İroni-Edebiyat-Türk dili ve halk kültürü

İhsan KUTLU

İhsan KUTLU

İRONİ, edebiyatın, dilin, hatta günlük diyaloglarımızın en temel, vazgeçilmez figürlerinden, temel taşlarından biridir; anlamını bilmesek bile, sürekli kullanırız. Kısaca, bir şey söyleyip, söylenenin tam tersini ima etme, belirtme ve işaret etme, diyebiliriz. Yağmurlu, fırtınalı bir havda ’şansımzdan, bugün hava fıstık gbi,’ dersek; karşımızdaki ise ’Es rüzgar es, yiğidin bağrına!’ (Maraş’ın Ahır dağlarına çıkan biri ile ilgili ironisidr); diğeri, ’üzülme dostum, yağmur güzeli ssever,’ ya da ’beterin beteri var!’ derse bunların tümü doğrudan İroni ya da onu içeren sözlerdir.

Bu konuda, İnternette bile yeterince bilgi devşirebilirsiniz. Ta Sokrates’in Diyaloglar kitabında geçen İronisinden (burada Platon cahil biri rolünde Bilge sayılanları mat eder) edebiyatın tüm dallarında ve biçimlerinde İroni olmayan kitap – yazı bulamazsınız. Çünkü, İroni, metefor, sembol… vs gibi edebi figürler olmasa, zaten o metin Edebiyat olamaz. Bilimsel kitaplar, resmi yazılar, anlaşmalar… bu tür edebi figürleri dışlar, bu nedenle İroni barındıramaz. Trajik, daramatik, satirik, polisitk vs ironileri ele almaya sayfa yeterli değil; dünya edebiyatından epey örnek var ve ilgilenenlere Google’yi salık veririm.

Ben, daha çok, şunu vurgulamak için bu yazıyı kaleme alıyorum: Dünya dilleri arasında en faza İroni örneği olan kültürümüzde bu konularda yeterince araştırma yapılmadığıdır. İnternette, yalnız Stockholm Üniversitesinde İroni konusunda yazılan tezlerin listesine bakınca, bizim üniversitelerimizdeki Edebiyat Fakültelerinin, Akademisyenlerin neler ürettiklerini merak ettim. Ben bazı ipuçları vereyim: Nasreddin Hocamızın hemen tüm öyküleri İRONİK olup, Atasözü gibi sadece adı kullanılarak dilde İroni yapılabiliyor. Timur’a paha biçmesi – Eşeğini kaybedip geri bulması – Kıyamet günü… vs. Laz fıkralarımızın çoğu da konuşmalarımızda kullanıldığında İroni yapılmaya birebirdir.

Dünyada ünlü olduğumuz Karikatür sanatı da İroni üzerine kuruludur ve son derece başarılıdır. Bir cümle içinde İRONİ gizlendiği gibi, bir romanın koca bir bölümünde, hatta romanın tümünde İroni olabilir; daha ötesi, Roman tümden bir İRONİ’dir. Swıft’in Gulliver’i böyle bir kitaptır.

Ben ’SEVGİLİ MARAŞ 68’lierin Dramı’ romanından bir kısa bölüm seçerek İroni konusuna örnek vermek istiyorum. (Bu Romanın bana ait olması, seçme yapmamda kesinlikle etken değildir. Çoktan örneği tükenmiş olup, kaldırılmamışsa belki bazı Halk kütüphanelerinde vardır. Yoksa, başka bir amaç gütmeyi küçüklük sayarım. Ayrıca, yazarı olduğum için kolayca üzerinde fikir yürütebilirim. Şu bilinmeli ki, yazarken insan İroni, Metafor vs  olsun diye yazmıyor; yazdıktan sonra yazar bile yazısına giren bu tür figürlere hayret ediyor ve nasıl ve nerden geldiğini de pek bilemiyor. En azından benim için böyle oluyor )

Bu metni, öncesi ve sonrasıyla bağ kurmadan okumak, elbette tüm anlamını veremez. Çünkü, okuma, tüm roman boyunca sürekli olarak ileri – geri gidip gelen, değişen, resimlerin, sahnelerin, olay ve olguların değişken ve kalıcı bağlarla okur tarafından bağlanmasını, haz duyulmasını, düşünceler üretmesini ve en önemlisi, Kendi Kişiliğini güçlendirmesini – onaylanmasını ve kafasındaki gereksiz kırıntıların temizlenmesini gerektirir ve sonuçta okuduğu bunu gerçekleştirir. Yoksa, okumanın fazla bir anlamı olamaz. İnsanın Çoğalması için en kolay yol, ilk çağlardan beri edebiyat ve sanatın insan yaşamının ayrılmaz parçası olmasıdır.

……………………………………………….

Metindışı kısa bilgi verirsem şu: 1969 yılı Genel Seçim çalışmaları vardır. TİP o gün seçime giren biricik Sosyalist partidir, Behice Boran, M. Ali Aybar, Sadun Aren gibi büyük adların yönettiği ve Türkiye Sosyal Uyanışında önemli bir harekettir. Onlardan bir grup, seçim çalışması için Samandağ köylerini dolaşmaktadır ve adayları Avukat Süleyman Galioğlu ile birlikte BATIAYAZ denilen köye gelmişlerdir. Batıayaz, 4-5 orman köyünün de merkezidir ve Seldiren köylüleri, muhtarları, ileri gelenleri her zaman Batıayaz kahvesinden bulunurlar. Özellikle Köroca denilen insan tüm o köylerin en büyüğü, en tanınmışı, en şakacısı ve Hümör sahibidir. Zaten İroni, espri, hümör zeki insanlara özgüdür. Burada, Köylüleri AYDINLATMA ve Uyarma misyonunu omuzlamış olan Üniversitelilerle – Uyarılmayı bekleyen Köylüler arasında ilginç bir diyalog var, yıllar sonra bu konuşma ve tavırlar aşağıdaki metni oluşturmuştur.

                                                                               *

KÖROCA – BATIAYAZ

Ertesi günü Samandağı – Zeytuniyye mahallesinde ilkin Ortodoks kilisesine yakın bir dükkânda konuştular, ardından yukarı mahalleye, yani dev kilisenin yanındaki Ermeni mahallesine geldiler: Kilise ve mezarlıkları ayrıydı din kardeşlerinin ama zevkleri aynı. Orada da konuşuldu vee Metin, alışık olduğu gibi, gene Muhtar’a selamlar topladı. Musa Dağı eteğine tırmanıp Vakıflı köyüne, küçük Ermeni köyüne geldiklerinde vakit öğleydi ve tepeden bir süre, köye girmeden Çevlik’i ve denizi kuşbakışı temaşa ettiler.

Hatay’daki tüm rüzgârın sanki yarısı bu köyde ve bu köyün üzerinden esiyordu; bir saat kadar konuştular, gelmiş – geçmiş üzerine sohbet ettiler.

Ayrılırlarken İhsan köylülere hatırlattı:  “Bu ayı kimin oğlu bilmiyo musunuz?” yanıt gelmedi. “Bre Kisecik’ten Muhtar’ın oğlu, selam yollamıyo musunuz?”

Dünyanın en ünlü çınarının dibinde, kutsal Asa’nın dibinde durdukları an yaptıkları ilk şey çınara gitmek oldu: inanılmaz bir hacimde ve inanılmaz büyüklükte bir gövdesi vardı. Öyküsünü Metin’in bildiği çınarın dibindeki kahvede toplantı yaptılar; Metin’i tanıyanlar vardı ve uzaktan, anne tarafından da akrabaydılar; buradan öte ninesi Emine kadının oymağı başlıyordu.

Hıdırbey, Hacı Haplı geçildi ve gezinin en önemi menziline vardılar, Batıayaz’a. Kahvenin girişinde Metin, İhsan’ın kulağına eğildi: “Elini öpeyim, Hayreddinciği konuştur.”

“Niye bre?”

“Elleşme sen. Hayatında unutamıyacağın bir konuşma olacak. Ben bunları çok yakından bilirim.”

Kahveye girişleriyle birlikte içerideki 15-20 kişi ayağa kalktı.

“Nerdeydiniz, gözlerimiz yollarda kalıktı. Ehlen ve sehlen. Hoş sefalar geliksiniz. Şeref veriksiniz…” Bunları, eğilerek, hatta şapkasını eline alarak söyleyen Köroca - bunun dışında bir adı yoktu zaten – yanındaki birine döndü ve fısıldadı: “Bre bir hata yapmıyak hangi parti bunlar?”

“İşçi Partisi bre Köroca emmi.”

“Köyümüze işçi partililer gelmeyci de o göbekli deyyuslar mı gelici? Haydi oğlum Hanefi, hemen kahveyi koy.”

Önce Süleyman bey, sonra diğerleri teker teker sandalyelerine oturdular. Kahvelerin gelmesi hiç de zaman almadı.

“Eee, anladın bakalım, memleketin ahval ve şeraiti neşkil?” diye ilk soruyu Batıayaz’ın Mevlüt Muhtarı sormuş oldu ve ardından kahvede birikenlerin tümü bu isteği onaylayan sesler çıkardılar.

Süleyman bey birkaç söz söylemişti ki İhsan girdi araya: “Şimdi Hayreddin size her şey anladıcı. Haydi bre Hayri”, sonra İhsan onun kulağına eğildi ve fısıldadı: “Geçtiğimiz bütün köylere şeftali ektin, bu köye başka bir şeyler ek – dik.”

Hayreddin bozuldu ancak hemen kendini toparladı. Konuştu: Çevlik, Zeytuniye, Vakıflı, Hıdırbey, Hacı Haplı köylerinde neler dediyse aynısını söyledi ve sözünü bitirdi. Köylüler ise çıt çıkarmaksızın ve büyük bir saygıyla dinlediler O’nun söz bombardımanını.

“Bre Hayriddin efendi” dedi Köroca, “Eyi, gözel. Şeftali ekek. Valla doğru söylüyon. Ekek te…”

“Tereddüt etmeyin. Sökün zeytinleri. Şeftali iki – üç kat para getiro. Bursa’yı zengin etti, haberiniz yok.”

“Var, var … Şeftali nereye ekilir bre Hayriddin efendi? Toprağa değil mi?”

“Havaya ekilici değil ya, elbette toprağa.”

Gözel. Mezer toprağı dışında toprağımız yoksa, efendime söyliyeyim, toprağımız yoksa” Hayreddin’e iyice eğildi Köroca, yüzüne çok büyük bir ciddiyet de verdi. “…mezer toprağımız bile yoksa anamızın ..ına mı ekicik, senin şeftalilerini?”

(Hiç kimse gülmedi, misafirleri yollamadan kesinlikle gülmezlerdi, çünkü oyun henüz başlıyordu. Misafirler gidince de…)

“Demek sizin toprağınız yok.”

Yok ya, ne belledin? Bizim ormanımız var, biz orman köyüyük. Ormanımızı da kalu beladan beri devlet sahiplenik. Allah avratlarımızı kurtarsın ellerinden, yeter, razıyık.”

“Demek toprağınız yok!”

“Bir yanlışlık işte; Kurban olduğum toprağı halkedip, bizi yokedeceğine, bir dalgınlık olmuş ve bizi halkedip toprağı unutmuş.”

“Demek toprağınız yok!” diye yanıtladı Hayreddin.

“Bre sağır mın, duymuyo mun? Sana şeftali ekmekten vazgeç dedim, duymamazlığa geldin. Haydi vakvakla bakayım.” Ve İhsan intikam alırcasına Hayreddin’in bam teline bastı.

“Anteke köylerine hökümet Amik Ovası’ndan toprak dağıttı. Donguz Kisecikliler; onların ne kafir bir Muhtarı var, gitti iki kere toprak aldı. Biz Samandağı’na bağlı olduğumuzdan alamadık. Keşke İsrail’e bağlı olsaydık, Hayreddin efendi.”

“Gelin size orman kooperatifi kurak.”

Köroca başta olmak üzere kahvenin yarısı ayağa kalktı.

“Hay Allah razı olsun sizden. İşçi partisi, köylü partisine yakın, bre. İyi duyun bunu!”

Ve Hayreddin başladı anlatmaya: köylülerin sorununu kolayca çözdü, kooperatifleştirdi.

“Ağacı nerden bulucuk, bre Hayreddin efendi? Hızar aldık, marangoz fabrikası kurduk, koltuk yapıcık, tamam amma ya ağaçlar?”

“Kolay, devletten satın alırsınız.”

“O zaman bize ne kalıcı, kâr olarak?”

Hayrettin ince ince hesap yaptı ve tümünü zengin etti.

“Yoook” diye itiraz etti Köroca. “Biz şimdi daha kârdayık. Öyle değil mi bre? Donguz kimin dinliyonuz, hep beni yoryonuz şu ihtiyar halimle.” Biraz onay bekledi. “Tahtayı devletten al, sonra devlete sat! Bak bizim kooperatifimiz daha gözel işliyo. Bir orman memuru var; iki sene oldu tayin olalı. İlk geldiğinde, biz zaten alışığık, iki ona bir bize. Öyle bölüşürük. Yoksa acımızdan ölürük. Sonra aylar geçer apartımanını diker, dikti, şükür;  o zaman yarı yarıya enerik. Bir sene önce öyleydi: Yarıyarıya. Bir katır yükü tahta mı götürdüm, yarı parası ona. Biz haram yemek, o bunu eyi bilir. Senenin başında taksisini de aldı, eh, bankaya da biraz para attı, şimdi iki bize bir ona. Allah razı olsun kennen, tuttuğu altın, bastığı cevahir olsun. Helal süt emmiş adamın hali bir başka.”

“Yani siz rüşvet mi yidironuz?”

Köylülerin tümü büyük bir şaşkınlık içinde Hayreddin’e baktılar.

“Partiniz bu kadarını da bilmiyo mu?” diye sordu Kekeç muhtar. “Biz ona rüşvet demek, Rüşvet haram, biz aylık koyuğuk, adını. Bir de devlet maaş ödüyo, işte fazlalık orada.”

“Gider gitmez gazeteye yazıcım keni, pis sömürücüler.” diyen Hayreddin öfkeye kapılmıştı.

(Ve oyunun en can alıcı sahnesi çıktı ortaya.)

Köroca Hayreddin’in iki eline birden sarıldı, diz çöktü önünde: “Acı” dedi, “Bana acımıyosan çocuklarıma acı; bre torunlarıma acı; içlerinde iki tanesi yetim. Vallahi ve billahi bütün reylerimiz sizin olsun. N’olursun Hayreddin bey, Allah seni beylerin beyi etsin, elini ayağını öpyüm gazeteye yazma. Şeytana lanet et, bes. Yazma. Bak yazarsan n’olur? Bu masumu başka bir yere sürgün ederler. Allah göstermesin, yerine başka biri tayin edilir; böyle yağlı yerin taliplisi çok, gözeli herkeş ister. Tayin için zavallının biri Ankara’dan beri bir sürü yeri doyurur, adam masraflarını çıkarmasın mı? O zavallı da ev besliyo. Şimdi neydi? İki bize bir o’na. Eğer yazarsan bize böyyük bir kötülük yaparsın, çünkü o zaman iki o deyyusa bir bize, olur. Anladın mı?”

“Biz halkın çıkarı için mücadele eden bir parti olarak bu namussuzluğa göz yumamayız.”

Köroca doğruldu ve yeniden sandalyesine çöktü: “Haşa, kim demiş ‘namussuz’ diye. Tam tersine, Memleket onların yüzüsuyuna ayakta. Suç devletin. Onların kıymatını bilmeyen biz değilik, devlet. Şimdi söyle bana, Hayriddin efendi, bizim en böyyük düşmanımız kim?”

“Amerikan emperyalizmi” sözü çıkıverdi Turgut’un kibar ağzından.

“Hiç mühim değil. İsterse üstüne Rusya ile Çin de gelsin! Bakın; tarihler doğruyu yazmıyo. Vaktileyin Araplar hiç irahat durmazlarmış, şimdi de öyleler ya. Padişah çaresiz kalmış. Hınzır bir başvezir varmış, demiş ki; Padişahım ben çaresini buldum. Ve ertesi hafta, fazla değil bir düzine ormancı salmış Arabistan’a. Bes o kadar. Ya. Vatanperverliklerine bak. Arabistan’da dikili bir ağaç var mı? Hani ormanlar? Ya, hepsi, her yer çöle dönmüş. Amerika! Ne varmış? Amerikanca öğretip bir düzine vatanperver ormancıyı sal oraya; tebdil-i kıyafat edip ormancı olucular, bes. Gerisi kolay. İki sene içinde Arabistan’dan beter olmazlarsa ben eşşeklerle anırıp, gezicim bre?”

Herkes onayladı.

“En iyisi bizim köydeki Kıraç gibi ormanları size verelim, razı mısınız?” diyerek Metin ilk kez bu anlamlı ve öğretici tartışmaya katılmış oldu.

“Olmaz” diye itiraz etti Hayrettin, “Orman devletindir.”

*

EVET, bu metinde, Orman Köylülerinin sorunlarını İRONİ yoluyla anlatan Köroca ile; onu uyarmak için ta Ankara’dan gelen Hacettepe Üniversitesi öğrencisi Hayreddin  arasındaki denge tümden bozuluyor ve daha önemlisi, tümüyle TERS – YÜZ oluyor. Haliyle bu Metin İronik olup; bugün ülkemizde yaşadığımız Tabloyu da anlatıyor. Yani herkes hemen herşeyi anlıyor; köylü kurnazlığı, rol yapmalar, riya – yalan, bilmez görünme… vs ile tam bir YALAN DÜNYASI içinde yaşayan bir toplumumuz var.

Yüce milletimiz, en büyük İRONİ’yi ise, Batıayaz’da tanık olduğumuz gibi, SEÇİMLERDE gösteriyor. Benim, bir yazar olarak bu yazılarımdan amacım; değerli olduğuna inandığım Akademsyenlere asıl görevlerini hatırlatmak ve deyim yerindeyse, onları dürtmektir. Çünkü dilimiz zenginliğini, gücünü giderek yitiriyor. Bu durum, Bilgisayar ile ilgili çok sayıda yabancı sözcüğün dilimizi istila etmeinden çok, dilimizde varolan ve halk kültürünün parçası ve renkli alanını oluşturan atasözlerinin, deyimlerin, ironi gibi renklerin yitirilmesiyle ilgilidir.

İkinci konu; VAAZ (Siz buna Demogoj deyin) dilinin dilimizi katı, inceleliği ve nüansları olmayan sadece İletişimsel (communcation) araca dönüştürmesidir. Daha önce vurguladığım gibi, HİTLER sonrası Alman Aydınları, öncelikle Nazist dönemde DİL’i kirleten sözcük ve kavramları marjinal, silik hale getirerek yola çıktılar ve ondan sonra Edebiyat yaratmaya başlayabildiler. VAAZ dili çok anlamlılığı, renkleri, dil oyunlarını yokeden, öldüren bir dildir ve bu nedenle NAZİ dili gibi DİKTATÖRLÜK aracıdır. Henüz vakit varken elbirliğiyle, dilimizi boğan bu gelişmeye karşı temel figürleri daha güçlü kılarak ve yorulmaksızın kullanarak karşı durmalıyız.

Herşeyden önce Edebiyat Dergilerinde ve elbette SANATKOP’ta bu uzman insanların, Akademisyenlerin boy göstermesi hepimizin en önemli gereksinimidir. AMATÖR olarak ben bu çabayı gösteriyorsam, bu tavrımı da, kasdettiğim bu değerli insanlar HAYATIN İRONİSİ olarak saymalılar.

İhsan KUTLU

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.