kullanıldı. Bize aklınıza hayalinize gelmeyecek hakaretler edildi; en çok da bana tabii ki, bu yapının başındaki kişi olduğum için. Ne Ermeniliğim kaldı, ne Yahudiliğim, ne diktatörlüğüm, ne zengin çocukları olduğumuz, ne şov yaptığımız, ne enkazlardan ziynet eşyası topladığımız… Aklınıza gelebilecek her tür iftirayı, karalamayı, dedikoduyu hiç utanmadan yaptılar. Hem de bayağı etkili yerleri de kullanarak yaptılar. Bir miktar da başarılı oldular açıkçası. 2000, 2001, 2002 yılları, o üç yıl bizim hayatımızın en zor yılları oldu; benim açımdan da. O dönem gerçekten hepimizi çok üzdü, moralimizi, motivasyonumuzu çok kırdı. İnancımızda ya da sevgimizde bir azalma olmadı ama çok üzüldük. Aştık ama o günleri de.  Şu anda, halkımızla çok iyi iletişim kurabildiğimiz noktadayız yine.

S.KÖLE: Sizden son olarak, gençlere açık mesaj iletmenizi istiyorum. Sohbetimize “Vatan lafla değil eylemle sevilir” diye başladık ya, bu noktada gençleri harekete geçirecek birkaç lokomotif sözle bitirelim isterim. Gençlerin her zamankinden çok, öncü ve örnek kimliklere gereksinim duyduğu bir süreçten geçiyoruz ve ben bu anlamda sizi çok doğru bir örnek olarak görüyorum, ne söylemek istersiniz?

N.MAHRUKİ: Gençler için benim uzun yıllardır uğraştığım bir çalışma vardı; bu bir kitap çalışması. Son beş yıldır kişisel gelişim ve motivasyon gibi konular üzerine verdiğim seminerlerin kitabını çıkarıyorum. Doğan Cüceloğlu önsözünü yazıyor.  Eylül gibi sanıyorum piyasaya çıkmış olur. Adı: “Kendi Everest’inize Tırmanın”

Burada özetle şunu söylüyorum: Herkes tabii ki Everest Dağı’na tırmanamaz ama herkesin tırmanabileceği bir Everest vardır. Önemli olan herkesin kendi Everest’ini bulup ona ulaşmasıdır; kendi potansiyelinin doruğuna ulaşması… Bunun da bir yol haritası var elbette. Bu kitapta bu harita var.

Gençlere söyleyebileceğim şey; kendilerini tanımaları, kendi kuvvetli taraflarını, zayıf taraflarını, yaşamdan beklentilerini net bir şekilde keşfetmeleri, farkına varmaları, hayatla ilgili kurgularını da yol haritalarını da buna göre çizmeleri. Bütün bunları yaparken de kendilerine karşı sorumlu oldukları gibi çevrelerine karşı da, ailelerine karşı da, diğer insanlara karşı da, ülkelerine karşı da, doğaya karşı da, dünyaya karşı da sorumlu olduklarını hissetmelerini arzu ederim. Çünkü bu sorumluluk duygusunu ne kadar çok insan hissederse ve ne kadar çok insan üstüne düşeni yaparsa o zaman çok daha sağlıklı bir toplumsal hayatımız olacaktır. Ben buna inanıyorum. Biz AKUT’ta bin küsur kişi ile bile çok ciddi bir değişim ve dönüşüm yarattık. Bunun daha fazla sayıda gençle desteklenmesi ve gençlerin kendi gelecekleri ile ilgili konularda aktif olarak söz hakkı sahibi olmaya çalışması, bunu da doğru değerler üzerine, doğru bir kültür üzerine inşa etmesi halinde çok daha sağlıklı bir toplum olacağımıza inanıyorum.

S.KÖLE: Zaman ayırıp sorularımızı yanıtladığınız için çok teşekkür ediyoruz.

N.MAHRUKİ: Ben de size teşekkür etmek isterim. Kolay gelsin.

1 Yorum

  1. Bülent Çevik avatarı Bülent Çevik diyor ki:

    yine harika bir röportaj süreyya hanım… ayrıca arkadaşlar VATAN LAFLA DEĞİL EYLEMLE SEVİLİR kitabını nasuh mahruki’nin sitesinden pdf olarak da indirebiliyorsunuz. buyurun… :) http://www.nasuhmahruki.com/?inc=vatanlafladegileylemlesevilir.inc

    Cevaplamak için giriş yapın

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.