Pandora’nın kapagını açmak…

İhsan KUTLU

İhsan KUTLU

WİKİPEDİ’den aktardığım bu alıntıyla birlikte ben de Sandığımın kapağını açmak istiyorum.

 

    Pandoratanrılar armağanı” anlamına gelir. Yunan mitolojisinde ilk kadın, Zeus tarafından insanlığı cezalandırmak için hazırlandığına inanılırdı.

1- Efsaneye göre, Zeus kendinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus‘un kardeşi Epimetheus‘a balçıktan yapılmış tanrısal güzellik ve zekaya sahip Pandora’yı eş olarak gönderir. Epimetheus kardeşinin tüm uyarılarına karşı Pandora ile evlenir. Zeus, Pandora’ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kavanoz (yanlış yapılmış bir çeviri sonucu kutu olarak anılmaktadır) hediye eder ama bu kavanoz asla açılmamalıdır. Bir süre sonra merakına yenilen Pandora, kavanozu açar ve içindeki tüm kötülükler dünyaya yayılmaya başlar… ancak son anda kutuyu kapatır bu da insanların içindeki “umut“tur.kötülüğün yayılmamış olması umudu.

1- Pandora mutsuzluk ve dertlerin olmadığı dünyada yaşar fakat kadına özgü merakına yenilip kutuyu açar.Ama başka bir efsaneye göre de Pandora kutuyu açtığında dünyaya kötülük hakim olur ve Pandora kutuyu kapatırken de kutu Pandorayı esir alır…

3- Diğer bir hikâyede ise Haberci Tanrı Hermes Olimposa giderken sırtında çok uzaklara götürmesi gereken sandığı Pandora ve eşine bırakır. Pandora merak eder kutuyu açar kendine ve eşinin üzerine pişmanlık, kızgınlık, kibir vs. gibi kötü özellikler, yaşadıkları mutlu ormana vede bütün dünyaya türlü türlü kötü özellikler yayılır. Son anda Epimetheus sandığı kapatır. Sandığın içinden bir ses gelir.Sandıktan gelen cılız ses -Lütfen beni çıkarın . Dışardaki kötülüklerle ancak ben başadebilirim- der. Bu sefer Pandora ve eşi birlikte açarlar sandığı. Sandığın dibinde bir kelebek vardır. Sandığın içindeki kelebek tek ümittir.

………………………………………..

Acı tatlı, pek kısa sayılmayan bir Yaşam deneyimimden sonra, sandığımdaki kelebeklerin bir değil bu uzun yıllarda çoğalıp binlerce olduğunu umut ederek, hiç değilse bazılarını dünyamıza salmak istiyorum. Bu kelebeklerden birkaçını sizlere de tanıtmak, anlatmak Umut dünyamıza katkı yapmaktır, diye düşünüyorum.

DÜZİÇİ: Eski köy enstitüsü olan Öğretmen okluna başladığımda Pandoram ile özdeşleştim; bir kelebek gibi içim dışım kıpır kıpır uçuşuyordu. Haruniye, sırtını dağa vermiş şirin bir köy – kasaba sayılabilirdi. Herşey, tüm dünya bizim için okulun yolları kenarına abilerimizce dikilmiş olan Aakasyaların çiçekleri kokusundaydı; mutluyduk. Parasızdık, köylü çocuğuyduk ama gelecek hakkında içimizde karamsarlığın – ve elbette kötülüğün – kırıntısı bile yoktu; Sınavları başarıp – başaramama endişesi dışında.

Mutluluğumuzdan biri, arkadaşlarımıza ve hatta öğretmenlerimize lakap takmaktı. Bunları tek tek söylemek istemiyorum; ancak bazılarını anmak vicdan borcu oluyor: Okul revirinin Sağlıkçısı Kerim Amcamızın elinden geçmeyen, ilacını almayan ve bazen de ‘Seni kaytarıcı herif!’ sözünü işitmeyenimiz yoktur. Çünkü, sınava iyi hazırlanamıyan bazı arkadaşlarımızın tebeşir yutarak vücut ısısını 37 derecenin üzerine çıkarttığı ve hasta olarak sınavı savdığı söylentilerini duymayan kalmamıştı: bu nedenle derece şaşsa bile Kerim amcamız aasla şaşmazdı. Çocukları tam bir  futbol takımı sayısındaydı, bundan dolayı onlara toplu bir ad vermiştik: Kerimspor.

 Aşçıbaşı Ökkeş usta oralıydı; ama günün birinde Karadenizli zayıf, ince ve konuşmasını bazen anlamadığımız yeni bir Aşçıbaşı getirildi; adı hemen Kumençu oldu. Yastıklarımızın altında resimli roman sayabileceğimiz Tom Miks, Texas, Kinova falan olur, ders kitapları çinde bile etüt saatlerinde kaçamak olarak bunları okurduk; Kümençu Kinova’da geçen Kızılderili boyunun resisiydi. Bu nedenle bu insanın adını bilen bir tek arkadaşımızın olduğunu sanmıyorum;ama Kumençu’yu bilmeyen de olamaz. Kumençu, hoşaf dışında, er yemeğe havuç koyduğu için ve bundan hoşlanmadığımızdan dolayı  HAVUÇÇU lakabını o sıralar Okul müdürü olan hocamıza vermiştik; Müdürümüz, Saçını tam ortadan iki yana tarar, konuşurken pozlar takınır, ‘Beni Annem tarlada doğurmuş. Gübeğimi taş ile kesmiş!’ diye vurgulu biçimde söze başlarken; yemeklerden, banyonun yakılmaz olmasından (odun parayla alınırdı) vs şikayetçi olmamamızı bu yolla sağlamaya çalıştığını bilirdik. Bizi hayal kırıklığına uğratmaz ‘Tasarruf da Tasarruf!’ derdi. O müdürü ve adını pek fazla arkadaşımın anımsadığını sanmıyorum. (birkaç yıl önce, Ressam bir dostumdan bu Müdürün sürgün gerekçesini öğrendim; Fazla tasarrufun bir bölümünü yanlışlıkla cebine yapmış, meğer.)

En önemli lakap takma olayı ise birbirimizeydi; bunun otomatik ya da düşünülerek bulunduğunu sanmayalım. Eski Türklerde ancak 7 yaşında ve o da kazandığı bir yararlığa atıf yapılarak verilen ad alma olayı, bizde de bu geleneğe benzerdi; ancak kısa bir sürede kaynağı ve ilk kulllananı belirsiz olurdu. Bunlardan bazılarını anmak istiyorum; çünkü Sandığımdan uçup dağılan kelebekler arasında bunları görüyorum.

     KOÇERO bunların başında geliyor. Koçak adında okulun en sempatik ve en yaratıcı öğrencisi ile hemşeri olmanın gururunu yaşayanlar olarak, ona böyle hitabedildiği duyduk ve bir gün içinde Koçak soyadı değişmiş oldu. Onunla senli – benli olmayanlar, kızlar ve en sonunda  Hocalar bile Koçero adını kullanmaya başladılar.

Kimdi Koçero? Doğuda bir Eşkiya! Et ve kemikten bir insanımız. Kimi böylelerini yazık, Şeytana uymuş,’ diye temize çıkarır; kimi işlediği suçun gerekçesine bakarak haklı ya da haksız bulur; biz ise koca bir ülkenin bu insanı bir türlü yakalayamasına hem hayret eder ve hem de onun cesaretine hayran kalırdık. (Bu yazıyı yazmadan önce yeniden Koçero yazıp Google’de baktım ve okudum. Adına filmler yapılmış, türküler dizilmiş, Efsane kahramanına dönüşmüş. Çok sonra bilincine vardık ki; her Aşiretin ve ağasının silahlı adamları olurdu; Eşkiya besleyince daha bir güçleri artardı. Bir Aşirete dayanan eşkiyayı da hemen hiçbir  güç yakalayamazdı; çünkü jandarma yola çıktığı an, bu tür insanlara haber ulaştırıldı.)

Sonra Van öğretmen oklundan bir arkadaş okulumuza ve hem de sınıfımıza sürgün olarak geldi; orta boylu, kıvırcık saçlı, yeşil gözlü ve konuşması kesik kesik olduğu için biraz zor anlaşılan candan bir insandı. Onun lakabını, iyi biliyorum; sanırım lakab takma sırası Koçak’tı yani Koçero’muz; bu yüzden o bir çeşit yardımcı seçmek istedi; zaten İlamettin adını söyleyemediğimiz için bir günde Van’lı dostumuzun adı Hamido‘ya dönüştü. Sonra bir de, gazetelerde adını ve serüvenini okuduğumuz eşkiya Hekimo vardı ama onu lakab olarak alana rastlamadım. Nedenini de hala bilmiyorum.

Birgün hocalarımızdın biri İlamettin’e ‘Senin adın ne?’ diye sordu. Arkadaşımız ayağa kalktı, adını söylemek için zorlandı, durakladı, bizler bazen hafif kekremsi olan bu arkadaşın heyecandan gene zorlandığını sandık, hoca ile gözgöze bakışmayı sürdürdüler, sonra birden ‘Hamido, hocam’ dedi ve rahatladı. Biz kahkaha atarken, arkadaşımızın yüzü kıpkırmızıydı, hocamız ise öfekeli; sanki alay edildiğini sandı. Neyse ki, Erzurum Narman’dan, çifte dikiş yaparak sınıfını geçen Deve lakablı arkadaşımız hemen düzeltip, ‘İlamettin, hocam’ dedi. Olaydan sonra arkadaşımız yeminler ederek kendi adını anımsayamadığını söyledi; bu konuyu hala merak edrim.

Kürt Yaşar ile tanışmamız çok çok sonra oldu: İsdemir’de çalışıyordum; Koçak Arsuz’da öğretmendi ve en yakın dostlarından biri, birlikte çalıştığı, hafif kumralca, bıyıklı ve gülmekten ağzı hiç kapanmayan Yaşar hoca idi. Onunla dost olmamak için insanın tüm insanlık meziyetlerini yitirmesi gerekir, bu yargıya vardım; aynı zamanda öğretmen hareketinde de aynı gruptaydık: Birlik  – Dayanışma. Burada bir konuyu belirtmeliyim; Bizim mesleğimize Atatürk tarafından verilmiş ad İrfan Ordusu‘dur. Halka en yakın ve hatta içiçe olan bir meslektir.

O sıralar ne bedava lojmanımız vardı, ne altımızda resmi jeepimiz, ne özel Pazarımız, ne Kamplarımız, ne özel hastahanemiz, ne Bankamız ve ne de neredeyse Özel Hizmetçilik görevini yapan, bedava evimize siparişleri devletin cipiyle götüren çalışanlarımız. Ayrıca, NATO görevi alıp yurtdışında sefa sürmek için yalvar – yakar olacağımız bir makam da yoktu! Bu nedenle ABD ve Nato katında bir değere de sahip değildik; elbette bizlerin de onun karşısında eğilip bükülmemizi gerektirecek bir nedenimiz de yoktu. Aramızda en Eyyamcılar, çok çok okul müdürlüğü, hadi diyelim, Milli Eğitim Müdürlüğü ya da Baknalık örgütünde bir memurluk peşinde olurdu. Bizler ise sürgün, ceza, hapis yemeye her zaman hazır insanlardık.

(Bu ekonomik ve siyasal koşullar İrfan Ordusu olma özelliğimizi daha bir güçlendiriyordu; yukarıdaki ayrıcalıklara sahip olan, Hanımları arasında bile Hiyererşi bulunduğu için, her gün hanımından ‘Aman Yüksel, Emekliye ayırırlar seni, falan paşanın hanımıyla çay içtik, seni anlattım… ‘ gibi laflar ve bitimsiz istekler karşısında ezim ezim ezilmedik, yalvarmadık, yağ çekmedik. Olduğumuz gibi ve göğsümüzü gere gere neysek öyle göründük. Sadece ekmeğimizi veren insanların daha iyi ve daha mutlu yaşamaları için yol göstermeye çalıştık. Bugünü anlamak isteyenler, OYAK – Ordu Pazarı – Ordu kampları – Lojmanlar – Sigara almaya Jip yollayanlar – Emirerleri… gibi ayrıcalıkların bir orduyu ne hale getirebileceğini etüt etmeliler. Çok şükür biz öğretmenler, 12 Eylül sonrası epey yozlaştırılsak bile, hiç değilse benim kuşağım, Cumhuriyet Felsefesine uygun Öğretmen yetiştiren kurumların geleneğine göre yürüyoruz.)

15 yıl ayrı kaldıktan sonra sürgünlükten döndüğümde, ilk kez ülkeme dönebildiğimde elbette Koçak ile buluştuk ve hemen Kürt Yaşar’ı sordum. Epey konuştuktan sonra, ilginç bir şey anlattı: ‘Bizim Yaşar kendini Kürt sanıyormuş ya’ diye güldü, ‘şimdi Bülent Ersoy gibi kimlik değiştirior.’ dedi. Koçak’ın böyle eprilerini bildiğim halde, Kalın bıyıklı dostumun nasıl bir değişim geçirdiğini kestirmeye çalıştım. ‘Yaşar Çermük’lüdür, blirsin’ dedi Koçak, ‘Genelkurmayda bir akrabası varmış, sülalesini öğrenmek için ona rica etmiş; bir de ne görsün; Meğer bizim Kürt Yaşar Çeçenmiş!’ Ben de güldüm elbet, sonra başka birşeyler anlattı. ‘Herkes Diyarbakırlılardan korkarmış, Diyarbakırlılar ise Çermüklülerden… Bir kavga anında karşıdaki Çermüklüyüm dediği an çil yavrusu gibi dağılırlarmış…’ gibi laflar etti.

Çeçen denildiği an, elbette sınıfımızın en iyi çeçeni olan Necdet Gün‘ü konuşmaya başladık. Necdet, Maraş’ın Çardak bucağındandır ve öyle bir çeçen diyarımız olduğunu pek az insan bilir. Efe Necdet! Onun ‘Ula Ali şuriyy bir bak, bir de buriyy bir bak!‘ diye hemşerisiyle yemek kavgasını da konuştuk; Çünkü, Efe, ancak sigara içtikten sonra yemeğe gelir ve en az yemek ona kalırdı; en fazlasını alan ise hemşerisiydi. Maraş’ta 12  Mart baskısı günlerinde bir kaç kez buluşmuştuk; biraz içinde caddeye çıkıp Darbecilere, Cuntaya, Sıkıyönetim Mahkemelerine bağırarak küfür ettiği için, ben bile onunla buluşmaya korkardım. Bu nedenle Çeçen sözcüğü duyduğum an Pandora Sandığımdan o Kelebek nazlı nazlı uçuşur.

 KIRGIZİSTAN: 2001 yılnda on ay Bişkek’te yaşadım; Stalin döneminde bir gece kandırılarak trene bindirilen ve sonra kapıları kilitlenip, Kazak, Kırgız topraklarına sürülen Çeçenleri musevi bir Sovyet yazarın romanından okuduğum için onları merak ediyordum. Sibirya’ya sadece siyasileri sürmüşler, böyle halk gruplarını ise Orta Asya cumhuriyetlerine. 22 Halk Grubunun (Etnik sözünü kullanmıyorum; çünkü ülkemde bu kavramlar kasıtlı olarak BİLİM dışı olarak kullanılıyor ve Etnik – Etnos farklı bir tanımlamadır) yaşadığı (Hemen tümü sürgün gelmiştir) bu ülkede, Ermenistan’dan Kürtler; Gürcistan’dan Misket Türkleri; Volga ve esir Almanlar,  Tatarlar, Yahudiler, Koreliler… vs arasında Çeçenler de bulunmalıydı, diye düşünürken, bir gün bu dileğim gerşekleşti.

Elbistan’ın bir köyünden Mutlu adında bir arkadaşım oldu; onun Rus kız arkadaşının yaş günü imiş; Kırgız ve Orta Asya Türkleri BATI insanı gibidir; tümünün defterinde, bulunmak zorunda olduğu yakınlarının ve dostlarının doğum günü yazılıdır; çünkü bir insan için en önemli gün odur. Ve büyük ziyafetlerle, hediyelerle kutluyorlar. Ben Mutlu’yu kıramadım ve lüks bir içkili gazinoda buluştuk. İçerisi tıka – basa insan doluydu; özellikle bayanlar erkeklerin bir kaç katıydı; çünkü o ülkede nüfusun 70 % ine yakını bayandır. (Genetik diyorlar ve bizdeki Ergenekon gibi bir destanları var; Çinliler  Türk destanında olduğu gibi, tüm Kırgızları yokederler, 40 tane kız bırakırlar; nasılsa onlar çoğalamaz, derler. Ama KIZIL bir Kurt gelir tümünden çocuk yapar; böylece Kırk Kız KIRGIZ olur…  Değişik varyantları da vardır ama tümünde KURT figürü en başta gelir.)

Konuştuk ve yavaş yavaş tanıştık, espriler yapıldı. Müzik vardı, herşey rahat ve güzeldi. Ben bir soruyu yanıtlarken, birden etrafta bir sessizlik oluştu, bakışlar giriş kapısına çevrildi, ben de susup o yöne baktım. İçeriye iki genç insan girmiş, ayakta duruyorlardı. ‘Mutlu ne oldu?’ diye sordum. Mutlu, şehadet parmağını dudağına götürdü ve yavaş bir sesle ‘İki Çeçen geldi,içeriye girdi, o yana bakma!’ dedi. O an gene ilk anımsadığım insan Efe Necdet oldu ama bu denli korku duymalarını anlayamadım.

Sanırım, o sıralar Çeçenistan’da büyük savaşlar ve çatışmalar oluyordu ve korku içinde olan Ruslar’dı. Onlara sinen korku ta bu ülkedeki Ruslara ve onlardan da etrafa bulaşıyordu. Terör, sokak kavgaları, Kurtarılmış Mahalle vs yaşayan bizler için bu tür korkular pek de yabancı değil; ama insanların hiç ilgisi yokken birşeyden korku duyması, gerçekten çok anlamsız; olaylar bu korkunun boş bir kuruntu olmadığını ispatlıyor. Belediye otobüsünde, gemide, lokantada, sokakta, uçakta böyle bir korku içinde yaşamak, hayatı zehir etmektir.

O ülkede, kentte gezmekle bitiremiyeceğiniz kadar park, gezi alanları vardır; ferah, rahatlıkla her Batı ülkesi kentiyle bol ölçüşecek yaşam alanları vardır; Kültür kentidir. Sovyetler’in çöküşünden en çek etkilenen bu ülkeler oldu. Çünkü, Sovyet endüstrisi zincirleme biçimde birbirine bağlıydı; birindeki aksama ya da işlemeyiş tüm koca bir sektörün felç olması anlamına geliyordu. Kar – Zarar hesabı Kapitalist ülkeler gibi olmadığından, örnek, makinanın bir parçası bu ülkede yapılıyorsa, talep gelmediği an pazar bulamıyor ve fabrika kapısını kapatıyordu. O kapanınca zşncirin halkası kopuyor tüm sektör duruyordu.

MAFYA, Özellikle Türk Mafyasının bu ülkeleri soyması ayrı bir konu. Özellikle YELTSİN dönemi tam bir soygun ve vurgun dönemidir. Bu kadar kısa zamanda, yani bir kaç yılda, nasıl olur da Rusya’dan bu kadar milyarder, dünyanın sayılı zenginleri çıkabildi? (Şu an yaşadığımız, PUTİN yönetiminin, bu hırsızların çaldıklarını geri alma, ya da onları ölüm korkusu içinde yaşatma seçeneğini sunma çabasıdır. Umarım ülkemiz de birgün Hırsızların, özellikle son on – onbeş yılda ülkeyi yağma edenlerin yakasından yapışabilir.)

ÇUM denilen toplu mağazalar Sovyet döneminin her kentte kurduğu AVM’ler diyebiliriz; oraya gider, özellikle Antik eşyalara bakardım. O kadar Antikayı açık arttırma yapılan yerlerde bile bulamazdınız. Neredeyse, mağazanın tüm çalışanlarıyla tanışmıştım. Bir gün ne olduysa, bir Özbek bayan satıcı ile konuşurken, birisi koluma yapışıverdi. Döndüm, bir erkek, sarımrtırak, açık renkli bir tip olduğu için merak ettim. Türkçe olarak, ‘Benimle gel!‘ dedi. Nasıl oldu bilmiyorum, izledim adamı. Merdivenleri inerken, Çeçen olduğunu ve bana ilginç bir şey göstereceğini söyledi. Mağazanın dışına çıktık, biraz yürüdükten sonra beyaz bir Lada otomobilin kapısını açtı ve bana ‘Gir!‘ dedi. Belki, ‘Hop hemşerim, sen kim oluyorsun,’ demeliydim; ama demedim, çünkü içimden bir se iyi bir insan olduğunu fısıldadı. Otomobile girince hemen kapıyı kapattı ve açılmayacak düzene getirdi. Sonra, Dağıstan asıllı olduğunu, ailesinin bu ülkeye Stalin tarafından sürgün edilenlerden olduğunu, elinde iki çok değerli elyazması kitap bulunduğunu anlattı. Benim almak gibi bir niyetim bulunmamasına karşın, göstermesini istedim, çünkü gerçekten merak ettim Biraz tereddüt geçirir gibi oldu, hatta ‘Evde’ dedi, ama kısa bir düşünme faslından sonra, sakladığı yerden kitabın birini çıkardı.

Evet,  hayatımda öyle kalın ve hacimli bir kitap görmemiştim. Dışı ceylan derisiydi, bunu anlattı. El yazması bir kitap. Sayfalarını çevirmeye başladım; arapça yazıları çözmeye uğraştım, sanki bir ansiklopediydi. Her sayfasında, bitki, ot, kuş, geyik ve türlü türlü çok güzel boyanmış resimler ve onlarla ilgili bilgiler. Sanki Lokman Hekim kitabıydı, öyle anladım, şifalı bitkileri tanıtıyor, formüller veriyor ama daha başka coğrafi, tarihi, dini ve gelenekle ilgili her türden bilgiyi kapsıyordu. Kitabın içinde YOK yoktu.

Sonra elyazması Kur’anı çıkardı, öpüp başına koydu. Babası imammış, ta 7 göbek ötedenberi bu kitabı babadan oğula miras olarak bırakırlarmış. Böyle güzel elyazması bir Kur’an ve yazısına da rastlamış değilim. Yazılış yılını çözmeye çalıştım, beceremedim; çünkü, bazı hattatlar tarih yerine bir mısra ya da benzeri yazılarla dolaylı yoldan tarih bildirirler. Çünkü Hurufilikte her harf bir rakam karşılığıdır; bu rakamları toplarlar, çıkarırlar, bölerler vs bir sonuç çıkarırlar. (Bu Tarz HURUFİLİK sanatından yararlanıp ülkemizde çok kitaplar yazıldı ve zavallı insanlar peynir – ekmek gibi bu yalanları yedi yuttu. Oysa HURUFİLİK, Yani HARFLER ve HURAFE aynı köktendir ve kaynağını Yahudi dininden, Kabbala geleneğinden alır). Bu formülü tam bilmediğim için yazım tarihini çıkaramadım. Sonra bana bir fiat verdi; Beşbin dolar. Ardından yeminle, bu kitapların Suudi Atabistan ve Körfez şeyhliklerinde Bir milyon dolara havadan kapışılacağını, kendisinin bunları çıkarmaya gücünün yetmediğini, falan anlattı. Ben sözlerine tümüyle katıldım ve bu  insanın doğru söylediğine inandım; Sözleri tümüyle gerçekti.

Normal toplumlarda, bu değerler ya aşık arttırmaya girer ya da doğrudan devlet müzeleri tarafından satın alınırdı. İşte o an bocalamaya başladım. Aklıma bu ülkedeki Çeçen algısı geldi; ‘Param yok, ilgilenmiyorum, kusura bakma, alamam,’ demeye gerçekten korktum. Korktum işte! Soğukkanlılığımı toplamaya çalıştım, bir yalan uydurmanın doğru olacağı sonucuna geldim.

 ’Kitapların çok değerli’ dedim, ‘Sakın bu paraya satma. Ama ben alamam; Stockholm’de Antikacı Özer adında bir arkadaşım var; beni yolladı, bir bak, orada güzel birşey  bulursan, hemen bildir, geleyim dedi‘ diye açıkladım; ‘Zaten yakında gelecek, hemen gelmesi için bu akşam telefon ederim’ 

‘Yok’, diye itiraz etti, ‘Sen hergün o antikacı dükkanına bakıyorsun, onlar da senin antika aradığını söylüyorlar’ dedi. Baktım, adam, gaza basıp yürüse, arabadan çıkamam beni alıp götürebilirdi.  Belki de bunların tümü bir kuruntuydu. İnsanların nasıl etkilendiğindiğini, binlerce km ötedeki bir olaydan dolayı hiçbir sorumluluğu olmayan insanlara karşı güven duygularının nasıl sarsılmaya başladığını anlatmak için bu örneği veriyorum. Tlf adresini istedim, yazdı, ev adresini de yazdı. Yakın bir köyde oturuyordu. Beni ta evime bırakırken, son bir söz daha söyledi;

 ’Bizde söz namustur,’ dedi, ‘Benim ağzımdan Beşbin dolar lafı çıktı, şimdi birisi Bir milyon dolar bile verse satmam; ölürüm ama asla sözümden dönmem. Çünkü ben Çeçenim. Eğer sen de sözünde durmazsan…‘ gerisini baş sallayarak söylemiş oldu.

Doğru eve koştum; Mutlu’yu çağırdım, ‘Aman!’ dedim, ‘Bana hemen yeni bir ev!‘ Kırgızistan’da ve diğer cumhuriyetlerde Sovyetler dağılınca herkes oturduğu evin sahibi olmuş; ben ordayken kentleriçi telefon, sıcak – soğuk su, havagazı, kalorifer, elektrik, TV vs tümü bedavaydı. Dayalı döşeli bir evi 50-70 dolar arasın kiralıyabiliyorduk.

(Kiralık evler şöyle ortaya çıkmış; Rus Nüfusu, özellikle genç ruslar Rusya’ya göçmeye başlamışlar.Ya da oğlu – kızı göçmüş; annesi bu evleri kiraya veriyordu. Başkentin ezici çoğunluğu Rus’tu ve onlar Rusya’ya göçerlerken, aileden biri, genellikle emekli ve yaşlı olanı burada kalıyor; oğlunun – kızının evlerini kiraya veriyordu. Ortak şiftlikler dağıldığı için, kentlere hızla doluşan, göçen Kırgızlar için çok eşitsiz ve elverişsiz ve hatta adaletsiz bir sonuç doğmuştu; bu ülkenin asıl sahibi olan halk, ev sıkıntısı içinde kıvranıyor, kimileri tıka – basa bir evde yaşamak zorunda kalıyordu. Bu duruma isyan etmiş, hatta o an Cumhurbaşkanı olan bir insanın, Akayev’in kardeşine açıkça, ‘Bir yasa çıkarın; ülkede evi olup da başka ülkelere göçenlerin evlerini alın ya da ucuza satınalıp, halka da ucuza ve uzun vadeli krediyle satın,’ demiştim.

Aldığım yanıt ilginçti: ‘Senin dediğin diktatörlüklerde, Sosyalizmde olur!’

Evet, bu uygulama ancak Sosyalizmde olurdu, sözü, doğruydu! Ama diktatörlüklerde değil!Halka ev bulmak, vermek, sağlamak devletin temel görevleri arasında olduğu için, Moskova’da yaşayıp da Bişkek’te Devlet tarafından bedavaya eve sahibi olmak ve onu da Kırgız insanına kiraya verip bedavadan yaşamak ancak kapitalizme özgüydü ve bu nedenle Orta Asya halkları ezici çoğunlukla Sovyetlerin dağılmasına hayır demişti. Sovyetlerin dağılmasını sağlayan Yeltsin ile Ukrayna’nın devlet başkanı Kuçmand’dı ve ikisi de Mafya’nın en büyük yaratıcısı olmuştu. (Batı’ya göre ise Demokrasinin sembolleriydi bunlar. Ben kend düşüncemi söylemiyeceğim, konu bu yazıyı çok çok aşar.)

O gece yeni komnatama (daireme) taşındım ve bir Şok atlatmış gibi oldum. Yıllar sonra, hatta şu an, Sandığımdan bu Çeçen insan Mert, Sözünün eri, Soyuna ve Geleneğine bağlı altın gibi pırıl pırıl bir kelebek olarak çıkıyor. Kabahat bu insanlardan çok daha fazla, onları anlayamayanlardadır.

İsveç’e yıllar önce bir Çeçen gelir ve bir kentte küçük bir lokanta açar. Bu ülkede Bandidos, Hells Angels gibi tüm dünyada kolu kanadı olan motorsiklet klupleri vardır. Vücut yaparlar, uyuşturucu gibi yasal olmayan işleri çevirirler ve ülkede her insanın korkulu rüyasıdırlar. (Yarın Türkiye’de de örgütlendiklerinde görürsünüz.) Günün birinde bu Çeçen gencin lokantasına bunlardan üç kişi gelir ve elbette haraç isterler. ‘Ben Çeçenim!’ der lokantacı, bunun ne demek olduğunu kavrayamayan Haraççılar, ‘Ne olursan ol, yarın bizim paramızı hazır et!’ diye tehditlerini sertleştirirler. Çeçen kulaklarına inanamaz. ‘Kompis, anlamıyor musun?, ben Çeçenim’ der ama karşıdaki bunu bir türlü anlayamazlar ve ertesi gün için parayı tahsil edecekleri saatı bildirirler.

Sonucu gazeteler yazdı, TV.de haber oldu ama epey küçülterek yansıttılar. Çünkü ülkede bir örneği yoktu ortaya çıkan tablonun: Öldürülen üç kişi, bir lokantada Kalaşnikof ile taranmıştı. İsveç’te kalaşnikof! Üç Tarak tarak üstüste boşaltan genç, ‘Çeçenim dedim anlamadınız; şimdi anladınız mı?‘ diye cesetlere sormuş.

CONRAD, Karanlığın Kalbi romanında kaptan Marlow‘u anlatıcı olarak seçer. Kaptan epey anlattıktan sonra dinleyenlere (Elbette biz okurlara) sorar: ‘Bakın! Burada görünen bir şey var mı? Birşey görüyor musunuz? Bu öyküyü görüyor musunuz?…’ der. Ortada pek öyle öykü denecek birşey yoktur; dinleyenlerin, hatta Kaptanın nasıl olduğu bile betimlenmemiştir. Peki, dünyada bu kitabın en çok tartışılan, üzerinde kitaplar yazılan, roman sanatının en büyükleri arasında adı söylenen bir roman olmasının sırrı nedir? Birşey göremediğimiz,  hatta öyküsünün bile tartışmalı olduğunu yazarın dile getirdiği bu roman niçin bizi büyülüyor? Melville‘nin aynı büyüklükte saydığım Moby Dick‘teki kaptan Ahab nasıl biri? Yüzünü bir türlü göremiyoruz. Varlığından haberdar olduğumuz tek imge, takma bacağının güvertede gezinirken çıkardığı tık tık sesleridir.

Kimi Edebiyat bilginleri, Eleştirmenler, Tolstoy‘un en büyük yapıtının Anna Karenina, Savaş ve Barış da değil, Hacı Murat olduğunu söylerler. Ben de aynı görüşteyim. Benim için iki açıdan çok  değeri vardır bu romanın: Bir, Kafkas Halklarını en tipik çizgileriyle anlatırken, Tolstoy bir tek satırda bile bir RUS, hem de bir Rus Asilzadesi olduğunu hissettirmiyor; Sanki Hacı Murat kendisidir ve atıyla ağır ağır ufukta kayboluyor. İkincisi, 500 yıl şu kadar yeri Yönettik diye övünenlerin, niçin edebiyatta herhangi bir yerin romanının yaratılmadığını, Hacı Murat benzeri romanların ortaya çıkmadığını anlatamazlar. Biraz düşünürsek bunun büyük bir Utanç olduğunu söyleyebilmeliyiz. Karay yazdıklarını Sürgün olmasına, Atay ise Cemal Paşanın yanında görevli olmasına borçludur. Başka birşey var mı? Koca bir çöl!

Rus yöneticiler, birazcık TOLSTOY ruhuna sahip olsaydılar, inanıyorum ki, Çeçenistan trajedisi yaşanmayabilirdi. Ya da Çeçen Liderler Hacı Murat’ın dramını anlayabilseydiler, gene bu kadar kan dökülmesine gerek kalmazdı. Sosyalist insanlar Marx‘ın şu öğüdünü beyinlerine kazımışlardır:

 ’Ulusal felaketler üzerine DEVRİM inşa etmeye kalkmak, tehlikeli ve yanlıştır.’

Buradaki altın yargı tüm devrimler için de geçerlidir. Bizler bunu rehber edinmiş ve sırf macare olsun diye, hesapsız – kitapsız serüvenci hareketlere karşı her zaman tavır almıştık. Bu tür hareketleri destekleyen yerli yabancı servisler bizim gibi düşünenleri en büyük hedef yapmış; Darbe ve Cuntalar ise bu tür hareketleri bizim gibi düşünenlerin suç hanesine yazıp bizleri yargılamıştı.

Şu an, en büyük üzüntüm Boston olayını veren ajansların sürekli olarak İki ÇEÇEN diye söze başlamaları; özellikle Malum Medya’nın bunu vurgulamasıdır. Bu büyük bir yalan ve aldatmacadır! Bu eylemi yapanlar onlar değildir, anlamında söylemiyorum; Çeçen davası için değil İSLAMCI dediğimiz hedefler için yaptıklarından dolayı ÇEÇEN adı kullanılamaz! İkiz kuleleri uçuranlar içinde, şu an Guantanamo hapishanesinde bir çok ülkeden ve milletten insan var ama adları; El – Kaida ve benzeri örgüt adlarıdır. Ağabey, anlaşıldığı kadar, İslamcı; bu insanlar Çeçenistan’da savaşırken, direnirken adına Çeçen denilir, bu doğrudur. Ama, Afganistan’da savaşırken artık Taliban’dır ya da El – Kaida üyesi filan. İdeolojik olarak, 7000 olduğu söylenen Çeçen gencini aslında Suriye’de Rusya’ya karşı savaştıklarına inandırabilirsiniz; bunun bir değeri yoktur; orada Çeçenistan savaşı verilemez ve olsa olsa İç Savaşı yürüten tarafın askerleri olunur.

Ne için, hangi inanç ve ülkülerle bu eylemi yapmışlarsa adlandırılırken de bu adla söylenmeliler. Hangi motivasyonla bu eylemi yaptıkları açık; İslam’a, dine hizmet! Bu kadar açık ve net. Ha, bu noktada hepimiz, her insan ‘Bu tür eylemler İslam değildir; bu yanlıştır; sen İslam’ı yanlış anlamışsın ve zarar verdiğin için ayrıca fazladan günahkarsın!’ diye kendi inancımızı temize çıkarmaya çalışır ve bunu Müslüman olmayanlar bile destekler. Ancak şu yapılamaz ve yapılmamalıdır:

 ’Suriye’de yaptıkları doğru; ABD.de yaptıkları yanlış!’

Çünkü biz bunu da yaşadık. İsveç’te 30 yıl önce Bakan’ın ağzından çıktı şu laflar döküldü:

 ’Tamam, kendi ülkesinde öldürüyor, buna birşey demiyoruz; bizim ülkemizde insan öldürmesin!’

Efe Necdet’i, üç yıl önce hemşerisi Süleyman Alkent dostumdan sordum; çünkü onun adresine çok geç ulaşabilmiştim. Ummadığım bir yanıt aldım: ‘Efe’yi kaybettik’ dedi Süleyman, sonra karşılıklı olarak duygularımızı dile getirdik, ‘Ona layık, Çardak’ta Anıt-Mezar yaptırdık’ diye ekledi. ‘Necdet çok büyük bir insandı. Anıt – Mezar’ı türbe gibi ziyaret ediliyor.’

Ne yazık ki, insan ruhunu inceleyen Psikoloji bilimi ile; İnsan ilişkilerini, topluluklarını, toplumun tarihihin, geleneklerini, sosyo – kültürel yapılarını, değer yargılarını vs araştıran, ciddiye alan sosyolojik bilimsel çalışmalar oldukça geridir ve bunun cezasını, acısını çekiyoruz. Faturası ise çok ağır oluyor. Sovyetler’de Psikolojiyi yasaklayan Stalin yüzünden Çeçen olayına hiçbir zaman bir psikolog ya da sosyal – psıkolog anlayışıyla yaklaşamadılar, o gözle olaya bakamadılar.

Ülkemize gelince; Çardak adını bilen, merak eden, kafa yoran kaç kişidir? Hele şimdi, dünyayı Ayet, Hadis, Mızraklı İlmühal ile yorumlayan, Hocaefendi ve benzerlerinin gözyaşları ile yıkayıp yuman v kafalardan ne çıkabilir?

Ben de Conrad’ın yolunu izlemiş oldum? Sahi, siz bu yazıda bir öykü görüyor musunuz? Efe Necdet’i tanıyor musunuz?

SON

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.