Üç İstanbul: Okunması zorunlu bir roman…

İki ay süren yaz tatilimde, daha önce okumuş olduğum Mithat Cemal Kuntay’ın ÜÇ İSTANBUL romanını yeniden ve üzerinde durarak okumayı amaçlamıştım ve bunu büyük bir zevkle gerçekleştirdim. İlk baskısı 1938 yılında yapılan bu romanın elimdeki 8.baskısıydı.

Elbette plajda epey zaman geçirdim; elinde kitap olan o kadar az insan gördüm ki, hem şaşırdım ve hem de anlamaya çalıştım. Gençlerin ellerinde telefonlar, ha bire onunla uğraşırlarken; ortayaş grubu (kuntay’ın sözcüğüyle) laklakla; daha yaşlılar ise tavla vs ile zaman geçiriyorlardı. Bu gördüklerim, dedim, okuma zevkini veremiyen bir eğitim siteminin, baskılarla yokedilen okuma alışkanlığının sonucudur.

Amacım, bu roman üzerine derli toplu bir ELEŞTİRİ yapmak değil; çünkü, bazı romanlar için bir ya da birkaç sayfalık eleştiri yazısı, ne kadar nesnel ve titiz yapılırsa yapılsın, onun değerini, yerini, Edebiyat alanındaki rolünü belirtmeye yetmez. Tam tersine bunları küçültür ve romana haksızlık olur. Bu nedenle, ben, ancak ve ancak bu romanın mutlaka okunması gerektiğini, okuyanların ise birkez daha okuması gerektiğini vurgulamak ile yetinebilirim.

Edebiyat tarihini incelersek, nicelik olarak yukarı doğru bir eğri çizen gelişmenin birden bir sıçrama yaptığını, sanki öncülü yokmuş gibi bir yenilik ve hatta devrim niteliğinde bir dönüşümü başlattığını, yeni bir çığır açtığını görürüz. Bu olay, bilim, politik yaşam, sanat, edebiyat gibi alanlarda ortaya çıkabilir ve düşünce dünyamızı zaman içinde değiştirmeye – dönüştürmeye başlar. Ben, bu yazıda elbette genel olarak edebiyat ve özel olarak da ÜÇ İSTANBUL romanı üzerinde duracağım. Dünya edebiyatında bu nitelemeye uyan yazar, sanatçı, felsefeci ve yapıtları üzerinde durmak, bilinenleri yinelemekten öte anlam taşımaz. Her ülke ve dil grubu için de ayrıca adlar vardır ve Edebiyat Tarihi üzerine yazılmış kaynaklarda bunlar özenle ve nesnel – bilimsel olarak yerli yerine konmalıdır.

Kısacası, taşları tam olarak yerli – yerine koymak herkes için bir görev ve zorunluluktur.

ÜÇ İSTANBUL’un ANLAMI:

Google’de Kuntay ya da Üç İstanbul romanı yazdığımda bazı bilgilere ulaştım: bazı eleştiri, inceleme yazıları dışında ‘Roman Özeti’ adıyla sayfalarla karşılaştım. İyi niyeli olduğundan kuşku duymadığım bu yazıların, özetlerin okuyucular tarafından ASLA yeterli sayılmamasını dilerim. ‘Suyu pınarından içmek!’ diye bir deyim vardır; bunu yaparsanız içtiğiniz suyun tadı, arılığı ve güzelliği tartışılamaz. Belki kaynağına ulaşmak için zahmet çekersiniz ama sonunda buna değdiğini anlarsınız. İyi bir roman özetlenemez, kuralı vardır. Konusu aşıklanabilir. Fethi Naci’de okumuştum; Bethoven piyanoda bir bölüm çalar; arkadaşı, bunun ne anlattığını sorar; Bethoven aynı yeri bir kez daha çaldıktan sonra ‘İşte bunu anlatıyor’ der.

En doğrusu, romandan bir bölümü buraya almamdır, diye düşündüm:

 

                                            ‘Bayram Tebriki (S.219-220)

 

     Hidayet, bayram günleri, kurşuni caketatayla Louis-Quinze salona girer, koltuğunun altın madalyonunda hükümdarlaşarak otururdu. Tebrikler başlardı. Fes, şapka, sarık, Bektaşi tekkesi, Mevlevi külahı, Bursa arakiyesi, Topçu kalpağı salona yatarak, kalkarak girer, kavislerle uzayan kollar tavanlara yakın yerlerde çırpınır; omuzlardan kopup düşen alınlar yerlerde yuvarlanırdı. Ve Hidayet’in üç yeri – eli, ayağı, eteği- surelerle, dualarla öpülür; o, öfkeli bir tevazuyla ‘kendisini mahcup etmemelerini’ rica ederdi. Tebrikine gelenlerin ıstıraplarına kibar bir sesle merak eder, veremliye ‘Ada’nın iyi gelip gelmediğini’, yangından çıkana ‘eşya kurtarıp kurtarmadığını’ sorardı.  

      Sefaletlerine merak edilen adamlar, kimi sakalı yere sarkarak, kimi bıyığı tavana kalkarak teşekkürler ederlerdi.

      Fakat Hidayet asıl frenkler geldiği zaman bir alemdi: Alman sefareti başkatibine Alman ordusunu anlatır, İngiltere elçi katibine İngiliz donanmasını beğenir, Karadağ elçisiyle Karadağ Prensi’ne selam söyler, İspanya maslahatgüzarına Alfonse’un kulağındaki hastalığı sorardı ve Moskof baştercümanını akşam yemeğine alıkoyardı.

      Hususi katibi Sacit, Hidayet’in emriyle, bu akşam yemeğini curnal eder, ertesi gün saraya çağrılır, ihsan alırdı…’

      (NOT: Şu an etrafınıza bakın, romanda ölen 9 canlı HİDAYET’in bugün de yaşadığını anlarsınız: gene önünde takla atan benzeri şapkaları, sarıkları, türbanları, cübbeleri, üniformaları…  ve yerlerde sürünenleri kat bekat fazlasıyla görürsünüz. Aydını DALKAVUK olan toplumların sonu yalnızca hüsrandır!)

Bu kısa alıntıyı biraz açarsak, en başta, Edebiyatı herhangi bir metinden ayıran birçok kıstası hemen yakalayabiliriz. Aynı olayı bir rapor ya da gazete haberi olarak yazmış olsak, anlattığımız şey aynı olsa bile DİL tümüyle başka olacaktır. Roman metnini, Edebiyat sözlüğüne göre ya da edebiyat kuramlarına göre tartıya vurduğumuz an, bu alıntıyı edebiyat kılan, roman yapan şeyleri anlayabiliriz. Süt süttür; ama maya onu yoğurt yapar. Bu kısa metindeki maya; parodi, semboller, benzetmeler, ironi, metafor… vs  gibi birçok edebiyat tekniklerini içermesidir. En başta, bu romanın büyüklüğü, Kuntay’ın eşsiz bir DİL kullanıcısı ve Kurucusu olmasıdır. Okur olarak biz ne kadar zevk alırsak alalım, yazarın bunları yazarken, formüle ederken çok daha büyük zevk aldığına yemin edebilirim.

İşte bu nedenle ÜÇ İSTANBUL romanının Türk roman tarihinde öncesi, öncülü ve bir başka benzeri yoktur: Çığır açmaya layıktır ama açamamışsa sorumlusu başka kurum ve çevrelerdir.

TİP’leme açısından da bu roman eşsizdir: İster Jöntürk Süleyman, İkibuçuk İttihatçı Adnan, Moiz, Süheyla, Belkis ve Bihter… tümü hem her biri içten psikoljik derinlikleriyle, davranışlarıyla, çelişki ve zaaflarıyla; ve gerekse, dıştan tüm özellikleriyle böylesine ete – kana bürünerek verilmiştir. Bu Tipler, bir bakıma tüm toplumun sanatkarca özetidir; bu nedenle de öncesi ve sonrasıyla Türk Roman sanatında erişilmesi zor bir bir Zirvedir, bu roman.

Peki, neden bu romana eleştirmenler, toplum ve kültür çevreleri layık olduğu değeri ve önemi vermediler?, asıl yazmak istediğim tam olarak budur.

Bu arada Ömer Faruk Toprak’ın DUMAN ve ALEV adlı günlüğünü okudum; Edebiyat ve tarihi ile uğraşanların okumasını gönülden arzu ettiğim bu günlüklerde, Savaş ve Baskı yıllarının birçok yazar – eleştirmen – yayıncıları ile Hapishane hücrelerini daha yakından tanımış oldum. Toplumcu Gerçekçilik akımı ile diğer akımlar arasındaki ayrışmayı, Garip hareketinin çıkışı ile baskı arasındaki ilintiyi de bu kitap yoluyla anlayabiliyoruz. Ayrıca, önce çok sekter olan Toplumcu Gerçekçilik akımının (Stalin damgalıdır) süreç içinde nasıl yumuşadığını da! Hayran olduğum şey; tüm kültür simaları, (ne yazık ki, bir – iki düzinelik topluluklardır,) İstanbul’da Küllük ve bazı barlarda birlikte oluyorlar, tartışıyorlar, konuşuyorlar, birbirlerini besliyorlar ya da kırıyorlar; ancak bu ortamlar eşsizdir ve günümüzde yokolmuştur. Ankara’da da aynı biçimde Kürdün yeri ve bazı meyhanelerde buluşabiliyorlar.

Bu mekanlarda adı geçmeyen tek bir insan var: Mithat Cemal Kuntay ve romanı.

Oktay Akbal’ın ÖLÜMSÜZ OYUN adıyla derlemiş olduğu yazıları da okudum. Orada anlatılanlar da sonuç olarak paralel. Kalemiyle geçinenler kebab yerken, aynı mekanda parasız olan yazar – çizer takımı bir kadeh rakısıyla ve aç karnına vakit dolduruyor. Ne ellerinden tutan var ve ne de sırtlarını okşayan! Hatta masada 3 kişi olduklarında yan masada 3 siyasi polis; 4′e çıktıklarında yan masada da 4 siyasi polis oluyor. ‘Senin adam – benim adam’ diye birbirlerini bölüşmüşler.

Peki, bu insanları hapse attırmak için çırpınanlar kimler? Elbette Milliyetçi – Mukaddesatçı – Muhafazakar kalem ve yayıncılar! (Şu an o döneme ağız dolusu küfretmelerine bakmayın!)

Türk Roman sanatında yazılmış en orjinal (Çünkü öncesi yok ve bir Çığır açması gerekiyordu) kitabın aynı zamanda eleştirel ve betimleyici GERÇEKÇİLİK aşısından da bir örnek olduğunu söylemek yanlış bir yargı olamaz. Ne yazık ki, Toplumcu Gerçekçilik yanlısı eleştirmenler, kültür adamları bunu atlamışlar. Bazen de, insanlar cesaret edemezler. Yanlış anlaşılma korkusu bir baskı aracı olarak yollarına dikilir. Eğer, buna cesaret edebilmiş olsaydılar; bugün Gerici ve Sermaye çevrelerinin vargüçleriyle yüceltip – reklam ettikleri, finasman sağladıkları güdümlü edebiyat toplumu saramazdı.

Şiirde sımsıkı kapalılık – Romanda sözcük yığını bunalımlar, umusuzluklar, Hacı Yağı ile tütsülenmiş Modernlik ve Post-modernlik – dünü ve yarını yoksayan… Batı ya da Doğu özentisi gerçeklerden kaçış romanları… Özet olarak; havada uçuşan ve insanları toplumdan ve kendi kültüründen koparan, umutsuzluk ya da hayal arasında ama Robinson’laştıran bir edebiyat… Bugün bize, okura ısrarla dayatılan ve sunulan bunlardır.

Kuntay’ın hem Batı ve hem de Doğu kültürünü ne kadar derinliğine bildiği bu romanda apaçık görülüyor. İstanbul’daki kozmopolit Burjuvalaşan sınıfın yalı ve köşklerini gezerken, onların  nasıl bir şaşaa içinde yaşadığına şaşırıyoruz. Moiz yoluyla Savaşın niteliğini, kimlere yaradığını, Lenin’in yazıları kadar net anlayabiliyoruz. (Türk romanında bu da başlıbaşına bir olaydır.) Ya Enver Paşa! Orduyu Sarıkamış’a donmaya yollaması ve felaket haberi ulaşmadan İstanbul’a doludizgin koşması… (Her yıl Sarıkamış’ı ananlar, bir kere de bu bölümü oradaki topluluğa okumalılar!)

Rus dilindeki Tolstoy’un SAVAŞ ve BARIŞ romanı ne ise, Türk roman tarihinde ÜÇ İSTANBUL romanı da o’dur! Tek fark; bizdeki Kültürel gerilik ile Aydınların, özellikle şu an Üniversiteleri dolduran, ta bilmem hangi ülkedeki romanlar üzerine kitap yazmaya erinmeyen Prof. damgalı Edebiyat kürsüsü sahipleri ile edebiyat çevrelerinin algılama, kavrama ve anlama yeteneği arasındadır.

 

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.