Tiyatronun tanığı: metin – 2 (Metin AND)

metin-and_160Aşağıdaki yazı Yapı Kredi Kültür Sanat Etkinlikleri çerçevesinde 11 Şubat 2004 Tarihindeki Metin And söyleşisinden, Metin And’ın izniyle kaydedilmiş ve Fatoş Karagöz ile Ayşegül Güney tarafından çözülmüş ve redakte edilmiştir. Metinde okuyucuya tutarsız ya da ”daldan dala atlanmış” gibi gelen ifadeler sayın Metin AND’ın sohbet üslubundan kaynaklıdır. Redaksiyonda buna sadık kalınmıştır. Metin uzun olduğu için bir kaç bölüm halinde yayınlanacaktır.

 

Tanzimat Tiyatrosunu ben bir sene anlatıyordum.Ama burada bir saatte anlatmak zorundayım.Herşeyi anlatmaya gerek yok.Şimdi bu metine gelelim.

Şair Evlenmesi; Şair Evlenmesine dair bir iki hikaye anlatayım size.

Şair Evlenmesi’ne ilk Türk oyunu deniliyor. İbrahim Şinasi Efendi. Çok zarif bir oyun, zarif bir komedi. Bu oyun Tanzimat’ta oynanmış diye biliniyor. Ben Tanzimat Tiyatrosu’nu yazarken o dönemde çıkan bütün gazeteleri taradım. İstanbul’da çok güzel yabancı dilde gazete çıkıyor, onları da taradım. Şimdi bu şeyin yazılış tarihi ve yayımlanış tarihi1859. Bu yılda (1859) Dolmabahçe Saray Tiyatrosu açılıyor. Yerini de söyleyeyim, eski İnönü Stadyumu. Şimdi Beşiktaş Stadyumu mu diyorlar bilmiyorum. Orda bir Bayıldım Yokuşu vardı, Gümüşuyu’na çıkan. Onun tam köşeinde, Dolmabahçe’nin karşısında. Sonra yıkılıyor. İçini gösteren bir gravür de vardı, dışını da gösteren. Bu, Abdülmecit zamanında. Abdülmecir zaten Tanzimat Tiyatrosunun kurulmasında en önemli etkenlerden biri olmuştur. Bu tiyatroda Foninya adında bir adam. Jurnal di Konstantinov diye Fransızca çıkan bir gazete. 1859 sayısında diyor ki; bir genç var diyor, Fransızca’dan Lafonten’den şiirler çeviriyor, çok güzel çeviriyor. Şinasi’yi söylüyor. Dolmabahçe Saray Tiyatrosu açıldığı zaman ondan bir eser ısmarlandı diyor. Orda oynanacak diyor. Fakat daha sonraki gazetelerde oynandığına dair herhangi bir habere rastlamadım. Ama böyle söylendiğine göre muhakkak oynansın diye ısmarlanmış. O da durupduruken niye bu oyunu yazsın? Demek ki istendiği için böyle bir oyunu yazmış. Böylece Dolmabahçe Saray Tiyatrosu doğmuş. Bizim PTT’de benim “Tanzimat” kitabımın kapağına da koydum o pulu. 1959′da Türk tiyatrosunun 100.yıldönümü diye iki tane pul çıkardı. Bir tane pulun alakası yok. Türkiye’nin en kötü tiyatrosu Ankara’daki Büyük Tiyatro. Büyük Tiyatro’nun resmini koymuş, öbürüne de Şinasi’nin resmini koymuş. Ben pulu büyüttüm, Tanzimat kitabının başına bu pulu koydum. Burda da Şinasi’nin resmi var. Aslında tabi Türk Tiyatrosu Şinasi ile başlamıyor yani bu oyunla başlamıyor. Daha öncesinde başlıyor Tanzimat Tiyatrosu. Bu işte metin severlerin anlayışına uygun olaraktan. Başka hikayeler de anlatayım Şair Evlenmesi ile ilgili..

Ben Tiyatro bölümündeyken bazı projeler üretirdim; bir de meslektaşım Özdemir Nutku vardı. Özdemir Nutku da sahneyle ilgili o projeleri sahneye çıkarırdı. Bir gün şöyle br proje geldi aklıma; Türk Tiyatrosunun 4 evresi var. Bir tanesi Geleneksel Türk Tiyatrosu. Başı ve sonu olmayan iki tane tohum değerinde yaşam gizli içinde. Bazı arkeologlar öyle tohum buluyorlar ki yüzlerce sene önce bir tohumu diktikleri zaman ordan bir bitki çıkıyor. Yani bu tohumlar ufak tefek şeyler ama içinde yaşam gizli. İşte bu tohumların kıymetini biz bilmedik ama bilenler oldu. Onu da kısaca belirteceğim. Şimdi dedim ki; Geleneksel Türk Tiyatrosu, Tanzimat Tiyatrosu, Meşrutiyet Tiyatrosu ve Cumhuriyet Tiayatrosu. Bunların hepsini bir araya getirerekten bir oyun yapalım. Adını da Türk Usulü Evlenme koyalım. Öyle bir İtalyan filmi de vardı. İtalyan sulü boşanma mı ne? Unuttum şimdi.

Şimdi şöyle bir şey; Tanzimatta bu Şair Evlenme’sini gördük. Çünkü bu başka yerde rastlanmayan bir şey. Evleneceği kızı görmeden. Yüzü peçeli, kapalı. Ona çirkin ablasını yutturuyorlar. Yutturmaya kalkıyorlar da sonra anlaşılıyor kurtarıyor durumu genç şair. Belki de o İbrahim Şinasi’nin kendisi o şair.

İkinci oyun olarak da Meşrutiyet Tiyatrosunda Hüseyin Fuat Yalçın var. Hatta şu “Yamalar” diye, Binemeciyan Hanım Paris’e gitmiş. Yamalar bir Hüseyin Fuat oyunu. Binemeciyan’ın oynamadığı rolü Afife Jale’ye vermişler, O da günümüzün kahramanları arasına geçti. Hikayeyi bliyorsunuz. Bu oyunun da yazarı, küçük oyunların yani, Servet-i Fünun yazarları. Onların sesi çıkmıyordu Tanzimat döneminde. Servet-i Fünuncular arasından çok yazarlar çıktı Meşrutiyette. Şimdi bu oyun Hülle adını taşıyor ama bir de Reşat Nuri’nin uzun bir oyunu var. Bu bir perdelik oyun, Hülleci diye. Bu ikisini tabi karıştırmayacağız, çünkü devir farkı var. Bu Hülle Avrupalıları da çok ilgilendirmiş. Eskiden Türk’lere dair yazılan 16.ve 17.yy da operalar, tiyatrolar, baleler hep ciddi konular sultanlar, savaşlar falan ,sonra artık Türkiye’yi fazla ciddiye almamaya başlamışlar. Korku gitmiş, yerine onların hayatlarını törelerini falan gülünç komediler şeklinde yapmışlar; ben saydım bu komediler listesini 3-4 tane Türkiye’ye ait komedide adı Hülle. Hülle bilmem biliyor musunuz? Bilenler bilmeyenlere anlatsınlar demeyeceğim çünkü birbirinizi tanımıyorsunuz. Ben kısaca söyleyeyim Hülle’nin ne olduğunu. Şimdi eskiden adam karısına boş dedi mi kafi geliyordu boşanmak için. Tabi başka şartlar da var ama onun ayrıntısına girmeyeceğim. Boş dedi mi, boşanmış oluyorlar fakat sonra pişmanlık geliyor tekrar nikah kıyılıyor. Bir daha kızgınlık halinde falan boş diyor ikinci kere. Üçüncü kere yaptığı zaman aynı kadınla evlenemiyor. O zaman ne yapacaksın? Hülle. Hülle, hile gibi. Hatta siyasetçiler arasında da konuşulan bir şey. Hülle yaptı derler parti değiştirenler için. Yani bir başkasıyla geçici olarak evleniyor. Ama bu gelişigüzel bir insan. Ona para da veriyorlar, hanıma yani. Sen diyorlar hanıma, 24 saat nikahlı eşi ol sonra defol git. Yan hiçbir hükmü olamayacak bu nikahın. Reşat Nuri Güntekin de bir hırsızı hülleci yapıyor. Adam bu işten vazgeçmiyor. Nikahlı eşimden ayrılmam falan diyor. Bu benim bulduğum Hülleci de aynı zamanda güzel. Eskiden sokaklarda kabak çalan (kemençe gibi) Sudan’dan gelen Arap’lar, zenciler varmış, böyle dilenci gibi boyuna kabak çalıyorlarmış. Onlardan birini buluyorlar, yaşlı da bir adam. Sabaha kadar adam yalel diye bunu çalıyormuş. Bir türlü gitmek bilmiyor falan, buna dair bir komedi. Kısa bir komedi, onu aldık, bu da Türk usulü bir evlenme oldu.

Üçüncüyü de Cumhuriyet’ten alalım dedik, Turgut Özakman’ın “Kaneviçe” diye bir oyunu. Bütün oyunları gibi çok güzel bir oyunu var, komedisi var, bu da evlenme ile ilgili. Şimdi uzun uzun konusunu anlatmayayım. Böyle bir şey. Fakat Geleneksel Türk Tiyatrosu da bu dönemleri tanıtan Pişekar’la Kavuklu bir ortaoyunu. Onu da gazeteci ve yazar Orhan Duru yazdı bizim için. Böylece çıkıyorlar, Ortaoyunu muamelesi şeklinde, aralarında konuşuyorlar ve sonunda o oyun başlıyor. Yine arada geliyorlar, o dönemi anlatıyorlar falan. Böyle bir oyun. Bunun bir de tekrarı oldu bende. Benim bir dostum vardı. Modern tiyatroyu en iyi bilen bir Polonyalı. Polonya’da çok önemli bir adammış, üç cilt de tiyatro denemeleri varmış. Sonra bu ayrılmış Polonya’dan. Amerika’ya gitmiş. İki üniversitede birden ders verdi. Sonra Berlin’e gelmiş kendi bölümünü kurmuş, tiyatro bölümünü. O da Giessen’de Justus-liebig Üniversitesi, eski bir üniversitedir. İşte orda fazla adam yok, onun için misafir hoca çağrıyorlar durmadan. İşte ben onların isimlerini gördüm, çok tanınmış isimler bunlar. Geliyorlar, bir sömestr ders veriyorlar. Bir gün de benden istedi. Gel dedi; dersin bir tanesini o seçti. “İslam Ülkelerinde Tiyatro” konusunda. Bir tanesini ben seçtim. Ur Drama. Bu da Antik Tiyatro öncesi tiyatrolar. Yani mitolojiye dayanan dramlar, Hititler, Babil, Sümer gibi metinleri. Bunların tiyatroya en çok benzeyeni de Mısır’daki “Abidos” acı çekme oyunu. Tam olarak yayımlanmıştır ve oynanmıştır. Amerika’da bir üniversitede oynanmıştır. Her şey var, bir dram olması için her şey var bu oyunda. Bunları anlatıyor. Fakat daha gitmeme birkaç hafta var, telefon etti, bana aman dedi, ben sana unuttum söylemeyi dedi. Her gelen hoca bir eser koyuyor sahneye dedi. Dedim ben hiç böyle bir şey düşünmedim hayatımda. Böyle bir şey benim içimi yakmayan bir olay, beni ilglendirmiyor dedim sahneye eser koymak falan. Tamam o zaman yapma dedi, bu düzeni bozmayalım dedi. O kadar ısrar etti ki ben dedim, o zaman gelmeyeyim dedim. Çünkü ben böyle bir şey yapamam dedim, beceremem dedim ve istemiyorum da dedim. Üstelik de yabancı öğrencilere, dilleri Almanca olan öğrencilere. Sonra, o kadar hatırını da kırmayayım diye, peki dedim, bişeyler düşeneceğimi söyledim. Oturdum bu Türk Usulü Evlenme’yi hatırladım. Yalnız metinlerin Almanca olması lazım. Şimdi önce ben adını değiştirdim. “Görmeden Evlenmeler” koydum adını. Birinci yine Şair Evlenmesi. Allah’tan Vanberi diye bir adam var, 19.yy da kitaplar yazmış Türkçeye dair. O Almancaya çevirmiş. Bende de fotokopisi var. O elde var bir. Sonra Karagöz’ün bir oyunu var, “Ters Evlenme”. Mahallenin bir bıçkını ve sarhoşu var. Karagöz’de ona “makil” derler. Onu uslandırmak istiyor mahalleli. Napalım? Buna öyle bir şok verelim ki bir daha tövbe etsin içmesin ve etrafına saldırmasın. Diyorlar ki, Karagöz’ü kadın kılığına koyup, bunla gelin diye evlendirelim. Karagöz önce yadırgıyor falan, sonra kandırıyorlar Karagöz’ü. Karagöz kadın kılığına giriyor, peçesi falan da var, ama biz görüyoruz. Çünkü peçe şeffaf, arkasından sakalı falan gözüküyor Karagöz’ün. Sonra işte gerdek gecesi peçesini açıyor ve sakallı bir adam çıkıyor içinden. Ondan sonra başka şeyler de var içinde, bu böyle bir komedi.

Üçüncüyü ne yapayım dedim, modern bir şey arayayım. O zaman da Oktay Arayıcı’nın “Rumuz Goncagül” aklıma geldi. Rumuz Goncagül’de de gazete aracığılı ile eş aranır. Şimdi de bilgisayarda interneten galiba yapıyorlar o işi. Belkide, biriside bu işe internette devam ettirir. Fakat onun Almancası yok. Benim bir öğrencim var. Çok yetenekli, aynı zamanda dostum da. Onun kocası da benim öğrencim ve dostumdu. Çok bilge bir insan. Çünkü onlar karı koca Gölge Oyunu oynuyorlar. Çeşitli festivallerde falan oynuyorlar. Bir de tercümeler falan yapıyorlar, hayatlarını falan öyle kazanıyorlar. Ayşe adı. Almancası çok güzel. On günde bütün oyunu çevirdi. İyi bir çeviriye de gerek yok, yani onun sözlerinin edebi bakımdan incelemk benim de haddim değil. Ama o temayı versin yeter. Böylece üç metin hazır oldu. Şimdi ben bunu nasıl koyacağım sahneye?Dedim ki, bunu curcuna havasında sahneye koyalım. Şimdi benim bir teorim var. Ne roman yazdım, ne sahneye bir oyun koydum ne de oyun yazdım. Ama yazsaydım nasıl yapardım ben bunu dedim. Oyunun havasına uygun müzikler dinlerdim sürekli. Edebi bir eser sahneye koyacaksam yine aynı şekilde, mesela, diyelim ki Çeheov koysam Chavkovsky’nin büyük müzikal oyunlarını değil de, Chavkovsky’nin büyük piyano parçalarını dinleyerekten Çehov koyardım. Böyle bir teorim var kendimce. Şimdi iş başa düştü; bunu curcuna havasında koyacağım ama hepsi de oynanmayacak, içinden seçmeler yapılacak, budamalar yapılaraktan falan üç metin bir araya getirilecek. Orda oyuncular kendi elbiseleri ile oturacaklar, hiç ayrılmayacaklar sahneden. Birisi Karagöz olacak falan, böyle karışık bir oyun. Bunu için nasıl bir müzik seçelim? Bir Kandıralı vardı, hiç dinlediniz mi bilmiyorum. Kandıralı klarnet falan çalıyor. Çok oynak, insanın kanını harekete geçiriyor. Bundan 4-5 tane kaset aldım. Bağıra bağıra çalıyor. Benim penceremin yarısı açıktır, dışardan da duyuluyor. Odanın ortasında zıpzıp zıplamaya başladım. Yani yanlış değilmiş benim görüşüm. Bayağı oyunun şekli gözümün önüne gelmeye başladı. İşte o ordan girecek falan oyunlar birbirine karışacak, gazete ilanları, evlenme ile Karagöz’ün peçeli hali falan hepsi birbirine karışacak. Tamam dedim, bunları götüreyim bakayım olacak mı nihayet. Ben şüpheliyim bir yandan. Almanlarla nasıl yapılır bu iş? Sonra gittim derslere başladım. Öyle gidiyor. Bu Andrewıch ‘de boyuna beni(Andrewıch, Bertolt Brecht’ın de asistanıydı) dürtüklüyor. Hadi artık provalara başla diyor. Dedim ki, bir ilan asın da gelsinler toplansınlar. Orda, işte sekreterlikte bu metinleri çoğalttım. Bunlar geldiler, hepsi değilse bile bir kısmı geldi, oturduk, ben bu metinleri dağıttım projemi anlattım onlara. Önce yüzlerinden hoşlarına gitti gibi geldi bana. Sonra dedim ki, bu metinleri aldınız, eve gittiğiniz zaman bunu okuyun, sizce gereksiz olan konuşmaları çıkartın. Herkes kendine göre yapsın bunu. Sonra bir dahaki toplantımızda bütün bu metinler gelsin, ortak olanları tutalım. Ama yalnız bir kişinin çıkardığı yeri tartışalım. Bu şekilde bir şey yaptık. Ama o toplanış bu toplamnş, bir daha gözükmediler. Çünkü çoğu başka bir şehirde iş tutmuş, böyle dağınık bir öğrencisi vardı üniversitenin. Andrewıch fena halde kızdı, hepsini topladı, yanında da ben oturuyorum. İşte onlarda imtihan yok. Bir devlet imtihanı var 5. senede. Çok zor bir imtihanmış o ve bir iki dersten yapılıyor. Çok uğraşıyorlar, mezun olmak için o seneyi kullanıyorlar. Şimdi teknik şu; eğer bu provaları yürütmezseniz Metin And’ın dersinden de mesul olacaksınız. Nasıl kızdı öğrenciler, sanki ben yapıyormuşum gibi bana düşman oldular. Çünkü ben olmayacağım zaten, bir sömestr sonunda Türkiye’ye döneceğim. Onlar nerden okuyacaklar ,gerçi ben buldum kitaplar, Almanca kitaplar fala,n bunları okursunuz diye. Ama imkanı yok, ikna olmadılar. Sonunda böyle bir tehdit falan ama yine gelmediler.

Orda bir kız öğrenci vardı, arabasıyla beni şuraya buraya götürür, benim işlerimi falan halleder, bir nevi sekreter gibi oldu. O kız bana bir ipucu verdi. Hocanın da dedi, provalarına gelmiyorlar dedi. Onun üzerine bir gün yine yemek yiyorduk, dedim ki, bak senin de provalarına gelmiyorlar. Kızın adını vermedim tabi. Onun üzerine bir daha üzerime düşmedi. Ben de bu zoraki yönetmenlikten kurtuldum.

-sürecek-

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.