Joker’im, Joker’sin, Joker…
“Bu yaralar nasıl oldu biliyor musun? Bir zamanlar karım vardı. Senin gibi çok güzeldi. Benim çok endişelendiğimi, daha fazla gülmem gerektiğini söylerdi. Kumar oynadı, tefecilere çok borçlandı. Bir gün yüzünü çizdiler. Ameliyat için paramız yoktu. Buna dayanamıyordu. Onu tekrar gülerken görmek istiyordum. Yaraları umursamadığımı bilmesini istiyordum. Ben de ağzıma bir jilet soktum ve bunu yaptım.” (The Joker)
“Süper Kahraman” filmleri genelde aynı portreyi çizerler ve bu nedenle çok ilgimi çekmezler. Daha çok çocukların hayalini kurduğu, bir gün onlar gibi olmayı düşledikleri, çizgi film tadında yapımlar gibi gelirler bana. Süper Kahraman filmleri, bu yüzden, sinema portföyümün biraz dışındadır. Tabi ki filmin içinde ayırt edici, sürükleyici özel bir karakter ya da olay örgüsü yoksa. Bendeki Süper Kahraman filmlerine yönelik bu algıyı; bir yönetmen, bir film ve bir karakter alt üst etti. 2008 yılında başka dünyanın insanı olduğunu düşündüğüm Christoper Nolan’ın “The Dark Knight” filmi vizyona girmişti…
Kara Şövalye filmini izlemeye hazırlandığımda en merak ettiğim karakter Joker’di. Henüz karakterin algı dünyasına inmeden, dış görünüşü ve tavırlarıyla insanı kendine çekiyordu. İnsanoğlunun karanlık yönünü sıradışı bir yüz ve kostümle aktaracak olan bu adam, filmin düşünce dünyamıza yansıyan kısmıydı çünkü. Onun Gotham Şehri’nin kahramanı Batman karşısında nasıl bir duruş sergileyeceğini, kötülüğü hangi uç noktalara kadar götürebileceğini ve filmin sonunda iyinin mi yoksa kötünün mü kazanacağını merak ettiren ve bana filmi soluksuz izlettiren karakterdi Joker…
Yüzünde sıradışı bir makyaj, alaycı ve komik bir gülümseme ve garip bir kostümle Joker bir deliyi andırsa da kötüye kullanılan yüksek zekânın en iyi örneklerinden birini sergiliyordu. Joker’i canlandıran ve karakteri ölümsüzlüğe taşıyan Heath Ledger ise sergilediği performansla sinema dünyasında unutulmayacak bir işin altına imzasını atıyordu.
Kara Şövalye ile kötülerin ortak dilinin bir simgesi haline gelen Joker’in geçmişi ise tüm bunların dışında çok eski yıllara dayanıyor. Joker karakterini merak edip de derine indikçe bulduğum her bilgi yüzümdeki şaşkınlık ve merak ifadesini daha da artırdı. Joker, görünenden ve bilinenden çok daha fazlasıydı. Çizgi roman dünyasının yaratttığı bu epik karakterin 70 yıl sonra bir fenomen haline geleceğini sanırım yaratıcısı bile düşünmemiştir.
Batman efsanesinin kötü adamı “The Joker” ilk olarak 1940’lı yıllarda çizgi romanla çıktı karşımıza. İlk yayınlandığında Batman karakteri kadar ilgi çeken ve merak edilen Joker karakteri 1950’li yıllarda çizgi roman endüstrisinin düşüşe geçmesinin ardından 1960’lı yıllarda bu kez televizyon ekranlarının kötü adamı oldu.
1973 yılına gelindiğinde ise yazar ve sanatçı takımı olan Dennis O’Neil ve Neal Adams, Batman’in daha modern versiyonunu oluşturmakla görevlendirildiler. Yenilenmenin bir parçası olarak Joker, DC çizgi romanının sayfalarına 1973 Kasım’ında 251. bölümle dönüş yaptı. Batman ve Gotham Şehri’nin polisleri karşısında yeniden acımasızca cinayetler işleyen azılı ve karanlık bir suçlu vardı. Joker’in durak noktası yok gibiydi. Kendisini durdurmaya çalışan ya da kaos planlarına engel olan herkes onun için potansiyel birer düşmandı. 1940’larda yaratıldığı kişiliğe geri dönmüştü. Joker, son derece kötü ve tehlikeliydi.
O’Neil ve Adams’ın ardından kalemi devralan ve Joker karakterine yön vermeye başlayan Steve Englehart ve Marshall Rogers ise Batman ve Joker karakterlerine yeni unsurlar kattılar. Gotham’daki belli yer izleri ve Joker’in derin ruhsal denge bozuklukları kabuk değiştirdi ve insanı bir sonraki sayfayı ya da seriyi okumaya yönelten, insana daha yakın, daha ürkütücü bir karakter ortaya çıktı.
Devam eden 60’lı, 70’li, 80’li yıllarda Joker karakteri kimi zaman başkarakter kimi zaman Batman’in ve Gotham Şehri’nin azılı düşmanı olarak çizgi romanlardaki yerini almaya devam etti. 1966 yılında ise karşımıza ilk defa beyazperde ile çıktı. Leslie H. Martinson’ın yönettiği, senaryosunu ise Lorenzo Semple Jr. ile Bob Kane’nin yazdığı filmde Joker karakterine Cesar Romero hayat veriyordu. Fakat bu ilk film, modern zaman filmlerine göre biraz daha fantastik-komedi tarzındaydı. Joker karakterini canlandıran Cesar Romero, bıyıklarını kesmeyi reddetmişti ve bıyıkları makyajın altından fena şekilde belli oluyordu. Joker kötü olmaktan çok öte, sırıtan, komik bir adamdı ve üstelik baş kötü bile değildi.
Tam 23 yıl sonra, 1989 yılında ise beyaz perde ikinci Batman uyarlaması ile tanıştı. 1989 yapımı Batman, Warner Bros Şirketi’nin de ilk Batman filmiydi. Ve bu kez yönetmen koltuğunda yine farklı bir dünyadan olduğuna inandığım bir başka yönetmen Tim Burton vardı. Filmde Batman’i, Michael Keaton, Joker’i ise Jack Nicholson canlandırdı. Tim Burton’ın Joker’i; bir kimya fabrikasında patronu Carl Grissom’ın ihanetine uğradıktan sonra bilinmeyen kimyasal maddelerin içine düşerek deformasyona uğrayan bir suçluydu. Yaşadığı acı olaydan sonra Jack Napier kimliğinden çıkmış, kendine Joker adını vermiş ve Gotham Şehri’nde kaos yaratmaya çalışmıştı. Jack Nicholson, oyunculuğu su götürmez biriydi ve Joker’i çizgi romandaki haline çok yakın oynamıştı. İçin içine biraz karikatür katmıştı. Canlandırdığı Joker, bir masalın kötü kahramanı gibiydi. Tim Burton tarzı bir masal kahramanı… Harikalar diyarına meraklı Tim Burton’ın Joker’i, bilime, kimyaya, sanata yetenekli ve çok da zeki bir Joker’di. Film istenilen başarıyı yakalamıştı ve bu başarı gişe rakamlarına da yansımıştı. Warner Bros filmden sonra bir Batman animasyon TV dizisi de hazırladı. Joker ve Batman artık birer fenomendi. Yüzü yaralı kötü adam ile yarasa görünümlü kahraman tüm dünyayı sarmıştı. Fakat Joker ve Batman hikâyesi henüz bitmemişti. Bu muhteşem ikili asıl patlamayı 2008 yılında yapacaktı. 2008 yılında Christoper Nolan yönetmenliğinde perdeye aktarılan “Kara Şövalye” Batman tarihinin en karanlık filmi olacaktı. Nolan, 2005 yapımı serinin ilk filmi “Batman Başlıyor’da” bunun ilk sinyallerini vermişti. Daha karanlık, daha gerçekçi, daha az bilgisayar efektli bir film bekliyordu izleyenleri. Ve öyle de oldu.
2008’de seyirciyle buluşan ve beni de bu yazıyı yazmaya yönelten “Kara Şövalye” filmi, Batman tarihinin zirve noktasıydı. Filmin adı Kara Şövalye idi ve Batman’i simgeliyordu. Fakat bu, Heath Ledger, Joker rolünü canlandırmadan önceydi. Filmde siyahı, karanlığı simgeleyen kişi Joker’di. Ledger ve Joker’in birleşimi izleyicinin bilincinde Batman’i geride bırakmıştı.
Filmin adı ”İşlerin iyiden önce kötüye gitmesini” simgelemesi açısından seçildi. Christopher Nolan, amacının; içinde bulunduğumuz dünyayı ileriye taşıyan ve geliştiren bir film yapmak olduğunu söyledi. Nolan, Ledger’ın Joker yorumunun anarşi ve kaosun doruk noktası olduğunu söyledi. Nolan ayrıca Joker’in kökenlerini açıklamama nedeni olarak, karakterin ilgi çekiciliğinin azalmasını engellemek olduğunu açıkladı. Sinema eleştirmeni Kerem Sanatel, filmin en önemli temalarından birinin “delilik” olduğunu yazdı. Nolan verdiği bir demeçte “Senaryo geliştikçe, bir kişinin tüm nüfus üzerindeki etkilerini, insanların dengesini bozma ve onların yaşam kurallarını, ahlak değerlerini, inançlarını, insanlıklarını alıp kendilerine döndürme yollarını keşfetmeye başladık” dedi.
Joker karakteri Nolan’ın da ifade ettiği gibi alışılmışın dışındaydı. Ledger’in canlandırdığı Joker geçmişinde derin ruhsal bozukluklar barındırıyordu. Yüzündeki yarayla ilgili iki farklı hikâyesi vardı. Joker bize normal insanların nasıl kötüye devşirildiğini anlatır bu hikâyelerle. Canı yanan normal bir insanın nasıl azılı bir canavara dönüşebileceğini… Yaşadığı şeyler onu kuralsızlığa iter ve acı çekmekten ya da ölümden korkmaz. Biz insanlar biraz da olamadığımız şeyleriz. Onun hayatla bu derece dalga geçmesi ve umursamaz tavırları aslında birçoğumuzun yapmak isteyip de yapamadığı bir gerçeğin yüzümüze vurulmasıdır. Derinlerimizde yatan kötüyle bizleri yüzleştiren bu Joker belki de bu nedenle başucumuzdan ayırmadığımız, hayranlık duyulan bir sembol haline getirdiğimiz karanlık bir kahramana dönüşür.
Joker’in amaçsız bir şekilde öldürmesi ve yaptıklarının sonunu düşünmemesi de bizi ona iten başka bir etken. Nolan’ın Joker’i kötülüğün sınırlarını zorlayan ve hatta sınırı ve kuralları olmayan bir adamdı. Yüzü alışılmadık şekilde yapılmış bir makyaj ve ürküten bir yara ile kaplıydı. Kural tanımayan, psikopat ruhlu, acımasız ve ölümcül bir karakterdi Joker. Onun amacı para ya da şöhret değildi. O sadece Gotham Şehri’nin yok oluşunu izlemek istiyordu. Karanlık, kaos ve yangındı onun görmek istedikleri.
Joker korkusuzdu. Kartlarını zekice, açık oynuyordu. Gotham Şehri’nde Batman’dan kaçmayan, onu öldürmekten bahsedebilen tek kötü oydu. Hiç tereddüt etmeden Batman’a meydan okuyabiliyordu. Filmin bir sahnesinde Batman üzerine motorla son hız gelirken, Joker de onun üzerine yürür. Yürürken şu replikleri savurur büyük bir arzuyla: “Haydi, haydi bunu yapmanı istiyorum. Yap haydi, haydi vur bana! Haydi, vur bana!”
Joker, zeki ve bilgeydi. “Delilik yerçekimi gibidir, sadece itmek yeterli” ya da “Eğer bir şeyde iyiysen asla bedavaya yapma” gibi düşündüren sözleri ve olayları kurgulamadaki zekâsı birçok insana ulaşılmaz görünebilir ve insanın ulaşamadığı şeyler ona daha cazip gelebilir. Ayrıca marjinal sitili, kıyafetleri ve kendinden emin tavırlarıyla sıradan bir insandan farklıydı. Herşeyden önce karizmatikti. Bu farklılık birçok insanda farkındalık yaratabilirdi.
Joker’le ilgili bu örneklemeler çoğaltılabilir elbette. Fakat yorumu biraz da okuyuculara bırakmak gerek.
Gelelim bu karakteri ölümsüzleştiren Avustralyalı oyuncu Heath Ledger’e ve onun Joker performansına… Ledger oyunculuk hayatı boyunca(ki çok uzun sürmedi) çoğunlukla romantik ya da gençlik konulu filmlerde oynadı. 1998 yılında gittiği ABD’de ilk filmi, romantik-komedi türündeki “Senden Nefret Etmemin 10 Sebebi” oldu. 2000 yılında, Roland Emmerich’in yönettiği “Vatansever” filminde Mel Gibson’ın canlandırdığı Benjamin Martin’in oğlu Gabriel’i oynadı. Aynı yıl “Kesişen Yollar’da” oynadı. 2001 yılında “Şövalye” ve 2003 yılında “Ned Kelly” filmlerinde oynadı. Özellikle aynı adlı Avustralyalı suçlunun hayatının anlatıldığı Ned Kelly, Ledger’ın kariyerinde bir dönüm noktası oldu. Bu filmde sergilediği oyunculuk performansı ile dikkat çekti ve 2006 yılının Haziran ayında Kara Şövalye filminde Joker rolünü canlandırması için yapımcılar ile anlaştı. Ve bu anlaşma ona ironik bir şekilde hayatının rolünü oynama fırsatı verdi. Ledger, hem tarihi eskilere dayanan bir çizgi roman karakterine hayat verecek hem de Christoper Nolan gibi sıradışı bir yönetmenle çalışacaktı. Christoper Nolan ki; Memento, Insomnia, Prestige, Inception gibi filmleri yaratan adamdı. Ve tabi ki Batman üçlemesini…
Ledger beklentilerin çok üzerinde oynadığı Joker rolü ile efsanevi bir performans sergiledi ve “Joker’i Joker yapan adam” oldu. Bugünkü Joker algımızın oluşmasını ve Joker’i duvarlarımızda kocaman posterlerle ağırlamamızı sağladı. Joker’i bizim için felsefik bir boyuta taşıdı. Ledger ve Joker bütünleşti, sergilediği Joker performansı Ledger’in bile önüne geçti. Bazı oyuncular rolünü öyle bir oynar ki, izlerken, onu kimin oynadığını tamamen unutursunuz. Sizi oyunculuğuyla hapseder, aklınızı başınızdan alır. İşte Ledger tam da bunu yaptı. Böyle bir rolden sonra da artık hiçbir rol onu kolay kolay tatmin edemeyecekti. Çünkü Ledger, “Tony” rolünü oynadığı son filmi “The Imaginarium of Doctor Parnassus” çekimleri devam ederken Manhattan’daki evinde reçeteli ilaçları yanlış kullanması yüzünden öldü. Ne yazık ki Kara Şövalye’nin vizyona girmesinden 6 ay önce ölen Ledger canlandırdığı müthiş karakteri beyazperdede izleyemedi belki ama tüm dünya onun oyunculuk performansını ve Joker’i konuşuyordu.
Ledger’in Avustralya’daki ailesi ise ölümünün ardından şu açıklamayı yaptı: “Biz, Heath’in ailesi, yardımcısı tarafından saat 03.30’da huzurlu uykusunda bulunan sevgili oğlumuzun, Mathilda’nın babasının, zamansız, kaza eseri ve trajik ölümünü teyit ediyoruz. Bu zamanda, arkadaşlarımıza ve tüm dünyadaki herkese iyi dileklerinden dolayı teşekkür etmek istiyoruz. Heath, kısa hayatında birçok insanın hayatına etki etti, fakat çok azı gerçekten onu tanıma zevkine ulaştı. O, mütevazı, cömert, iyi yürekli, hayatı seven ve bencil olmayan bir insandı. Şimdi lütfen, ailemizin yas tutma ihtiyacına saygı gösterin.”
Ledger, ölümünden sonra, Los Angeles Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri, 66. Altın Küre Ödülleri ve BAFTA Ödülleri’nde aday olduğu “En İyi Yardımcı Aktör” dalında ödül kazandı. Ayrıca 81. Akademi Ödülleri’nde “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” ödülünü kazandı. Ödülü Ledger adına annesi Sally Ledger, babası Kim Ledger ve kızkardeşi Kate Ledger aldı.
Ledger’in Joker performansı için dünyanın çeşitli yerlerinden yorumlar yapıldı. New York Times’tan Manohla Dargis, Ledger’in performasnı hakkında “Eğer performansı bu kadar canlı olmasaydı Ledger’ın ölümü filmi gölgeleyebilirdi. Ama Ledger’in Joker’i o kadar korkunç ve performansı o kadar şiddetli ve gerçekçi ki onun Ledger olduğunu anında unutuyorsunuz” dedi. Rolling Stone’tan Peter Travers “Joker performansı delicesine harika. Jack Nicholson’ın yüzeysel ve komik Joker’i gitmiş komik olduğunda bile insanın gülmekten korktuğu bir Joker gelmiş” dedi. San Francisco Chronicle’dan Mick LaSalle ise “Ledger filmin temel taşı ve Joker rolünde muhteşem” dedi. Atilla Dorsay: Joker’deki Heath Ledger ise imkânsız gözüken bir işi başarıyor: İlk filmdeki Jack Nicholson’ı bile unutturuyor”
Joker karakterinin kahramanı Heath Ledger ise Joker rolü hakkında “Kesin olarak herkesi afallatacak. Çok daha incelikli, karanlık ve daha ziyade Otomatik Portakal kıvamında olacak. Bence çizgi romanın peşinde olduğu da buydu. Joker’in kahkasından ziyade gözleri” demişti.
Ledger, karanlık bir dünyaya göçerken ardında “Karanlıkların Kötü Prensi’ni” bıraktı. Yarattığı Joker sonsuzlukta, insanların hayranlık duygusu ve saygısıyla yerini alırken onun tüm insanlığa armağan ettiği şu replik belki de hiç unutulmayacak:
“Why so serious?”
Son Yorumlar