Edebiyatta “öteki” sorunsalı…

Aziz ŞEKER

Aziz ŞEKER

“Öteki” edinilmiş bir kimlik midir? Eğer bir kimlik veya bir arayışın tanımlanmasında kullanılan bir kavramsa, bu kavramın farklı yönleri var mıdır? “Öteki” kavramı egemenlerin dışladıklarının yaşadıklarını mı bir ölçüde yansıtır? “Öteki” bir tür sanatsal dışavurum biçimi midir? Kimbilir belki de kültürel-sosyal yaşamımızda, yazın dünyamızda içimizdeki psikolojik maratonun adıdır öteki. Ne olursa olsun öteki kavramının nesnel bir karşılığı vardır. Yoksa bu değin girmezdi yaşamımıza, okuduklarımıza…

Dostoyevski, “Öteki” adlı romanında, roman kahramanı olarak seçtiği, “küçük bir memur olan Yakov Petroviç Golatkin’in” yeni bir güne nasıl başladığını betimleyerek giriş yapar romana. Öyle ki Dostoyevski’nin hemen bütün romanlarında da öteki sorunsalı en ince ayrıntısına kadar işlenir. Roman kahramanlarında gözlemlenen temel diyalektik: “Ben olduğumu kabullense miydim?”, “Yaşamınızda esaslı değişiklikler yapmanız, karakterinizi tamamen değiştirmeniz” gibi psiko-sosyal sorgulamalarla doludur. Yani ‘değişmek’ özellikle de dışarıdan bakıldığında sade görünebilen kişinin değişmek istemesi olarak içsel çalkalanışları konu edinmektedir.

Budala, Suç ve Ceza, Kumarbaz, Kramazov Kardeşler ve diğer romanlarındaki tiplerin içlerindeki yaşamsal çatışkılar süreci bir olumlama-olumsuzlama yaşatır okuyucuya. Bir “öteki” olarak roman kahramanı kendi iç dünyasında maskesini çıkarmaktadır. Ve bu durum aynı zamanda özlem duyulan, bir sıkıntının çözümlenişidir. Yani “her şeyin günışığına çıktığı bir zamana” ulaşma halidir.

Ötekileşme, Dostoyevski’de felsefi-yaşamsal bir soyutlamadır. Teklifsizce yalnızlaşmak, günahkârlaşmaktır. Bu nedenle roman kahramanlarının çoğu günahkâr tiplerdir. Bu nedenle klasiği hak eden kalıcı tiplerdir.

Yaşam tüm yönleriyle her tür duyguya açıktır. Dostoyevski’nin romanlarında olumsuzluklar talihsizlikler, aklın bir an baştan sıyrılıp düşmesidir olay örgülerini sürdürenler.

Dostoyevski’de psikolojik hız ve durgunluk bir aradadır. Aralarında anlık bir ara vardır. Çünkü kendisidir kendisini yeniden üreten: ve de tıpkısıdır. Bir üst anlatıcı olarak yazarın çizdiği tipler rahatsız-buhranlı tiplerdir. Şu somut örnekler tezimize karşılık verir niteliktedir: “Kimbilir kim bu gecikmiş adam?” düşüncesi geçti Bay Golatkin’in aklından. “Belki o da ötekiler gibidir… Belki de en önemli parçasıdır ve sırf benim yoluma çıkıp rahatsız etmek amacıyla buradadır.” Yine başka bir romanında (Ecinniler): “Bazı anlar vardır. Bu anlara geldiğinizde zaman birden durur ve şimdiki zaman sonsuzluk olur”. “Ecinniler” söylemidir zaman kavramını da ötekileştiren. Sorgulayışın ân’da somutlanmasıdır.

Dostoyevski’nin roman tiplerinden çoğu yaşam oyununda başarısızdır. Yeniktir. Kaybedendir. “Niçin?”de ünlenip durur her bir kahramanın yaşadıkları. Kuşkusuz insan yalnızdır ve başarısızdır. Neden mi? Nedeni açıktır. Ölümlüdür de ondan! Dostoyevski’nin romanları, yalnızlıklar ve insanların başarısızlıklarıyla doludur.

Dostoyevski’de roman kahramanları kendileriyle yüzleşebilmektedirler. Raskolnikov, işlediği cinayeti kabullenmiştir. Golatkin sıkıntıyla da olsa içindeki ötekiyi hissetmiştir. Aynı bunalımı Budala da yaşamıştır. Bu bir ölçüde kendi varlığını yeniden görüşüdür roman kahramanının.

Ötekileştirmek bir soyutlama, bir kavram bulma, karşılık gösterme, bir dil gücü, bir kullanım kolaylığı verir çözümleyici olan yazara, toplumbilimciye, okuyucuya…

Dünya roman tarihinde yer edinmiş gururlu bir şövalyedir Don Kişot, Cervantes’in bu romanında şövalyedir kahraman: Ötekidir. Her şey Dülsinya için yapılır; ona ulaşmak amacıyla. Yapılan şeyler akıl kârı değildir, iyilik ve güzellik adına yapılsa da. Roman kahramanı okuduklarından yola çıkarak inandırmıştır kendisini. Yaptıklarıylaysa ötekileşmiştir, soyutlamıştır varlığını toplumsal ilişkilerin bilincinden. Yalnızlaşmıştır. Kendisi olmuştur bir yerde. Kendi çelişkileriyle başbaşa kalmıştır. Yenilse de kendisini yaşamıştır. Amacı, kendi gerçekleri vardır. Ne var ki bunu gerçekleştirme süreci hemen hemen karşılaştığı her insanın delilikle eş gördüğü bir durumdur.

Öteki, içimizdeki yalnız neferdir. Maskesizdir. O zaman kıyıda kalanlar; savrulanlar, sokak çocukları, eşcinseller, ütopistler, Don Juan’lar… edebiyat yaratımları olan bilinçaltı yapıtlar ötekinin farklı tezahürleri değildir de nedir?

Öteki tek celsede ölümünü ister. Bir soru imidir roman sayfalarında, hatalarla kaybedilenlerle geçen yaşantılarda karanlığa düşmüş bir çığlıktır öteki.

Öteki’nin Epistemolojisi

Düşünülsün ki çelişkileriyle yaşamamış bir tek insan olmasın. İnsan çelişkileriyle bir bütündür. İnsan toplumsal bir varlık olarak tarihsel koşullarından ayrı bir yerde düşünülemez. İnsan diyalektik üniversal bir varoluştur. Bu nedenle insan karşıtlarıyla gelişir. Bu özelliğiyle hiçliğe de yakındır varlığa da. Yani hem ötekidir hem de kendisidir. Ancak kendisi olmak ve diğerine akarak aşabilir bulunduğu yeri. Doğrudan doğruya bir başkasını da her yönüyle yaşayamaz. Kendisini yaşayabilir ancak. Yine de insani bir durakta insan sevgisinin kurumsallaşmasında bir parmak kadar etkisi olabilir. Bu nitelikte parmakların çoğalması değil midir dünyanın güzelleşmesi?

Başkaldırısal bir ironinin romanını yazan Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanındaki Turgut Özben’in içindeki Olric, psikolojik mantıkla kendi yüzüdür. Oğuz Atay, Turgut Özben’i Olric’le öteki bir evrene taşımaktadır; çıplak, yalansız, duyarlı ama ıstırap dolu bir yaşam hattına… Olric, bir yenilginin, yanılgısal bir yaşamın son sunağı; tasarımıdır. Turgut Özben’in akılsal antinomileridir Olric’i vareden. Bireysel ve toplumsal alanın çatışkısıdır Olric’le bütünleşen. Mahrem-i esrarımızdır öteki.

Öznel anlamda ötekileşmek, sosyolojik çalışmanın konusu olmak ya da sosyal psikolojiye kafa tutmak bir belirlenimliliği (determinite) beraberinde getirir. O farklı olandır. Özneldir. Ve nesnel üzerinde konuşmaya hakkı olandır. O, yaşamın akışıdır. Toplumsal kavramın formlarını kendi içsel değerleriyle sürükler. Bu sürükleme anı aynı zamanda çözümleme anıdır. Öyle ki bu süreç insanın, içsel zenginlik kazanan tek soyut çabasıdır.

İnsanoğlu sınırsız bir imgelem gücüne sahiptir. Günlük yaşamdan sıyrılışı bu imgelem kapasitesini dile getirişiyle mümkündür. İnsanın reel yaşam karşısında hissettiği yetersizlik duygusu bir arayışı beraberinde getirir. Bu arayış, göreneklerin-geleneklerin-törelerin dışında ötekileşmeye atılmış bir adımdır: parçalanmışlıktır, yoksulluktur, yalnızlıktır. Şiddete, ayrımcılığa, adaletsizliğe konu olmaktır.

Çağımız sömürünün en renkli çağıdır. Sömürü tüm boyutlarıyla serpilmiştir toplumsal yaşamımıza. Ufalanmamak elde değil. Ütopyalarımız anlamlarını bir bir yitiriyor. Umutlarımız son bozgunlarında çaresiz. Özlemlerimizi istila etmiş düş korsanları. Yalnızız! Aslında bu koşullarda “ötekileşmek” Hegelvari bir söylemle: “Kendi kendinin bilincindeki irade”nin yoluna girmekten başka bir şey değildir.

Ötekileşmek bir başlangıç olabilir. Hani insanın varlığını çevresinden soyutladığı, ruhlaştığı dönemler vardır. Bu bunalımlı anlarda varla yok arası yaşayan bohem insandır çekip çıkaran kendisini kendi içinden.

Romain Rolland (1866-1944) Jean Christophe isimli roman çalışmasında öteki konusunu da yer yer işler. Şöyle der roman sayfalarının birinde: “Yaşarken, insan vücudu gibi ruhu da değişir; bu değişme her zaman günlerin akışına uyup yavaş yavaş olmaz; her şeyin bir anda yenileşiverdiği bunalımlı anlar vardır. Bunalımlı anlarda yeni bir benlik ortaya çıkar ve her şey yeniden başlar… Tükenen bir yaşamın yerine bir başka yaşam çoktan doğmuştur bile.”

İnsan denen varlık, kitle kültürünün hengâmesinde nesneleştirilmiştir. İnsan toplumsal alşimistlerin oyuncağı haline gelmiştir. Psikolojisi deforme edilmiştir. Bağımlı kılınmıştır. İnsan karar mekanizmalarının dışında bir yerlerde tüketilmiş; ötekileştirilmiştir. İnsanın içine ayrımcılık kurdu düşürülmüştür.

“Bizden olanlar” ve “bizden olmayanlar” diye bir ayrıma tabi tutmak insanları, politik psikoloji disiplininin ilgi alanına girer daha çok. Serol Teber, politik psikoloji notları adlı kitabında bu süreci şöyle örneklemektedir: “En barbar ‘ss’ grupları… T.4, 14-F13” vb. gibi aksiyonlar düzenlemişler örneğin şizofrenleri, saralıları, yaşlıları, nörozları, depresyonluları ve özellikle de düzeni benimseyen ‘sosyal’lerin karşıtı olarak düzeni benimsemeyen tüm muhalefetin ‘asosyal’ tanısı ile öldürülmesine karar vermişlerdir.”

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı yapıtında yer yer bir iç göç (psişik exil) yaşayan Turgut Özben tüm günlük aktivitesini “ben bilincinden” bir takım değişiklikler gerçekleştirerek yapar. Kendi yaşam felsefesini sorunsallaştırıp, çevresini, yaratmış olduğu sessiz ırmağın içinde anlamsızlaştırarak biçimler.

Evet, Hegel: “Felsefe, kendini bilinçli hale getiren düşüncedir” der. Aşk olgusu da öteki kavramında birçok yönüyle bir abartının bir yanılsamanın gözlenme halidir dışarıdan. Kendimizi, çok söylenir kendi yarattığımız türden bir sevgiyle severiz ötekinde. Suçluluk duygusu, saplantı halindeki inanış ritüelleri de böyledir. Kendi takıntılarımızı meşrulaştırma arayışı değil midir ki tüm yaşadıklarımız?

Yaşar Kemal’in ‘Teneke’ isimli yapıtında, ötekileştirilerek rolü ve konumundan edilen bir kamu idarecisinin toplum dışına düşürülüşüne tanık olmaktayız. Bu toplumsal sistemin, bu bozuk çarkın sürmesi için üzerinde kumar oynanacak insanlara da gereksinim vardır. Tellal, kaymakama çeltik ağalarının zaferinden sonra aynen şunu söyler: “Sen bana bak oğlum, yalanın gücü doğrunun güçsüzlüğünden değildir. Yalan teşkilat kurmuş, doğru yalnızdır. Yalanın geleneği var, senin doğrunun her gün yeniden yaratılması gerek. Her gün bir şafak çiçeği gibi yeniden açması gerek. Sen yenileceksin.”

Sonuç olarak “ötekileşmek”, karşılık bulmamış insan ilişkilerinde bir yabancılaşma süreci, bir yalnızlaşma labirenti, bir bunalım ekseni, edebiyatta ise bir haykırıştır gerçeğe.

Yorum Yapın

Yorum yapmak için buradan giriş yapmalısınız.