Huzur Vermeyen Manzaralar (Rahmi Öğdül)

rahmiogdulPeyzaj ya da manzara resmi doğayı evcilleştirme sürecinde icat edildi. Etrafını çitlerle çevirerek kendini doğadan ayıran insan içeride mutlak bir düzen, kozmos yaratırken, çitlerin ötesinde uzanan doğayı ise mutlak kaos olarak tanımladı. Korkunç kuvvetlerin kol gezdiği bir alan olarak doğanın unsurları, ancak evcilleştirildiği, denetim altına alındığı ölçüde çitin içine dâhil edilebiliyor. Peyzajın temsil ettiği doğa da evcilleştirilmiş bir doğa temsili olarak duvarlarımızı süslüyor. Romantiklerin yüce kavramına öncülük eden doğanın kudretli yüzünün temsilleri bile bir süre sonra klişelerden oluşan doğa repertuarlarımızda yerini almakta gecikmiyor.

Tanıdık olmayan bir manzara karşısında nutku tutulan Romantikler gibi kekelemeye başladığımızda, yaşadığımız deneyimin dile getirilmezliğini, acayipliğini dışa vurmuş oluyoruz. On sekizinci yüzyılda Alplerde gezintiye çıkan ve ilk kez gördüğü yabansı, yabancı doğa görünümleri karşısında “Salvador Rosa! Poussin! Saveri! Ruisdael!” diye bağırarak yaşadıkları dehşeti bildik terimlere dönüştürmeye çalışan Romantikler, yeni olanı eski çerçevelere oturtmaya, yabani olanı evcilleştirmeye çalışıyorlardı bir bakıma. Alplerde doğanın kudreti ile karşılaşan romantikler yaşadıkları karşısında doğa temsillerine sığınıp yüce kavramıyla anılan peyzaj ressamlarının adlarını sıralıyorlardı. Dile getirilemez olanı, deneyimin ele avuca sığmazlığını temsiller üzerinden evcilleştirirken kendilerini rahatlatıyorlardı böylece. Resmedilmeye değer, resim gibi anlamlar taşıyan pitoresk terimi, doğal dünyanın bizi tedirgin eden öğelerini işlemden geçirip yeniden üreten bir yöntemi vurguluyor. Sonuçta oldukça estetik ve metalaşmış bir doğa görünümü çıkıyor ortaya; baktığımızda bir klişeye oturtup kendimizi rahatlatıyoruz.

Oysa Enis Malik Duran’ın resimlerinde evcilleştirilemeyen, pitoreskin tuzağına düşmeyen bir taraf var, sınır bölgelerini resmettiği için belki: evcil olan ile yabancı olan arasındaki geçiş mıntıkasını. Yerleşikler eş merkezli çemberler şeklinde örgütlenirken sınıra doğru gidildikçe merkezin denetim altında tuttuğu bölgenin etkisi giderek azalıyor; sınır bölgesi, mutlak düzen topraklarının, kozmosun, kaosun tehlikeli kuvvetleriyle karıştığı bir mıntıka. Enis Malik Duran’ın manzaraları tedirgin edici bir coğrafyada bulunduğumuzu hissettiriyor. Huzur veren bir peyzaj değil. Bir bıçak yarası gibi yeryüzünde açılan yaraları andırıyor sınır bölgelerindeki düzenlemeler. Kasvetli renklerin rahatsız edici fırça darbeleriyle tuvale yedirilmesi bu yaraları yüzeye çıkarıyor. Dokunduğunuzda pürüzsüz bir yüzeyle değil, pürtüklü ve vahşi bir dokuyla temas ediyorsunuz; çorak toprakların dikenli bitkilerini andıran dikenli teller tenimizde de onarılmaz yaralar açıyor. Sınır bölgesi insan bedeninde ölümcül yaraların açıldığı bir mıntıka aynı zamanda. Sınırı aşmaya çalışanlar mayınlı bölgeyi geçmeyi başarırlarsa şayet, iz tarlası denilen düzleştirilmiş bir arazide iki ateş arasında kalabiliyor ve yaralı ya da ölü bedenleri de bu arazide bir iz bırakıyor: yeryüzünde ve bedende açılmış yara izleri. Duran’ın resimlerindeki iz tarlaları, ölü bedenleri hatırlatıyor bize; tutsaklık ile özgürlük arasında sıkışıp kalmış ölü bedenler. Tuhaf bir bölgedeyiz. Yerleşiklerin merkezinden uzakta, sınır bölgesinin belirsizlik mıntıkasındayız.

Duran’ın resimlerinde iz, başat bir izlek olarak çıkıyor karşımıza. Bazen doğanın bağrında açılmış bir yarık, çukur olarak, çoğu kez de iki bölgeyi birbirinden ayıran sınır olarak. Sınır, özgürlük kavramına eşlik etmiştir hep. Truman Show filminden hatırlayalım. Filmin kahramanı yerin boğucu ve tekrarlardan oluşan havasından kaçmak için teknesiyle ufuk çizgisine doğru yola çıkıyor, ama sürekli bizden kaçan ufuk çizgisi yerine duvarla karşılaşıyordu; teknesinin ufuk çizgisine, daha doğrusu ufuk manzaralı duvara saplandığı ân, hayal kırıklıklarının ve aydınlanmanın yaşandığı ândır. İktidar, sürekli bizden kaçan bir ufuk çizgisi yerine duvar, doğa temsillerini seyrederek oyalanalım diye duvara bir peyzaj resmi boyadığında; tüm peyzaj resimleri tarihini de özetlemiş oluyordu. Doğanın çağrısını dinleyip yolculuğa çıkmak, tekrarlar yerine beklenmedik şeylerle karşılaşmak varken, duvarlar arasında tutsak halde peyzaj resimlerini seyrederken buluyoruz kendimizi; iktidarın kodlayıp tanımladığı yerden bir türlü kopamıyoruz.

Sınır, içerisi ile dışarısını birbirinden ayıran bir çizgi. İçerisinin baskısından, boğucu mutlak düzeninden kaçanlar için sınır aynı zamanda umudun yeşereceği bir mıntıka olarak uzanıyor; sürekli tekrarlardan oluşan içerisinin aksine, insanın başına en iyisinden ya da en kötüsünden beklenmedik şeylerin gelebileceği bir mıntıka. Umuda yolculukta aşılması gereken bir eşik, zorlu bir eşik. Sınırın mayınlı ve tehlikeli bölgelerini aştıktan sonra mevcut gerçekliğin ötesine, hayalimizin yeşereceği sınır ötesine geçebiliyoruz ancak. Mevcut gerçeklik ile hayallerimiz arasındaki belirsizlik mıntıkasındayız. Enis Malik Duran bu tedirgin edici belirsizliği, tekinsiz bölgeyi bize duyumsatıyor.

Sanatçının çocukluğunun geçtiği coğrafyanın topografyasında da tedirgin edici bir şeyler var. Kuşaktan kuşağa aktarılan geçmiş olayların, acılarının biriktiği kıvrımlar gibi duruyor yeryüzündeki yarıklar. Ya da kenarında sırtlanların durduğu yeryüzündeki kara delikler. Kara delikler de yeryüzünde derinlemesine açılan yaralar gibi bizi rahatsız ediyor. İnsanoğlu, etrafını çitlerle çevirerek doğadan koparken, dikine bir örgütlenmenin hiyerarşik kulesine kapatmış kendisini ve en üste de kendisini yerleştirmiştir; doğaya tepeden bakıyor. Ya da bu hiyerarşik kuleyi tersine çevirdiğimizde, yeryüzündeki bir kuyuya dönüştüğünü ve insanoğlunun kendisini bir kuyunun dibinde bulacağını göreceğiz. Kulenin en tepesi ya da kuyunun dibi, fark etmiyor. Doğada ve insan doğasında açılan derin yaraların izleri bunlar. Yeryüzünden koptukça yükseldiği yanılsamasına kapılan insanoğlu aslında kendini dipsiz bir çukurun karanlığına hapsediyor; hayat yüzeyde, yeryüzünde akarken sırtlanlar dipteki bu yaratığı seyrediyorlar.

Enis Malik Duran’ın resimleri, iktidarın yeryüzünde ve insan bedeninde açtığı derin yaraları görünü kıldığı için rahatsız ediyor bizi; pitoreskin klişelerine düşüp kendimizi rahatlatamıyoruz. Yer-yazımı anlamına gelen coğrafyanın işlemleri bedenler üzerinde de devam ediyor; yeryüzünü durmadan yeniden yazmaya çalışan iktidarın yeryüzünde bıraktığı derin izlere bedenlerdeki yaralar eşlik ediyor.

Yorum yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.