“Tek Kişilik Ölüm” – Psikososyal bir içeleştiri romanı

Aziz ŞEKER

Aziz ŞEKER

“Yaşama da, ölüme de tek başımıza bağımlıyız. Ölürken de tek kişiyiz, yaşarken de…”

Vedat Türkali asıl adıyla Abdülkadir Pirhasan yani meşhur dillerden düşmeyen Bekle Bizi İstanbul şiirinin onurlu yazarı. O bir romancı aslında. Daha çok böyle biliniyor. Elbette onun bu niteliği senaryo yazarı olduğu gerçeğini gizlemiyor. İyi de bir senaryo yazarı kendisi. Toplumcu gerçekçi edebiyatıylaysa sosyalist kimlikli devrimci bir aydın.

1951 yılının siyasi tutuklularından.

Edebiyatın birçok alanında değerli ürünler verdi, ödüller aldı. Kuşağının önde gelen yazarlarından Rıfat Ilgaz ile Gar yayınlarını kurdu. Romanlarıyla, sinemasıyla, şiirleriyle ülkesindeki tarihin belleğini yazarak gerçeği not etti. Tüm amacını, 1 Mayıs’tan 1 Mayıs’a (2004) düzenlenen Vedat Türkali Yılında “Dostları Vedat Türkali’nin Seksen Beşinci Yaşını Selamlıyor” gecesinde yaptığı konuşmasında şu şekilde belirtir: “Bu ülkenin yurttaşı olarak, acı çeken insanlarımız için ne yapabilirim, ülkemizi daha güzel, daha iyi günlere nasıl götürebiliriz? Temel sorunum bu oldu benim. Namuslu her yurttaşın yüreğinde olan o duyguyu içimde duydum ve bunu yerine getirmeye çalıştım ben de. Böyle bir sorumluluğu omzumda taşıyorum aslında.”[1]

Türkali, Dolandırıcılar Şahı, Otobüs Yolcuları, Üç Tekerlekli Bisiklet, Karanlıkta Uyananlar, Sokakta Kan Vardı, Şehirdeki Yabancı, Bedrana, Kara Çarşaflı Gelin, Korkusuz Aşıklar, Kopuk, Eski Filmler, Güneşli Bataklık filmlerinin senaryolarını kaleme aldı. Bir Gün Tek Başına, Mavi Karanlık, Yeşilçam Dedikleri Türkiye, Tek Kişilik Ölüm, Güven, Kayıp Romanlar, Yalancı Tanıklar Kahvesi romanlarını yazdı, tek şiir kitabı olan Eski Şiiler, Yeni Türküler’in yanında Dallar Yeşil Olmalı, 141. Basamak oyunlarını, Bu Gemi Nereye, Ölmedikçe, Komünist gibi düşüncelerini ve sorunlara bakış açısını ele aldığı kitaplarını sadık okuyucularıyla paylaştı.

Başka bir açıdan Vedat Türkali deyince, son otuz yılın Türk romanı ve romancı doruklarından biri gelir akla. Daha da ince düşünürseniz Bir Gün Tek Başına’yı anımsarsınız, Kenan-Günsel aşkının arkasında 27 Mayıs 1960’a yaklaşmakta olan kıvıl kıvıl bir Türkiye gelir gözünüzün önüne… Buradan Mavi Karanlık’taki 12 Mart 1971 darbesinin ardından yaratılan iç savaş benzeri kaotik ortama, 1940’larla 1970’ler arasındaki ve sonrasındaki Yeşilçam Dedikleri Türkiye’ye; 12 Eylül 1980 darbesinin ezdiği kuşağa kadar 50’li yılların komünistlerini, devrimcilerini görmek için de Tek Kişilik Ölüm’e gidersiniz. Bunlarla da durup yetinemeyeceğiniz açıktır. 1999 güzünden beri 5 kitaplık hacmiyle roman severlerin önünde çağıl çağıl akıp duran Güven’e sarılırsınız.[2] Arkasından seksen beş yaşında yazdığı Kayıp Romanlar’a ve aradan birkaç yıl geçmeden okuyucusuna sunduğu Yalancı Tanıklar Kahvesi’nin avlusuna varıp diz kırarsınız. Yanınızda yörenizde ustura ağzı rüzgârlar. Yolunu arayan muhalif yalnızlar; düşledikleriyle yaşadıkları arasındaki kavranmaz boşluğun rüzgârında savrulanlar…

Vedat Türkali kendi deyişiyle “Nâzım’ın büyük ustanın şiirde yapmak istediğini ben de romanda yapmaya çalıştım”la özetler yazın uğraşının temelindeki düşünceyi.

Tek Kişilik Ölüm’ün Psikososyal İklimi

Türkali, “Tek Kişilik Ölüm’ün yazımını Türkiye’de bitirir, son düzeltmeleri Londra’da yapar. Kitap basıldığında Türkiye’de hakkında bolca eleştiri yapılır. Gerçek kişilere dayanan, belgesel nitelikteki bu romana yapılan eleştirilerden birini Vedat Türkali şöyle yanıtlar;

Tarihte kaçırılmış fırsatların getirdiği zarar kolay giderilmiyor. Değerlendiremediğimiz fırsatların acısını o günleri yaşayarak çekmiş birileri olarak bize düşen, neleri nasıl kaçırdığımızı açık seçik ortaya koyup içtenlikle sergilemektir. Tüm çabam, uğraşım bu inancıma dayanır. Tek Kişilik Ölüm bu inancın ürünüdür. Bir tarih kitabı değil, bir romandır; ancak tarihle ilgili söylediklerinin belge niteliği taşıması gerektiğine yürekten inanmış bir yazarın romanı.”[3]

Tek Kişilik Ölüm, tarihsel bir kesitin bütünsel gerçeğini sosyal ilişkileri içinde verirken bir özeleştiri mekanizmasını roman kahramanları üzerinde işlevsel kılıyor. Kahramanların pek bol olduğu bir roman olmasa da Türkiye sol tarihinde adları yer alan insanların olay örgüleri içinde sıkça anlatıldığı bir kitap. Yazarın kendi ifadesiyle romana ‘bol belgesel kullanılmış bir film’ de denebilir.

Roman Nazif’in cezaevi kapısına gelip beklediği, psikolojik yükü ağır ruh haliyle başlıyor: “Araçların koşturduğu çamurlu yola, kışla yapılarını çevreleyen kırlara bakınıp duruyor, bunca yıl sonra oğluyla görüşmek için cezaevi kapısında beklemenin, yerleşip kalacakmış gibi çöken ağırlığını sürekli bir dirençle dağıtmaya çalışıyordu.”[4] Bu direncin gerekçesi, Nazif’in anlam arayışında fırsat buldukça sarsıcı bir tanık olarak onu hep bir yüzleşmeye çağırmayı ihmal etmeyecektir. Nazif yıllar önce eşinden ayrılmış sarsılmış benliğini sanatla-kültürle ayakta tutmaya çalışıyor. Oğlu Levent idamdan yargılanınca Doktor Gülşen’den yani eski eşinden olan oğlunu görmeye geliyor. Yirmi yıllık kocaman bir aradan sonra hangi duygular doğru adım atmasına yardımcı olabilir ki? Kendisini bekleyen gerçeğin farkında bile değilken. Ötede öç alma duygusunu mutluluk kaynağı haline getirdiğini sandığı Doktor Gülşen’den kaçarken içine düştüğü eski çevresinin etkisiyle üretilmiş suçluluk psikolojisi onu ‘yadsıyabilirsin, saklayamazsın’ çıkmazına sürüklemişti. Kendisi ve eski eşi yirmi yıl öncesinin yargılanmış siyasileri olarak romanda işleniyor. Nazif daha başlangıçta buna açıklık getirmeyi unutmuyor: “Cama doğru yayılan duman bulutuna takılıp kaldı. Sorgulama, hesaplaşma yeri mi burası? Yine mi sorgulama, hesaplaşma; yirmi yıl önce gene cezaevi kapısında başlamadı mıydı? Sesli sessiz sürüp geliyor o günden beri.”[5]

Bir şeylere tutunma mücadelesi ona geçmişini unutturamamıştı. Diyor ya, “yanlış yapmaya yazgılı doğmuşuz bir kez; ne gelir elimizden?” sonra ekliyor “üstüne yapışmış çamurlardan kurtulmak için ılık bir göle atılır gibi…”[6] sanat etkinliklerine atılmıştı, nesnel kalmaya çalışıyordu, alanında tanınmıştı da artık, tutunabildiği tek güzellik sanat olmuştu. Bu büyünün bozulmasını istemiyordu.

Türkiye solu iktidarla cezaevi kapılarına sıkıştırılmış bir harekettir. Solun başarısızlığının altında; koşulların iktidar aygıtlarını elinde tutan egemenlerin belirleyiciliği her ne kadar etkiliyse, solun halka doğru açılamamasından kaynaklı görece sol tiplerin kendi aralarındaki kavgaları, amaçlarını anlatamama güçsüzlüğü/yetersizlikleri de ileri sürülebilir. Ama her dem halkla sol arasında aşılamayan çelik bir kapı gibi duruyordu egemen olan.

Güven romanında da bu gerçeklik yüzümüze çarpmaktadır. Rahmi Usta ile Turgut arasında geçen şu diyalog buna örnektir:

-Biz halkla ilişki kuramadık Turgut arkadaş! dedi. Sürekli onu söylediler bize yukarda. Yasal olmanın yollarına bakın! Bakalım da nasıl bakalım?

Soruyu yanıtsız bırakmanın ağırlığıyla sustu. Gözlerini Rahmi Usta’ya dikmiş, sessizce bekliyordu Turgut. Uzayınca,

-Peki, nasıl olacak? diye sordu çekingen bir sesle.

-Bilsem!

Gözlerinin içine bakıp yineledi bastırarak Rahmi Usta,

-Onu bilsem!

Kendi kendine söylenir gibi ekledi,

-Bilen de var mı Türkiye’de, onu da biliyorum!

Kadehini aldı,

-O yolu bize kim gösterecekse onun sağlığına! diye kaldırdı kadehini.”[7]

Özellikle romanda geçen sol partinin (TKP) gelişim seyrine bakıldığında içine düşülen çıkmazın sosyolojik ve politik nedenleri ortaya çıkıyor. Elbette yanlış giden bir şeyler var? Peki ne yapmalı? Vedat Türkali romanlarında aslında bu gerekçeleri tümüyle ortaya koyma başarısını gösteriyor. Çözümlemeleri onu bir romancı olarak çoğu zaman acımasız eleştirilerin hedefine koymuyor değil. Bu açıdan bakıldığında Gorki’nin Ana’sı gibi her yönüyle olumlu bir tip görmezsiniz Türkali’nin romanlarında. Aksine roman kahramanlarını psikososyal kimliği, politik bilinç düzeyi ve çatışmaları, psikoseksüel çelişkileri yani bir insan bütünü olarak görürsünüz. İnsanın bir çelişkiler yumağı olduğunun bilincinde usta romancı. Buradan Nazif’ geçecek olursak: “Herkese kendi çıkarının doğrularının kutsal” olduğu siyasal bir atmosferde Nazif’in hayin etiketi yiyerek kendi yoluna çekilmesi ve koşullarını oluşturmak için mücadelesi onu tuttuğu yolda mutlu kılmaktadır. Yanlarından ayrıldığı yoldaşlarıyla ilgili geliştirdiği tutumu ise üzerinde çalışılmaya değerdir: “Aslında yenilen onlar. Taptıkları kişilerin pislikleri, çirkinlikleri ortaya apaçık dökülünce çelişkiler yumağına dönen içleriyle hesaplaşmaları gerekirdi. Eski putlar devrildi, yenisi yaratmanın uğraşındalar. Onların devrimciliklerine…”[8] Nazif’in gelip dineldiği düşünsel duraksa şudur: “İnsanlar ille de ideolojilere bağlı olarak iyi ya da kötü olmuyorlar ki, bir de kendi özbenlikleri var işte!..”[9]

Aslında Yalancı Tanıklar Kahvesi’nde de Nedim Hoca buna benzer bir bilgiyi paylaşır:

-Herkesi sürekli koşulluyor bu dünya! Uyarına gelmişse yalancı tanıklığa alıyor! Bir dilim ekmeği güç bulan, kendini özgür sanıyor! ‘Kabahatin çoğu senin kardeşim!’ diyor Nazım. Yalan mı? Özgürce düşündüğü kurmacasında bir sürü aydın! Allayıp pulluyorlar gerçek sorumluyu! Çoğu yüreksizliğinden göremiyor aslında. Karşılarına dikilen olmuyor mu? Ne yiğitler çıktı yıkıldılar! İşler iyice zora vardı şimdi. Bir sürü şaşkın kaldı ortada. Pazarlık uyacak bir gün! Ellerinden düşürmedikleri sol kitapların hepsi rafa kalkacak! Bu çirkef dünyaya ne cici yalanlarla tanıklığa kalkışacaklar, bakın, görün!”[10] Eleştirinin gittiği adres bellidir: Döneklik!

Belki erken bir tahlil olacak ama, tek doğruları söylediği üzerinde ısrar edilen Stalin’in eleştirilebilirliği roman olaylarının geçtiği yıllarda bir kesim sol açısından katı sınırlarla engellenmişti. Trockistlik ise bir tür dalga ve dışlanma konusuydu. Stalin’in İkinci Dünya savasını bitirme başarısı insan hak ve özgürlükleri konusundaki tutumu karşısında aynı hak edişi almıyordu. Nazif’in oğlu Levent üzerindeki bakış açısı Stalin’i eleştiriye dayanıyordu. “Birini ya da birilerini öldürmek çılgınlığına nasıl kalkışabilmişti Levent? Devrimci annesi Gülşen’den mi öğrendi? Niye oturup konuşmayız bu kadınla biz?”[11] Cezaevi kapısında beklerken Levent’in sevgilisi Yurdagül ile tanışır. O da sözü edilen Stalinist çevrenin tipik devrimcilerinde olan özelliklere sahiptir. Toplumu kurtarma kavgası onda da belirgin davranıştır. Hal böyle olunca gençlerin birbirini acımasızca öldürdüğünde hep geçerliliği olan bir soru dolanır Nazif’in aklında, “Nedir çilesi bu ülke insanının?”[12] Nasıl bir yol bu ülkeyi çıkmazlarından alıp çıkartır? Cezaevi salonunda beklerken ruhunun sarkacı gelgitlerdedir: “Kişi yalnızdır. Sanatın ana kaynağı da bu yalnızlığımız değil mi?.. Önce tek kişiyiz. Benim şu salonda olduğum gibi. Etine kızgın demir vurulan adamın acısını ne denli paylaşabiliriz? Yaşama da, ölüme de tek başımıza bağımlıyız. Ölürken de tek kişiyiz, yaşarken de…”[13]

Doktor Gülşen’le Nazif’in arasının tam anlamıyla bozulmasına neden olan olayın başında yoldaşları Müslim’in yakalanması geliyor. Gülşen’e göre baş sorumlusu Nazif’tir. İkisi arasındaki ilişkiyse hep Nazif’in yüreğine kıskançlık tohumları ekmiştir. Bu tohum ortalama bir bireyin ruhuna bir damlamaya görsün, ölüme kadar yüreğinin tetikçisi olarak pusuda bekler. Bazen o yüreği yıpratır, yer. Her ne kadar iki yıl kadar evli kalsalar da sonraki yaşamında Gülşen’in gölgesi üzerinde dalgalanmıştır. Kadınlara güvenmeyeceksin savına sürüklemişti onu. Levent’le ilişkisiyse soğuktur. Babalık yükümlülüğüyle hareket ettiği için cezaevine gelerek idam hükümlüsü olan Levent’in vereceği dilekçenin önemini anlatmak istemektedir. Belki idam karşısında bir kurtuluş yolu olabilir.

İşkence kokularının yükseldiği cezaevi kapısında bekleyiş içindeki bunaltı, geçmişle olan bağın çatışmaya dönüşüp sözcüklere taşınması romanın mekânı konusunda bilgi vermektedir. Ancak roman kahramanlarının anılarına doğru yolculuklar mekân çeşitliliğini sağlıyor.

Nazif bu uzun bekleyişte diğer tutuklu yakınlarını yakından inceler. Yine Yurdagül üzerinden giderek gençliği analiz eder: “Nerden alıyorsun gücünü? Saplantılarınızdan. Nereye varacağınızı sanıyorsun? Sonunuz ya ip, ya cezaevlerinde çürüyüp gitmek. Sallandığına bakıp kanmayın, kolay kolay sökemezsiniz bu paslı çiviyi!”[14] Ve eklemler “Uğrunda acılara battıkları toplumun tüm değerlerine yabancı birileri devrimcilik taslıyorlar! Benim kuşağımda da böyleydi, bugün de böyle… Geçmişle bağları kopuk yoz bir toplumda silahı kapıp kurtaracaklar bizi!.. Asıl devrimcilik birikmiş yüksek değerlerin yadsınmasına, yitirilmesine karşı çıkmak, benimseyip yerine koymak, yüceltmektir onları. Anlamsız kavgalarla, öldürüşmelerle bir yere varılmaz.”[15]

Birinci bölüm biterken hayin olarak nitelenen eski bir eşin acıdan ve yalnızlıktan kurtulmak için sanata sığındığını görsek bile o kayıp geçmiş eli hançerli bir katil gibi dolanıp durur benliğin çatlaklarından sızmayı başardığında hayatın ortasında. Nazif cezaevi önünde kendisiyle olsun oğlunun sevgilisi Yurdagül’le olsun eski eşiyle kurduğu, ya da içinde yaşadığı ilişkilerin örüntüsünde olsun insan psikolojisinin çıkmazlarından biriyle yüzleştirir okuyucuyu. Kendisi açıklar bu durumu, “Korkularımızın temeli, bir türlü kurtulamadığımız bu sanılar! Çoğu kez yakıştırmalarla, yalan yanlış yorumlarla bir yerlere öyle umutsuzca kıstırıyoruz ki kendimizi, düşmanlarımız beceremez! Kim bizi bu çöküntüye düşüren? Düşmanlarımız kim? Düşman bellediklerimizle dost bildiklerimizin ayırımı nerde başlıyor? Hiç mi ortak yanları yok?”[16] Kişinin kendisiyle savaşımı en zoru olsa gerek, “kendi diline düşmek başkalarının diline düşmekten çok daha kötü; kulağını tıkayamazsın.”[17] Psikolojide yüzleşme, içgörü geliştirme, egonun onarımı dediğimiz psikodinamik yapının sağlıklı bir temel üzerinde inşa edilmemesinin bir nedenidir bu sonuç. Evet “değişiklik istiyordu insanlar. Bunun için kaçıyorlardı birbirlerinden, bunun için koşuyorlardı birbirlerine!”[18] Baba oğul bu kaçışlardan sonra bir cezaevinde karşılaşırlar. Nazif’in Ankara’dan İstanbul’a cezaevindeki oğlunu ziyarete gelişinde cezaevi sorumlularından bir binbaşıyla konuşmasında okuyucu bunu daha net görür. Gençleri asmakla bir yere varılacağına inanmayan Nazif Durak, Levent’le görüşmesinde etkili olamaz. Doktor Gülşen yanındadır. Levent “anneme sor” diyerek sonucu ona bırakır. Bir uzak gençtir Levent babasının karşısında. Ne ki roman sonlanırken öğreniyoruz Levent, Müslim’in oğludur. Henüz daha kendisine itiraf edilmeden bu, devrim için işlenen cinayetler karşısında Nazif noktayı koyar, “insanların yazgısını tümüyle değiştirip güzelleştirmek ne tatlı düş! O düşler işte böyle acı yazgılara dönüşüyor.”[19]

Romanın ikinci bölümü bittiğinde anılar, Nazif’in yaşamı, Levent’in sevgilisi Yurdagül’le tartışmalar, cezaevinde yaşananlarla örgülenirken üçüncü bölümde Doktor Gülşen’i ele alır yazar. Eski T.K.P’li İlyas Tartan’ın göz ameliyatı için hastaneye yatırıldığında beşinci kattan atlayıp intihar etmesinin etkisinde kalan Gülşen’in İlyas’tan kalan notları okuyarak sürer roman. Sonu olmayan bir arayış ve çatışmadır insanın serüveni.

Doktor Gülşen, oğlu Levent’le gönüllü olarak Doğuya Hakkari’ye gitmiş, Kürtlerin içinde çalışmış, onlara hizmet etmiştir. Hatta sevgilisi olmuştur çalıştığı yerde ziraat teknisyeni Kürt Sıddık, sonra ayrılsalar da. İlişki gizlidir, ancak Doktor Gülşen’i isteyen Kaymakam’ın bastırmasıyla Sıddık başka yere atanır. Sürülür.

Doktor Gülşen’in Kürt kimliği ve kültürü üzerinde gözlemleri olmuştur. Öyle ki, “Kürtçe’nin bir ‘dil’ olduğunu, hem de yüzyıllar boyu birlikte yaşadığımız en eski bir halkın dili olduğunu yeni yeni algılıyor, tam bilincine ancak varmaya başlıyordu sanki!”[20]

Öte yandan Doktor Gülşen için Nazif “kıyıda bekleyenlerden” biridir. Dönektir. Ancak o da biliyor ki “Müslim’i ele verenin yıllardır örgüte sızmış olan bir polis ajanının, Nermi’nin olduğunu çok sonra anlayabilmişlerdi. Müslim’i Nazif’ten öğrendikleri süsü vermek bir polis oyunuydu.”[21] Buna rağmen Nazif’in hayinliği ve yüreksizliği öngörüsünü içinden söküp atmak istememişti. Bir de roman sonlarından öğrendiğimiz kadarıyla Levent’in Müslim’in oğlu olmasıysa duygularını sertleştiriyordu. Birazcık kaygı dahi duymuyordu. Nazif’ten boşandıktan sonra Doktor Gülşen akademik yönü olan Semih Deren’le ilişki yaşıyordu. Levent bu ilişkinin tanıklığında büyümüştü. Sonra Levent’in devrimciliğiyle gelen idama sürüklenişi…

Doktor Gülşen yerleşik yargıları olmasının yanında psikolojik olarak savruluşunda Nazif’e duyduğu tiksinti ve güvensizlik baskındı ve bu duygunun onu getirdiği nokta, “Nedir yargılamadaki ölçümüz?” sorusuyla çıkmaza sürüklenmesiydi. Geçmişi sorgularken yanılmamak gerekiyordu. Yanılgı eski acıları alıp getiriyordu. Kişiden kişiye değişse bile Doktor Gülşen için “düş kırımı ülkesi Türkiye!”[22] O bunun kıyısında değil, yaşamıyla içindeydi.

Yazarın sürükleyici kalemine yer yer üst anlatıcı olarak bütünleştiriciliği ekleniyor. Roman kahramanı iç dünyasına yerleşmişken bir yerde yazarın müdahalesiyle dış dünyaya dönüyor, her ikisi arasındaki geliş-gidişleri romanın kurgusundan sapmadan yerine getiriyor. Bu özellik romana sürükleyicilik, psikolojik bir hava veriyor. Özde sol siyasal tarihinde bir T.K.P.’nin, T.K.P.’nin Sovyetler Birliği ile ilişkisi, Kemalist sistemle olan durumu, Kadro hareketi, bir türlü doğru bir şekilde anlatılamayan Stalinci Kominter’in T.K.P. ile ilgili desantralizasyon süreci (Yazarın Güven romanında da bu konu detaylı bir şekilde işlenir, bkz: Güven 1-2 Gendaş Yay, İstanbul), üzerine de kurgulanan romanda okuyucuyu içine alan psikolojik boyut roman kimliğindeki konumunu alıyor. Yer yer siyasal ve sanatsal kişilikler romandaki olaylarda işlenir, Nâzım Hikmet Ran, Doktor Hikmet, Doktor Şefik Hüsnü, Baytar Cevdet, Mustafa Suphi, Hasan âli, ‘50’ affı, 51 yargılaması (Türkiye Komünist Partisinin idam sehpasına çıkarılması), Suat Derviş, Reşat Fuat, H.İ. Dinamo, Zeki Baştımar, Mihri Belli, Doktor Kerim, Halil Yalçınkaya, Mehmet Bozışık, Ahmet Fırıncı, Celal Benneci, Behice Boran, TİP, Sevim Tarı gibi Türkiye sol tarihinin yakından tanıdığı tipler, olaylar Tek Kişilik Ölüm’de derinlemesine olmasa da genel çerçeveleriyle işlenirler. Roman gürültü çıkarır. Eleştirenler, onaylayanlar. Mihri Belli eleştirenler arasındadır. Şöyle der: “Ben Türkali’nin bütün romanlarını okumadım. Okuduklarım içinde beğendiklerim var, beğenmediklerim var. Tek Kişilik Ölüm’ü yeni okumuştum. Kendisine, ‘O romanda insan sevgisi yok. O olmadı mı yazın olarak değeri de ona göre olur,” demiştim. Karşı çıkmıştı.”[23]

Roman cezaevinde Doktor Gülşen ile Nazif’in karşılaşması ve Levent’le konuşmaları üzerinden işlenerek sonlanır. Gülşen’e göre, “Herkes yazgısını çizecek! Asılmak Levent’in sorunu! Biz de kendi kararımızı verelim. İlyas Tartan gibi. Hayır, biz sağlıklı olmak zorundayız. Nasıl bir şey sağlıklı olmak? Sen yaratacaksın koşullarını. Cehennem ateşinden geçiriyorlar Türkiye’yi; kafamızı önce düşlerden arındırmamız gerek. Acılıkla uyandın mı, boşluğa bırakıp betona çakılsan da kara kargalar sürü sürü tepende. Bir güneşe bak, eylül mavisindeki güneşe, bir de şu yolumuzu kesen bodur kışla yapılarına! Yanlışlarını da yinelemeceğim artık Levent’ciğim, söz senin!”[24]

Nazif Doktor Gülşen’e göre katı durmamaktadır, “İnandıkların için de yaşamın, bir şeyler yapman gerekli değil mi? Sakladığın kişiler ölümüne seyirci kalabiliyorlarsa ne biçim arkadaş onlar? Saklamaya değmezler demek!.. Lütfen oğlum!.. Tam kıyısındasın uçurumun! Üç dört saatimiz var şurda. Seni itelemelerine boyun eğme!.. Katlandığın kadarı yeter. Biraz da kendini düşün!”[25]

Levent bu iki insan karşısında bir şey dememiş ama aklından sıyrılan şey şu olmuştu, “Yaşamaktan korkanlar içindir ölüm. İlmeğe giden bir iki basamağı göze alamıyorsan, sen de sıradan birileri gibi bütün pisliklere katlanacaksın…”[26]

Annesine bağlı olan Levent karşısında Nazif zavallı, onunla ilgili çok şeyin farkında olan en azından oğlu olmadığını bilen biri olarak kalır roman sayfalarında. Amaç insan mı? Bağlı olduğun örgüt mü? İkilem bu. En sağlıklı sonuç amacın insan olduğu gerçeğini unutmamak koşulu.

Cezaevinden çıkarlar. Doktor Gülşen gecikmez. Bir gizi açıklar Nazif’e. “Haklıydın kuşkularında. Babası sen değilsin Levent’in! Müslim’in oğluydu o!.. Acı bir alayla tamamladı. Bir gençlik günahını bağışlarsın artık. İşe de yaradı; seni acılarından kurtarıyor… Hoşça kal!”[27]

Başkasının çocuğunu asacaklar, sen kurtuldun!” diye söylenir Nazif ve beklenmedik bu gerçek karşısında kaskatı kesilir olduğu yerde…

Roman bitmişken unutmadan romanda geçen şu cümleler siyasal figürler için bulunmaz bir değerlendirme olarak kabul görmelidir: “Ne yapsanız etseniz çapınızı çevreniz belirliyor. Gücünüzü de. İsterseniz, böyle değil de, en evrensel, bilimsel dünya görüşünü benimseyin, kendi yazgınızı onunla çizmeye kalkın! Armut ağacından uzağa düşmez!”[28]

Sonuç Yerine

politika âlemi bir başka âlemdir, kişi karındaşı olsa feda eder!..

Cevdet Paşa

Vedat Türkali romanlarında okuyucuyu halkla aralarında beton duvarlar örülen sol düşüncenin ve sol bireylerin tüm çelişkilerine rağmen dünyayı eşit ve özgür kılmaları yönündeki mücadelelerine tanıklık ettirir. İşte bu okuyucu hem aydındır, hem dürüst, hem de gerçeğe varmak ister. Türkali insan ve toplum gerçekliğini veriyor. Çoğu kez sosyalist gruplar ve feministler tarafından eleştirilse de bu insanlık bilgisinin derinliklerinden beslenen roman yazarında Türkali gerçekliğini okuyuverirler. Gerçekliğin bireysel ve toplumsal katmanlarını ve buralardaki insan tiplerini…

Nazif’in değerlendirmesiyle bitirelim isterseniz, “Kendinden kurtulamıyorsun, asıl sorun bu. Namuslu kişi hep suçüstü yakalıyor kendini… Kuşkum yok, namusluyum ben.”[29] Aldatılmamak, aldatmamak… “Acı çekilmeyen yer var mı şu yeryüzünde. En büyük mutluluk vaatleriyle gelenler en büyük acıları çektiriyorlar. Payıma düşene katlanırım; daha çoğuna gücüm yetmiyor işte…”[30]

İnsanın trajedileri ve dramları kalıyor, mutlulukları uçup gidiyor, geçmiş kapıyı çaldığında. Ece Ayhan’ın usta yazar hakkındaki düşüncelerini de unutmayalım: “Vedat Türkali bir yazar olarak gerçekten çok sağlam ve de Türkiye’de pek alışılmamış dürüstlükte bir insandır.

[1]Türkali, Vedat: Vedat Türkali Kitabı. Haz: Sebahat Özdemir. Everest Yay. İstanbul, 2005, s. 2-3

[2] Karaca, Emin: “Polemikçi Vedat Türkali” A.g.e., 2005: 116-151

[3]Türkali, Vedat: A.g.e., 2005: 49

[4]Türkali, Vedat: Tek Kişilik Ölüm. Gendaş Kültür Yay. İstanbul, 2000, s. 7

[5] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 9

[6] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 29

[7]Türkali, Vedat: Güven. Gendaş Yay. 2 Cilt. İstanbul, 2002, s. 462

[8]Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 9

[9] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 23

[10]Türkali, Vedat: Yalancı Tanıklar Kahvesi. Turkuvaz Yay. İstanbul, 2009, s. 259

[11] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 13

[12] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 14

[13] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 60

[14] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 51

[15] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 69-70

[16] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 62

[17] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 119

[18]Türkali, Vedat: Kayıp Romanlar. Everest Yay. İstanbul, 2004, s. 83

[19] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 122

[20] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 137

[21] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 140

[22] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 241

[23] Belli, Mihri: “Vedat Türkali” A.g.e., 2005: 201

[24] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 242

[25] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 244

[26] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 245

[27] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 247

[28] Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 188

[29]Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 72

[30]Türkali, Vedat: A.g.e., 2000: 87

Yorum Yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.